İçinde bulunduğumuz yaz mevsiminde uykusuz geceler geçiriyoruz. Bazen sıcaktan, bazen sinek ve sivrisinekten, bazen de yaşadığımız ve gördüğümüz olaylardan dolayı uyku tutmuyor gözlerimizi.

İçinde bulunduğumuz yaz mevsiminde uykusuz geceler geçiriyoruz. Bazen sıcaktan, bazen sinek ve sivrisinekten, bazen de yaşadığımız ve gördüğümüz olaylardan dolayı uyku tutmuyor gözlerimizi.
Minik çocuklarımızın cinsel istismara uğrayıp, hatta vicdan ölçülerini aşan bir şekilde katledilmesini kim, hangi insan kabul edebilir ki?
Minik bedenleri katleden sapıklar aramızda dolaşırken, kim rahat, huzurlu ve mutlu olabilir ki?
Önce Ankara Polatlı'da kaybolan 8 yaşındaki Eylül ve akabinde Ağrı'da, Ramazan Bayramı'nın 1'inci günü kaybolan 4 yaşındaki Leyla Aydemir'den vahşet kokan acı haberler aldık. Kayıp çocuk vakaları artıyor, çocuk istismarı ve çocuk cinayetleri ne yazık ki artıyor.
Bu olaylar insanları düşündürüyor. Geleceğimiz için acil tedbirler almamız, suçlulara hak ettiği cezayı kesinlikle vermemiz, önleyici ve koruyucu nitelikte uzun vadeli politikalar belirlememiz gerekiyor.
Masum evlatlarımızın art arda gelen ölüm haberleri tüm ülkede, toplumun her kesiminde oluşturduğu üzüntü ve öfke ortada. Savunmasız masum çocuklara dönük her türlü şiddet, istismar ve katledilme olaylarının artmasının nedenlerini herkes üç aşağı beş yukarı biliyor, ama yitirdiğimiz bu evlatlarımızla birlikte toplumdan iyilik, merhamet ve vicdanın da
eksildiği de ne acı ki ortadadır.
Bu konuya sadece ceza boyutuyla bırakılmadan bu tür vahşetleri ortaya çıkaran etmenler hassas bir şekilde analiz edilmeli, caydırıcı cezaların yanında önleyici tedbirler alınmalı, eğitim, hukuk ve sosyal boyutlarıyla ele alınmalıdır diye düşünüyorum.
Tabi tüm Türkiye’de olduğu gibi Kırşehir’de bu tür üzücü olayların olmaması için anne ve babalar başta olmak üzere herkesin daha duyarlı olması gerekiyor.
Kırşehir Anadolu’da en çok göç veren ve buna mukabil iki katı göç alan bir kent durumunda. Değişik yörelerde ve değişik kültürlerde ve hatta dışardan gelenlerin kendi aralarında mahalleler oluşturduğu kozmopolit bir şehir oluşturuldu.
Son zamanlarda misafir olarak şehrimize yerleşen, Suriye ve Iraklı kardeşlerimizin uğrak ve mola kenti olan Kırşehir daha da renklenmiştir.
Kırşehir’de insanların çoğu birbirini tanımıyor, gözleriniz yabancılara aşinalaştı. Park ve bahçelerimiz yabancıların mekanı haline geldi. Kırşehir’in kendi insanı sokakta gezemez, parklarda oturup eğlenemez konuma gelecek bu gidişle. Şu an kimsenin elinden başka bir şey de gelmiyor nedense…
Her topluluk geldiği yörelerin kültürü ve anılarını da beraberinde taşıdılar. Bu gayet normal, anılar ve hatıralar, raf ömrünü dolduran veya sona yaklaşan beden ve ruha moral vermekle beraber, zamanımızda eskisi gibi aile ilişkilerinin daha sıkı olma arzularını yansıtır.
Hangi yaşta olursak olalım geride kalan günlerin özlemini çekmeyenimiz var mıdır?
Neydi o eski bayramlar, eski bayramlar dediğimiz yaşımıza göre yirmi veya elli sene önceki zamanlardır. Bu özlem iki yüz sene öncede dile getirilerek anılar tazelenmeye çalışılırdı ve belki iki yüz sene sonra da özlemle söylenecek laflardır.
Altmışlı yılları geride bırakanlar, anneye yemlik, babaya peder, dedeye moruk demezlerdi şimdiki gençler gibi. Büyük anne ve büyük babanın ayrı bir yeri sevgisi ve saygınlığı vardı aile içerisinde. Akşam gezmeleri ve komşu ziyaretlerinde bir bayram havası içerisinde olurdu. Loş bir idare lambası veya durumu biraz iyi olanın löküs adı verilen gömlekli lambaların ışığında geç vakitlere kadar oturulur, büyükler geçmiş günleri kendi aralarında yâd ederken, çocuklar büyük annenin anlattıkları masallarla göz kapakları düşünceye kadar dinlerlerdi ve bir köşede uykuya dalarlardı. Gidilecek yer uzaksa misafirlere ya bir fayton çağrılır veya küçük misafir o gece orada kalırdı.
Neydi o yedi başlı devin kafalarını tek hamleden çatal kılıçla koparan cücenin, kafa küf dağında bir el çırpmasıyla gelen kartalın sırtına binerek gözden kayboluşu, küçük misafirlerin rüya kahramanlarıydı ve dolayısıyla birçoğumuzun hayal gücünü zorlayan hikâyelerdi.
Şimdiki gibi beş yüz kanallı televizyon programları yerine, sinemalar olurdu. Bir gün önce elinde huniye benzer alp kavalı gibi bir aletle çığırtkanlar mahalleleri dolaşarak o akşam oynatılacak filmleri anons ederlerdi. Gece sinemaya gidemeyen kadınlar için gündüz matinesi olurdu. Bayramların kutsiyeti coşkusu ve bambaşka bir havası vardı.
Bayramların çocuklar içinde ayrı bir önemi vardı, bayram harçlığı şeker toplama hevesi gibi, büyükleri bir telaş ve gayle sarardı bayram harçlıkları için. Kolalı gömlekler hazırlanır, kimlere önce bayramlaşmaya gidilecek, kimlerin önce elleri öpülüp bayram hediyeleri cebe inecek, hep bunların hesabı yapılırdı aramızda.
Postacının sokağın başında çıkmasını beklerdi gurbette adamı olanlar, şimdiki gibi akıllı telefonlarla hazır yazılmış mesajlar atılmazdı. Seçilen güzel bayram tebrikleri, odada asılı olan aynanın bir köşesine veya vitrin camına yapıştırılır, askerden veya gurbetten gelen tebrik sahibine kendisinin unutulmadığı iması verilirdi.
En güzide köşede veya anahtarı evin reisinin belinde bağlı olan dolapta, ahşap kaplı radyoda bayram özelleri zevkle dinler hiç görmediğimiz solistlerin aşığı olurduk.
Kesilen kurbanın dağıtımı titizlikle ayrılır ve gösterilmeden gizlice, kurban kesemeyen komşulara iletilirdi. Şimdiki gibi parçalanıp derin dondurucuya istif edilmezdi. Zaman ilerledikçe evin içerisini mis gibi kokan haşlama aroması sarardı. Şimdiki etlerin çürümüş leş kokusuna benzer koku olmazdı.
Gelecek ziyaretçilere evin hanımları günler önce hazırlıklara başlar, baklava börek artık elde bulunan malzemelerle ikramlıklar hazırlanırdı. Baklavaların malzemesi aslına uygun olması için özen gösterilir, cevizin yetmediği yerde bezelye katılmaz, hileye başvurulmaz, şeker yerine tatlandırıcı kullanılmazdı. Zaten o zamanlar tatlandırıcı falanda yoktu.
Şimdiki gibi, “koş oğlum Üzeyir amcanda bir kilo pasta kap getir!” olmazdı. Eh işte hayal dünyası da böyle bir şey, geçmişte kötü anılarımızda olsa onunda özlemini duyuyoruz.
Haydar Hocanın elmasını yolarken “yakalansak da yine sopa yesek!” Ama ne Haydar Hoca, ne de elmalık kaldı. Yerine bilmem kaç metre yüksekliğinde betondan güya ev dedikleri bir taş yığını diktik anılarda kayboldu gitti, o eski sokak ve mahalle kültürü de yok oldu.
Bizlerin o kültürlerini yok edenler ve edenlere vesile olanlarda yok olsun inşallah. Bayram tatilini bahane ederek tümü dolmuş bir arabaya maaile dolup birilerinin bayramını kutlamaya giderken, ailenin bir kısmının ve bazen de bütün ailenin telef olduğu kazalarda pek olmazdı.
Dini bayramların yanında milli bayramların coşkusu aynı heyecanla kutlanır, değişik spor gösterileri yapılır, geceleri fener yürüyüşleri düzenlenir ve toplumun coşku ve heyecanla kaynaşması sağlanırdı.
Zamanımızda bu heyecan ve birlik beraberlik neden deforme oldu, aile bağları neden eskisi gibi değil, acaba görmek istediğimi ben mi göremiyorum her şey güllük gülistanlıkta.
Eski günleri özlemle anma isteği bunamanın belirtisi midir?
Fakat yaşanmayan bir şeyi başkasına anlatmak, bunaklıktan daha da kötü.