Yazıma başlamadan önce 2 Mart Pazartesi günü Kırşehir Eğitim ve Araştırma Hastanesinde sağ gözümden katarak ameliyatı olmam sebebiyle ameliyatı gerçekleştiren Doç. Dr. Raşit Kılıç’a, ameliyathane personelleri hemşireler Emine Başdoğan, Asiye Adalı, personel Yasin Cengiz, poliklinik personeli Erdal Başer ve göz hastalıkları servisinde görevli, hemşire, ebe ve diğer personellere teşekkür ederim.
Bazı yazılar zor yazılır. Sözün bittiği yerdir, el ne kaleme gider, ne bilgisayar tuşuna. Akıl, zihin her şey durur. Bende bilemiyorum bu yazıyı nasıl yazacağımı. Allah yardımcım olsun, bir hatam olursa şimdiden özür dilerim.
Özellikle son kırk yolda ülke olarak çok zor günler geçiriyor, sürekli şehitler veriyoruz, Ülkemizin üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla, içerisi vatan hainleriyle dolu. Şehitlerin gelmediği günümüz yok gibi.
Anadolu’nun ortasında Kırşehir’ in Saraycık köyünde doğmuş Mehmet, Kayapa köyünde büyümüş Ahmet, Kırşehir’in merkez mahallesinde Alperen, Kaman’da Gökhan, Mucur’da Mustafa, Çiçekdağı’nda Salih ve diğerleri. Yirmili yaşlarda şehit oluyorlar. Oysa Anneleri, Babaları büyük sıkıntılar içerisinde çiftçilik, çobanlık yaparak büyütmüştü evlatlarını. Üzerlerine titreyerek sarıp, sarmalayarak, uçan kuştan, esen rüzgârdan korumuşlardı evlatlarını. Çünkü büyüdüklerinde onların ışığını yakacak, ocağını tüttürecek, dayanacakları duvarları olacaktı evlatları.
Büyük zorluklarla büyüttüler asker eylediler. Askere gönderirken Türk adet ve töresini yerine getirerek “Vatana Kurban Olsun” diye kına yaktılar umutları ve gelecekleri olan kuzularına.
Asker ocağı bu gidip dönmemek var, gidip vatan için şehit olmak var. Şehit olursa babası başı dik, alnı açık, şerefli Şehit Türk Babasına yakışır şekilde “Vatan sağ olsun” der. Bilir ki şehit babası asker ocağı peygamber ocağıdır, Anadolu’da askerliğini yapmayanlara kız verilmez, adam yerine konulmaz, askere gitmek her evlada, asker ve şehit babası olmak her babaya nasip olmaz.
Asker annesi, asker babası her şeyden habersiz köyünde, ilçesinde, memleketinde, evinde işinde gücündedir. Evladı cepheye vatan için savaşmaya, gerekirse bu uğurda Şehit olmaya gitmiştir. Anne ineğin sütünü sağarken, baba ahırı temizlerken Saraycık köyüne doğru ardı, ardına ilerlemeye başlamıştır içerisinde resmi elbiseli bir kaç asker olan araç ve sağlık görevlilerinin olduğu Ambulans. Kırşehir’in Saraycık köyünden Ahmet oğlu Mehmet Şehit düşmüştür. Anneye, babaya evlatlarının şehit haberini vermeye giderler.
Vatandaş öğrenmiştir artık, önde bir askeri araç, arkada bir ambulans ile geliyorsa bir eve ateşin düştüğünü. Askerde evladı olan her haneden inceden bir sızının yükseldiğini,
Şehidin evine doğru yaklaşıldığında elindeki bastondan güç alarak zar, zor ayakta durmaya çalışan babanın titredikleri görülür, acaba bizim oğlan mı diye mırıldandıkları hissedilir.
Ayakları geri, geri gider ama kaçamaz acı gerçekten.
Pencerelerde bir hareket başlar ve kapının önüne telaşla bir anne çıkar, bir gelen askerlere, bir de ambulansa bakar. Oğlu daha toprak altına girmeden anası düşer toprağa. Kendini yerlere öylesine vurur ki adeta deprem olur. Konu komşu yığılır, bin feryat bin figana karışır.
Fidan gibi evlatlarını kınalı kuzusunu vatana feda eden babalar.
Sicim gibi gözyaşları dökülürken gözünden, acıya dönüşmüş gururla, “Vatan sağ olsun, vatan sağ olsun artık ben şehit babasıyım” der, ya içine akıtır gözyaşlarını, ya da donar kalır. Şehit’in evine Türk Bayrağı asılır.
Sonra Şehit için devlet töreni yapılır. Duygusal konuşmalar, intikam yeminleri yapılır, tören mangası ateş açar havaya ve asıl büyük kıyamet Kırşehir Saraycık köyünde kopar. Ahmet amcanın oğlu Mehmet’in cenazesi gelir köydeki evine. Köylü alır şehidini omuzlarına, yer yerinden oynar. Anne ve baba son bir kez görmek isterler ama nasıl göstereceksiniz ki ! Şehit’ in ya yüzü yoktur ya bacağı…
Tabuta sarılı analar, babalar, bacılar, gardaşlar. Şehidi toprağa vermek için devlet kademesinden üst düzey katılımlar olur, siyah Mercedeslerle, siyah takım elbiseli, siyah güneş gözlüklü, arkalarında onlarca korumanın olduğu devlet adamları gelir, başsağlığı dilerler. Şehidin anne ve babasına, devlet olarak her türlü yardımı yapacaklarını söylerler, sarılırlar, duygusal anlar yaşanır, cenaze namazı kılınır. Şehit toprağa verildikten sonra şehidin fotoğrafı ve Türk Bayrağı verilir babasına ve siyah Mercedeslerle gelen devlet erkanları, rütbeli askerler, diğer ensesi kalınlar giderler, günlük işlerine dönerler, yerler içerler, gülerler eğlenirler televizyon kanalları eğlence programlarına, eş bulma programlarına gelin ve kaynana programlarına devam ederler. Ancak ateş düştüğü yeri yakar sözünde olduğu gibi bir Bayrak, bir fotoğraf, kınalı kuzusunu toprağa vermiş bir ana, bir baba kalır ve ondan sonra ne yerler, ne içerler, ne giyerler, ne yakarlar kimsenin aklına gelmez Şehit ailesi ama evlat acısı acıların en büyüğüdür. Yaşadıkları süreçte yanar anne ve babanın ciğerler evlat acısıyla.
Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az sözünde olduğu gibi anlayanlar için Nasrettin hocanın güzel bir fıkrasını yazmak istiyorum.
“Nasrettin hoca gittiği bir yerde çorba kazanını çekmiş önüne, içine kepçeyi daldırıp “öldüüümmm!” diyerek içiyormuş, çorbayı… Hoca bu hareketi birkaç kez tekrarladıktan sonra kalabalıktan birisi, “Hele hoca ver şu kepçeyi birazda biz ölelim” demiş.
Anlayanlar, anlamıştır herhalde.
Yazımı Nihal Adsız’ın güzel bir şiiriyle bitirmek istiyorum.
Şehitler tepesi boş değil,
Biri var bekliyor.
Ve bir göğüs, nefes almak için;
Rüzgar bekliyor.
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş meçhul asker diye?