KIRŞEHİR PETLAS'IN BABASI DEMİREL'E MİNNETTARDIR

KIRŞEHİR PETLAS'IN BABASI DEMİREL'E MİNNETTARDIR Sonsuzluk âlemine uğurladığımız 9'uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'i hemşehrileri, köylüleri, yakınları, okul arkadaşlarının hâtıralarına dayanarak çeşitli yönleriyle anlatacağım bu ikinci ve sonuncu yazımı bilgisayarda hazırladığım sırada bir yandan da gözüm televizyona kayıyor ve cenaze törenlerinde Demirel'in arkasından sel gibi akan sevgi görüntüleri karşısında duygulanıyorum. “Demirel ölmeseydi bu coşkuyu göremeyecektik” diye konuşuyorum kendi kendime.

KIRŞEHİR PETLAS'IN BABASI DEMİREL'E MİNNETTARDIR

Sonsuzluk âlemine uğurladığımız 9'uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'i hemşehrileri, köylüleri, yakınları, okul arkadaşlarının hâtıralarına dayanarak çeşitli yönleriyle anlatacağım bu ikinci ve sonuncu yazımı bilgisayarda hazırladığım sırada bir yandan da gözüm televizyona kayıyor ve cenaze törenlerinde Demirel'in arkasından sel gibi akan sevgi görüntüleri karşısında duygulanıyorum. “Demirel ölmeseydi bu coşkuyu göremeyecektik” diye konuşuyorum kendi kendime... Gördüklerimi kendime göre yorumluyorum; ülkeyi yönetenlerin kendinden yana olmayanlara karşı sergiledikleri tahammülsüzlüğe, sevgisizliğe karşı tepkiden başka bir şey olamazdı böylesine büyük bir sevgi diyorum.
Kendilerini eleştiren herkesle kavgalı olan, öfkelerini bir türlü yenemeyerek çocukları bile kendilerine muhatap alan devlet büyükleri Demirel'in son yolculuğunda gördükleri tek kelimeyle muhteşem manzara karşısında irkilerek kendilerini yargılamaya başlamış olmalılar.
Bunları düşünürken Atatürk'ün kendisine söven köylüye karşı gösterdiği asîl davranış aklıma geliyor. Kıtlık yıllarında ince kâğıt bulamayıp kalın kâğıda sararak içtiği sigaranın tadını alamayan köylü ağzından geleni söyler. Bunu kendisine ileten ve yakaladıkları köylüyü hakaretten mahkemeye vermek isteyenlere Atatürk “Getirin o kâğıdı, bir de ben sarıp içeyim” der ve içince köylüye hak verir: “Köylüm sövmekte haklıymış. Serbest bırakın.”
YANDAŞ TRT'Cİ DİYET BORCUNU MU ÖDEDİ?
Peki, Demirel'in kurduğu TRT'de Haber ve Spor Dairesi Başkan Vekili olması hasebiyle tarafsız olması gereken Nasuhi Güngör'ün (Kırşehirlidir) yandaş Star gazetesinde bizim yazdıklarımızla ters düşen ve kendisini o makama getirmiş iktidara yağ çekerek diyet borcunu ödemekten başka anlam taşımayan şu değerlendirmesi Demirel'e gösterilen büyük sevgiye karşı kıskançlığın ifadesi olabilir mi?
“Kimilerine göre 'İslâmköy'den çıkan' Nurlu Süleyman olmuştur, yani 'ilâhî' bir projedir. Kimilerine göre ilâhî değil, bildiğin 'ecnebî' projesi olan Morison Süleyman'dır. Mason'dur, Amerika'nın has adamıdır. Menderes'ten sonra merkez sağı kontrol etmek için icat edilmiş biridir.
“Evet, Demirel kırk yılıdır ülkenin. Ama hâfızası değil, silinmiş ilkeleridir. Bir an bile düşünülmeden çiğnenen değerleridir. Omurgasızlıktır. Belirsizliktir. Her dönemin adamı olmaktır. Hesap sorulamazlıktır. Milletin evlâdı olarak sahneye çıkıp milletin çocuklarını yok etme duyarsızlığıdır. Kirli savaştır. Yargısız infazdır. Sahteliktir. Korkaklıktır. Ufuksuzluktur. Köylülüktür. Tuzaktır. Hiledir. Sun Tzu’nun en acımasız ve bilgelikten uzak yorumudur. Ölümdür...” Takdiri okurlarımıza bırakarak asıl konuya gelelim ve Süleyman Demirel'in bu günkü siyasetçilerin ve yeni kuşakların alacakları derslerle dolu öyküsünü anlatmaya devam edelim.

65 YAŞ MAAŞINI DEMİREL GETİRMİŞTİ

Demirel'in babasıyla annesi 12 Mart'ı izleyen günlerde Ankara'nın yolunu tutarlar.Gerisini Demirel'in hemşehrisi emekli öğretmen Halil İbrahim Bağcı'dan dinleyelim:Paşa Dayı (Demirel'in babası) bir gün bizim eve geldi. Kahve içerken sohbet ediyoruz. “Ankara'dan geldim oğlum” dedi. Üzgün tabiî. Başladı ağlamaya. “Süleyman'a dedim ki, dedi. Oğlum, Allah aşkına artık çekil. Biz mahvoluyoruz. Annen de elden gidecek, ben de.” Dinledi, dinledi. “Baba, evet, ben sizin çocuğunuzum. Ama sizin oğlunuz olduğu kadar Türkiye'nin de çocuğuyum şimdi. Bırakamam, bırakılmaz. Bana güvenenleri bırakamam. Ben bu milletin malı oldum artık. Nasıl bırak diyorsun bana? Mücadelemiz ölene kadar devam edecek. Millete güvenip Allah'a inananın sırtı yere gelmez. Hiç korkma. Alnım ak, yüzüm pâk, başım dik” dedi, tesellî edip gönderdi. Ama yine rahat değilim.” Paşa Dayı bunları söyledi ve başladı yine ağlamaya. “Ne çileler çekti. Sadece o mu? Hepimiz. Milletçe çok üzüntüler çektirdiler bizlere.”
65 yaşını dolduran muhtaçlara ödenen maaşların kesinti kaynağı İslâmköy'lü Sâkine Nene olmuş. O yıllarda Sâkine Nene kimi kimsesi olmayan, yetmiş yaşlarında bir kadınmış. Yasa galiba 1976 yılında çıkmıştı. Onun halinden hareketle doğmuş düşünce Adalet Partisi lideri Demirel'in kafasında. Ve düşünce gelişe gelişe varmış, bir yasaya dönüşmüş. Hani, şu Demirel'in “Hayatta yaptığım en güzel iş” dediği yasa...
KÖYÜNE GİTTİĞİNDE KORUMALARINA “SİZ GİDİN, İSTİRAHAT EDİN” DERDİ

İslâmköy'lü Süleyman Peştemalcıoğlu anlatır: Demirel çocukluğunda oyuncakla, ama kendi yaptığı oyuncaklarla, arılarla, değirmen yapıp çevirmekle ve bir de babasının davarlarıyla ve kitaplarla vakit geçirirdi. Bundan başka ne yapardı dersen başka bir şey yapmazdı. Çocukluğunu çok iyi hatırlarım. Köyün o günkü en çalışkan çocuğu olduğu için herkes eyi hatırlar. Sadece çalışkan değildi. Bir de zekâsı vardı. Büyük çocuklar bile bilemediklerini ona sorarlardı. Demirel'in ablasının oğlu, yani yeğeni Hüseyin Ünlü'nün anlattıkları da ilginçtir:
- Babasıyla ilişkileri nasıldı? Nasıl konuşur, onun yanında nasıl oturup kalkardı? - Elbette bir başbakan gibi değil. Bir evlât nasılsa öyle. Zaten buralara geldiği zaman başbakanlık biter. Hattâ köye gittiğinde de korumalara “Siz gidin, istirahat edin” der. Eve gider, bağdaş kurup oturur. O işlerden çok haz duyar. İslâm örf ve âdetlerinden çok haz duyar. Uymuş olmak için değil de içinden öyle geldiği için uyar. Dinin bütün vecibelerini yerine getirir.
- Başbakanlığı günlerinde köyüne geldiğinde yattığı olur muydu? - Annesi, babası ölmeden yattığını hatırlıyorum. Ama ondan sonra yatmadı. Şu kadar yurt dışında, bu kadar şehirlerde yaşamıştır, ömrü şehirlerde geçmiştir, ama “İllâ da köyüm” diyen birisidir. Ondaki köy sevgisi her halde hiçbirimizde yoktur. Bir gün Eğirdir'e gidiyoruz. Yolun kenarında otlayan koyunları gördü. Hemen durdurdu arabayı, gitti koyunların başına, başladı onları okşamaya. Biz “Yahu, dedik, koskoca adam koyunla uğraşır mı?” Ama öyle değil. Halkın içinden çıktığını hiçbir zaman unutmuyordu. - Zincirbozan'a siz de gittiniz mi? - Gitmez olur muyum, gittim. Ailecek gittik. Vardık, kucaklaştık, ağlaştık. Onun da gözleri doldu. İki saat kadar yanında kaldık. Baktık, masanın üstü kalabalık. Sorduk. Su projeleri çizermiş. Halbuki devletle hiçbir alâkası kalmamış. “Bir gün gelecek, devlete bunlar lâzım olacak” dedi. Orada bile hâlâ devleti, milleti düşünüyordu. Büyüklük denen şey bu her halde. Kesinlikle yalan söylemezdi. Doğru ne ise o doğrunun yanından ayrılmazdı.

DÜVEN SÜRERKEN BİLE KİTAP OKURDU

İlkokuldan sıra arkadaşı Nuri Akdeniz de Demirel'in bilinmeyen yönlerine ışık tutar: “Külliyatün ilâ aslı” demiş Hz. Peygamber. İlk evvelâ asalet lâzımdır. Köylüm olarak demiyorum, hakikati konuşacak olursak bu adamın adını aldığı Hâfız Süleyman dedikleri adam otuz sene boyunca aşağıda Hıdırbey Camii vardı, orada fisebillah (parasız) imamlık yapmış. İşte onun neslinden gelme. Onun torunu Süleyman dersinden gelir, dersine giderdi. Bununla beraber harmanda, orakta o da çok çalıştı. Harmanda bile elinde kitap dersine çalışırdı. Babası bazen düven sürdürürdü. Düven sürerken bile elinde kitap, çok okurdu. Daha üçüncü sınıftayız. Beşinci sınıflara bir kabak hesabı sormuşlar, bilen çıkmamış. Bunun üzerine aldılar, gittiler Süleyman'ı. Beşinci sınıfın hesabını verdi, geldi. Milliyetçiliği eyidir. Köye geldiğinde hiç kimseye başbakanlık falan taslamazdı. Kimseye böyüklük falan yapmazdı. Herkesi ziyaret eder, böyüklerin ellerinden öper, hayır dualarını alırdı.
Çocukluğunda da namaz kılardı. O zaman İsmet Paşa'nın sıkı tedbirleri vardı zaten. Ümmühan Teyze “Her sabah birkaç sayfa Kur'an okumadan evden çıkmazdı” derdi. Komşu olduğumuz için ben de bilirdim. Eşi Nazmiye Hanım da iki sene kaçak Kur'an okudu benimle beraber. O zaman Kur'an kaçak okunuyordu. Müsrif filân değildi, ama cimri de değildi. Cebinde on kuruşu mu var, o on kuruşa göre harcardı. Tâ o zamanlar gelirine göre giderini ayarlardı.

“BENİM KÖYÜM BİR DEĞİL, KIRKBİN KÖYÜM VAR”

İslâmköyde kapı komşuları Mehmet Şükrü Duygu'nun anlattıklarında da Demirel'in köyüyle ilgili anılarını buluyoruz: 12 Mart Muhtırası'ndan sonraydı. Köye bir geldiğinde evde yalnız kalmış. “Mehmet ağamı çağırıverin de azcık konuşalım” demiş. Vardım, hoş-beş derken “Süleyman Bey, bırak gayrı şu siyaseti” dedim. “Mehmet ağa, dedi, sen tarih açıp okudun galiba.” “Bir parça okudum” dedim. “Bu siyaset adamlarından döşeğinde ölen kaç kişi var? Ben canımı millet için fedâ etmişim. Bana yalnız dua edin. Allah beni korur. Benim kimseye karşı bir kötülüğüm yok. Beni babam okutmadı, millet okuttu. Devletin parasıyla okudum. Ben millet için çalıştım, çalışmaya da devam edeceğim. Canımı fedâ ettim bu millet için” dedi. 12 Mart'tan hemen sonra bir grup asker İslâmköy'e gelmiş. Birkaç Cemse dolusu asker köyü sarmışlar. Gidip Mehmet Şükrü Duygu'yu da bulmuşlar. Sormuşlar: “Süleyman Demirel'in köyü burası mı? Bu evde mi doğup büyüdü?” Evin halini görünce şaşırmışlar. Bir saray yavrusu filân mı bulacaklarını sanıyorlardı acaba? Süleyman Bey köyüne şunu yapmış, bunu yapmış! Hani nerede?
Başbakan olduğu günlerden birinde Demirel yine köyüne gelir. Babası Paşa Dayı henüz hayattadır. Evlerine çıkar; anasının, babasının ellerini öper. İçeriye gazeteciler alınmaz. Baş başa bir görüşmedir. Sadece aile çevresi ile birkaç yakın çalışma arkadaşı vardır.
Bir süre sohbetten sonra Paşa Dayı daha fazla dayanamaz, patlar: “Oğlum, şuraya biraz hizmet etsene. Bak, hemşehrilerin sana güceniyorlar.” O günün Adalet Partisi lideri Başbakan Demirel babasının karşısında süt dökmüş kediye döner. Uslu bir çocuk tavrıyla mahcubiyet duyar, başı öne düşer. Babasına itiraz etmesi kolay mı? İki tepki arasında kalır. Babasını incitmekten, üzmekten çekinmektedir. Kendini toparlar. O yumuşak ve çocuksu edâsıyla “Baba, der, benim köyüm bir tane değil ki. Benim kırkbin köyüm var. Sen evlâtlarını birbirinden ayırabilir misin? Hemşehrilerim sabretsinler, her şey olacak.”

ORTAOKULA KAYDOLMAK İÇİN 40 LİRAYI BULAMAYINCA
EVLERİNDEKİ TAHILI MERKEBE YÜKLEYİP PAZARA ÇIKARDI

Ortaokula kayıt olmak için o günün şartlarına göre öğretmenleri refah içinde yüzdürecek maaşa yakın 40 lirayı bulamayınca evlerindeki tahılı merkebe yüklediği gibi soluğu Isparta pazarında alan, ancak akşama kadar müşteri bulamayan 11 yaşındaki Demirel kara kara düşünürken sonunda çareyi bulmuş, merkebe “Dah!” deyip tanıdıkları bir tüccara varmış, durumu anlatarak malını rehin bırakıp istediği kayıt parasını sağlamıştı. O günlerde il merkezlerinde ancak ortaokul vardı. Liselerin sayısı bile bütün Türkiye'de yirmiyi zor buluyordu. Ispartalılar genellikle lise öğrenimleri -eğer buna da güçleri yeterse- Konya'da yaparlardı. Ali Çetinkaya'nın nüfuzu sayesinde 1931 yılında Afyon'da lise açılmıştı. Sanki üniversite açılmış gibi çevre illere bir sevinç, bir rahatlık, okumakta kolaylık gelmişti. Süleyman ve arkadaşları 15-20 kişilik bir grup halinde parasız yatılı öğrenciler olarak Afyon Lisesi'ne nakletmişlerdi.
Süleyman cılız denilebilecek kadar zayıf, çelimsiz, saçları bir numara ile traş edilmiş, büyükçe ve hemen daima bir yana hafifçe eğik tutulan bir baş, mahcup bir sima, fakat pırıl pırıl zekâ taşan gözlere sahip bir öğrenciydi. Özellikle fen derslerinde başarılı idi. Ağırbaşlı, sâkin, yumuşak huylu bir kişilik sergiliyordu. Üniversite öğrenimi o yıllarda bu günlerdeki gibi değildir. Öğrencilerin pek çoğu leyli meccanî, yani parasız yatılıdır. Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, hemşehrimiz Füruzan Ardıç ve daha birçok arkadaşı da o parasız yatılıların arasındadır. Nihayet Demirel İstanbul Teknik Üniversitesi'nden mezun olmuştur. Yıl 1948'dir. Üniversitenin mezuniyet yıllığında Demirel'in belki de bıyıklı tek resminin yanına arkadaşları şöyle yazarlar: “Daimî ve metodik çalışmasıyla ve iyi işleyen kafasıyla, herkese yardıma koşmayı âdeta kendisine vazife addetmesiyle Süleyman makine şubesinin (Demirel iki yıldan sonra şube değiştirmiştir) inşaat şubesine muazzam bir hediyesidir. Kâğıt oynamayan nadir talebelerdendir. İnşaat etüdüne heykelinin yapılması düşünülmektedir.”

TAHRAN'DAKİ İSLÂM ZİRVESİ'NDE HÂFIZ ESAD'A DERSİNİ VERDİ

Süleyman Demirel gibi bir politikacıyı öyle üç-beş yazıyla anlatmak mümkün değildir. Onun asıl cumhurbaşkanı olduktan sonra yurt dışı toplantılarında sergilediği ulusal kimliğimize yakışır onurlu davranışları Türk dış siyasetine altın harflerle yazılmıştır. İran'ın başkenti Tahran'daki İslâm Zirvesi'nde Araplar'a ve Acemler'e verdiği ders unutulmamıştır. Ömer Seyfettin'in “Pembe İncili Kaftan” hikâyesinin kahramanı Muhsin Çelebi gibi devletini İran'ın başkentinde azametle temsil ederek Türk'ün dün nasılsa bu gün de aynı olduğunu dosta düşmana en anlamlı biçimde kanıtlamıştır. İslâm Konferansı nedeniyle Tahran'da bir araya gelen Araplar kendilerine yüzyıllarca efendilik yapmış Türkiye'yi topa tutmaktan geri kalmamışlardı. Suriye'nin kukla devlet başkanı Hâfız Esad'ın herzeleri hazmedilecek gibi değildi. Konferansa davetli olarak katılan Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bu küstahlıklara dayanamamış ve toplantı bitmeden Tahran'dan ayrılmıştı. Ve tabiî buna tepki olarak ülkeye döner dönmez yaptığı ilk iş de Araplar'ı rahatsız ettiğinden bir süre önce ertelenen Türkiye-İsrail-ABD'nin Akdeniz'deki ortak askerî tatbikatını yeniden gündeme getirmek olmuştu.
İslâm Zirvesi'nde Hâfız Esad'ın “İsrail ile ilişki kuran eninde sonunda pişman olur” şeklindeki saçmalıklarına karşı Cumhurbaşkanı Demirel ne demişti: “Sadece biz miyiz İsrail ile ilişki kuran? Mısır'dan Fas'a, Tunus'tan Endonezya'ya kadar herkesin irtibatı var. Malezya'nın bile irtibatı var. İrtibatı olmayan bir Suriye, bir de İran...”
İsrail ile ilişkilerimizin müslümanların zararına olacağı yönünde Suriye'nin başvurduğu haksız propagandalara karşılık da Cumhurbaşkanı Demirel görüşlerini şöyle dile getirmişti:
“İslâm Zirvesi'nde açık açık söyledim. Onbin müslüman şehit edildi. Bunların içinde askerim var, öğretmenim var, sivil halkım var. Ey zirveye katılanlar! Siz müslüman mısınız? Onbin müslümanın şehit edilmesine bir diyeceğiniz yok mu?”

YURT DIŞINDA TÜRKİYE'NİN ONURUNU ÇİĞNETMEDİ

Çok uzaklara gitmeye gerek yoktu. 1914'te Birinci Dünya Savaşı'nda Peygamberimizin Medine'deki kabrini “Canımızı veririz, Peygamberimizin türbesini gâvura vermeyiz” diyerek kızgın çölde binbir mahrumiyetle savunan Fahrettin Paşa komutasındaki Türk askerini Araplar'ın İngiliz tahriki ve parası ile arkadan vurmasını da bir yana bırakınız. Bosna'da onbinlerce müslümanın kanı sel gibi akarken kılları bile kıpırdamayanlar, Amerikan şemsiyesi altındaki saraylarında kazandıkları petro-dolarlarla dansöz oynatanlar bu sözde müslüman Araplar değil miydi?
Damarlarında bir damla olsun atalarının kanını taşıyan her Türk gibi Cumhurbaşkanı Demirel de her zaman en doğru olanı yapmış, temsil ettiği Türkiye Cumhuriyeti'nin onurunu çiğnetmemiş, devletinin şanına hiçbir zaman gölge düşürmemişti. Tahran'daki toplantıyı terk etmekle Refah-Yol hükûmeti başkanı iken Libya'ya yaptığı ziyaret sırasında çöl bedevîsi Kaddafî'nin çadırında yağdırdığı hakaretlere ve azarlamalara tek kelimeyle bile karşılık vermeyen Necmettin Erbakan'ın durumuna düşmemişti. Hiçbir zaman yabancılar karşısında eğilip bükülmemiş, meselâ gidip İngiltere Kraliçesi önünde eğilerek elini öpmemişti. Gerçek devlet adamlığı buydu işte...
Şöyle, ya da böyle, Demirel Kırşehir için çok değerli bir siyaset ve hizmet adamıydı. Devletin yetmiş yılda Kırşehir'e yapmadığını başbakan iken o yapmış, bütün iş çevrelerini karşısına alarak Kırşehirlilere Petlas gibi dünya çapında dev bir kuruluşu kazandırmıştır. Kim ne derse desin, biz bu yazılarımızla ona karşı Kırşehir halkının, Petlas'tan ekmek yiyen üçbin işçimizin vefa borcunu yerine getirdiğimize inanıyoruz. Zaten biz kökten Kırşehirlilere yakışan da budur. Allah'ın bütün rahmeti onun üzerine olsun.