Ağustos ayında Orhan Baycan’ın sevgili eşi Seniha Baycan’ın cenazesi için Kırşehir’deydim. Kırşehir’e her gelişimde, birçok gurbetçi hemşerim gibi, ben de, üzerinde anılarımızın yüklü olduğu varlıkların yokluğa dönüştüğünü görmenin hüznünü yaşıyorum. “Ne o Kırşehir, nereye böyle” diyesim geliyor. 
Askerlik Şubesi karşısında, hangi akla hizmet için yapılıyorsa, heyula bir binanın kaba inşaatı yükseliyor. Obruk’un bulunduğu tepedeki taş ocağı evlere şenlik bir görüntü kirliliği… Özbağ’dan Dinekbağ’a şehri ikiye bölen Kılıçözü ile Değirmenderesi başta olmak üzere ırmağa akan dereler üzerindeki ve etrafındaki imar uygulamaları, tam da “altın yumurtlayan kaz” öyküsündeki kesilen kaz durumu… Şehrin “tabiat varlığı” durumuna gelmiş asırlık ağaçlarını barındıran bahçelerini, birkaç bin yıllık birikimle oluşmuş bağlarını imara açan aklın neye ve kime hizmet ettiğini anlamakta zorlanıyorum. 
Yetiştiğimiz okulların birer vesileyle yıkımından sonra, son kazmalardan birisini de vatandaşların katkısıyla yapılmış Kırşehir Hükumet Binası yemişti. Yeni Hükumet Binası inşaatı, paslanmış donatılarıyla şehrin orta yerinde çürük diş gibi duruyor. Yarım kalmış inşaatın ne olacağı, bulunduğu yer nedeniyle göz kamaştıran “rantın paylaşımı” konusunda muhtelif rivayetler dinlemiştim. Mevcut enkazın yurt olarak değerlendirmek üzere Kredi Yurtlar Kurumuna devredildiğini ve bu konudaki eleştirileri gazetemiz Kırşehir Çiğdem’den okudum. İdarenin il içinde değişik noktalara dağılmış olmasından nasıl bir fayda beklendiğini bilemiyorum. Ama Kırşehirlilerin kent merkezinde idareyle olan en sıradan işleri için neler yaşanacağını öngörmek zor değil. Kamu personelinin de toplantı, eşgüdüm, paraf, imza işleri için bir yerden bir yere koşuşturduğunu ve söylendiğini görür gibiyim. Bunun yazı var, kışı var, sıcağı var, soğuğu var, yağmuru var, karı, dolusu var, iyi günü var, kötü günü var. Bu dağınıklık vatandaşa eziyet gibi gelir sonunda.
O güzelim, mavi anıtsal yapı, idarenin birimlerinin bir yerde toplanma ihtiyacı nedeniyle inşa edilmişti. Öncelikle bunun altını çizmek isterim. Kendi hayatı ve Kırşehir konusunda eser üretmiş nadir insanlardan birisi olan Rüştü Yurdakul, 1962’de yayımladığı “Hayatımın Romanı ve Harp Hatıralarım” isimli anı kitabında döneminin sorunlarını ve çözüm taleplerini sıralamış. Bu konuda; “Bir de hükumet konağı meselemiz vardır, bu günkü ahşap hükumet konağına İl teşkilatının ancak üçte biri sığmaktadır. Bu yüzden halkın yakından ilgisi bulunan Tapu, Bayındırlık, Veteriner, Sağlık, Emniyet ve Jandarma daireleri gibi her biri bir mahallede, elverişsiz kira evlerinde yıllar boyu oturmak zorunda kalmaktadırlar. Bu halin devamı, gerek memurlarımızı, gerek halkımızı üzmekte, işlerin sürüncemede kalmasına yol açmaktadır. Üstelik her yıl büyük kira bedelleri ödemekte, ayrıca ev buhranına da sebep olmaktadır, bu yüzden hükumet konağı işinin de bir an önce ele alınmasını bekliyoruz.” diye “hükumet dairelerinin dağınıklığının yarattığı sıkıntı”yı ifade etmiş. Cumhuriyetin yokluk yıllarında Rüştü Yurdakul’un dillendirdiği bu sorun çözülmüş iken, varlık yıllarında bu sorunun Kırşehirlilere yeniden yaşatılması “manidar”… Bu ilin sesini duyuracak Ankara’da vekiller yok mudur, varsa özgül ağırlıkları mı yoktur? Muhalefet bu ihtiyacı hissederken halkın sorunlarını çözmek için siyaset yaptığı iddiasındaki iktidar ve iktidar ortağı partiye mensup değerli hemşerilerimiz kendi halkına neden kulak vermez?
Yarım kalmış Hükumet Binası inşaatı kadar yüreğimi burkan bir konu da biz yaştakilerin halk arasında “Aygır Deposu” diye bildikleri bir yere dikilen çok katlı bina oldu. Şehrin siluetini bozan ve sorumlularının ileride “bu şehre ihanet ettik” diyeceği yapı, bana anlatıldığı şekliyle, devam eden davası bir sonuca bağlanana kadar bu dönemi anlatacak bir anıt gibi duruyor. 
Şehrin bağlarına, bahçelerine, tarım alanlarına yapılan imar planı değişiklikleriyle yapılanlar ise içler acısı bir durum. Atatürk’ün Kırşehir’e gelişinde; Çuğun Karakolundan şehre gelene kadar gördüğü cennet yeşiline bakarak; “Anladık kırı kır da, şehri nerede” dediği rivayet edilir. “Ozanlar diyarı, şirin ve yeşil Kırşehir” iyice betona boğulacak bu gidişle. Yazık olacak tabii ki… Beypazarı gibi Ankaralılara hafta sonu etkinlikleri için bir seçenek olabilecek bağlarımız, bahçelerimiz yeşil dokusu korunarak iç turizme fırsat verecek şekilde değerlendirilmezse yok olup gidecek. Tarihsel yeşilliklerimiz betona gömülürken, Özbağ’dan Dinekbağı’na, ırmağın alüvyonları üzerine dikilen, bundan sonra dikilecek binaların deprem gerçeğiyle nasıl yüzleşeceğini düşününce insanın kanı donuyor.
1990’lı yıllarda İngiltere’ye Lisan Kursu’na gönderildiğimde, Londra’ya yarım saat mesafede, “Beaconsfield” kasabasındaki Askeri Lisan Okulunda kalmıştım. Kasaba asırlık çınarların yeşil dokusu içinde kaybolmuş gibiydi. Buna karşın Okul arazisi içinde tüm binalar bir veya iki katlı iken, “kule” diye anılan “askeri misafirhane” çok katlı bir binaydı. Ovaya ve kasabaya tepeden bakıyordu ama ovadan ve kasabadan bakınca doğaya saplanmış bir hançer gibiydi. İmara aykırı olarak inşa edilmiş bu bina askeri bölgede bulunması ve askeri ihtiyaçların öncelik alması nedeniyle yıkılamamaktaydı. 
Bu konu üzerinde konuşurken “İngiltere’de ve özellikle Londra’da emlak fiyatları artmaktayken ‘Beaconsfield’ta imar planı değiştirilip kat sayısı neden artırılmıyor” diye sormuştum, okuldaki öğretmenlerden birisine. Gülerek anlatmıştı; “1600’lü yıllarda alınmış bir Belediye Meclis Kararı varmış, çok katlı bina yapılamaz diye, 1960’lı yıllarda bu konu Belediye Meclisi gündemine getirilmiş, uzun süre tartışılmış, sonunda bu kuralın uygulanmasına devam yönünde bir karara varmışlar…” Ben “nasıl yani, neden” diye sormadan edemedim. “Bilindiği gibi doğanın korunması konusundaki toplumsal hassasiyet her gün artıyor. Meclis üyeleri ‘aksine bir karar verirsek, 350 yıl öncesinden daha geriye gideriz, dünyaya rezil oluruz’. Daha önemlisi ‘alınmış bir kararın değiştirilmesi Belediye Meclisine olan halkın güvenini sarsar’ diyerek çok katlı bina yapım yasağının devamına karar vermişler” diye yanıt vermişti muhatabım. 
Bugün bir o gün yaşadığım şaşkınlığa, bir de bugün en yaşamsal konularda bile sabah akşam değişen kararlarla karşılaştığımızdaki hali pür melalimize bakın. Bu ülkede sesi çıkabilenler haklarını koruyabilmekte zorlanırken, “dünyamızın en faydalı ama en sessiz canlılarına, dedelerinizle, ebelerinizle arkadaşlık etmiş ağaçlara, babalarınızın içinde büyüdüğü bağlara, bahçelere acımak dışında yapabileceğimiz ne var”? İçinde yaşayanların koruma zahmetine girmediği bu “tabiat varlıkları”nı ilgili mevzuat ve kamu kurumları koruyamıyorsa, ne korur, ne kurtarır? Doğasını, yeşilini, kırını, tabiat varlıklarını yok ederek deprem bölgesindeki Kırşehir nereye koşuyor?

***
30 Ekim 2020 günü İzmir’de 6,9 şiddetinde bir depremle sarsıldık. Depremde en çok zarar gören bölge; çeyrek asır öncesine kadar Bornova’nın meşhur kınalı bamyalarının yetiştirdiği tarlaların bulunduğu bir alüvyon ova… Yakın zamana kadar ova tarım alanı olarak korunsa da son çeyrek yüzyılda imar rantı uğruna feda edilerek imara, son yıllarda belediyenin tüm karşı çıkmalarına karşın, çok katlı yerleşime açılmıştır. 
Bayraklı/Manavkuyu’da yaşananlar Kılıçözü’nün suladığı alanın hangi gerekçeyle olursa olsun imara açılmasının şehrimiz için ne denli acılara gebe olduğuna en yakın ve en canlı örnektir.