Hiç kimse senin neler yaşadığını, ne derdinin olduğunu, içinde ne ateşler yandığını, nelerle mücadele ettiğini bilmez. Ve hiç kimse aslında senin nasıl bir insan olduğunu dahi bilmez. Ama herkes seni tanımadan hakkında yorum yapmayı çok iyi bilir. Çünkü birilerinin tuzu kuru ve keyfi yerinde maşallah.

2012 yılı Aralık ayının son günlerine doğru rahmetli annem ve Allah sağlık ve sıhhat versin kaderin tek güldüğü ve mutlu ettiği Allah’ın bana verdiği en büyük servet olan eşim aynı gün çeşitli şikayetlerini söylediler. Ben de ismini burada vermek istemiyorum çok iyi konuştuğum doktor arkadaşıma telefon ederek durumu anlattım. Doktor arkadaşım “Yarın hastaneye bana gelin ama annen ve eşin aç olsunlar” dedi.

Ertesi gün doktor arkadaşıma gittik muayene etti, tahliller, röntgen, ultrason ve MR istedi. Doktorun istediği her şey bir hafta sonra belli oldu ve doktor hem eşim, hem de annem için biyopsi yapılması gerektiğini söyledi. Mecburen kabul etmek zorundayız başka çaremiz yoktu.

Yaklaşık bir hafta sonra anneme, on gün sonra eşime biyopsi yapıldı ve sonuçların bir ay sonra belli olacağını söylediler. O bir ay geçmek bilmedi, ne uykum kaldı, ne huzurum sürekli dua ediyor “Allah’ım ne olur kötü bir şey çıkmasın” diyorum. Bir taraftan işe gidiyorum, yaşadığım zor günlere rağmen işimi en iyi şekilde yapmaya çalışıyorum ve yaşadıklarımdan hiçbir arkadaşıma söz etmiyorum.

Otuz gün geldi sonuçlar belli oldu doktor arkadaşım bana annem için çok iyi sözler söylemedi, “Seni üzmek istemem ama maalesef annenin durumu kötü. Ama sen annene söyleme, yine de Ankara’ ya veya Kayseri’ye götürün. Eşin için çok küçük bir sıkıntı var, Ankara’ya gitmenizi tavsiye ederim” dedi.

Ankara’da benim çok sevdiğim, saygı duyduğum, çok değerli abim Genel Cerrah Prof. Dr. Cenap Dener Hocam’a telefonla ulaştım, durumu anlattım Kırşehir’de yapılan her türlü işlemleri kendisine wapsaptan gönderdim. Değerli hocam gönderdiklerimi okuduktan sonra “Ankara’ya kendisine gelmemizi söyledi. Ertesi gün sabahın erken saatlerinde Kırşehir’den hareket ettik ve saat 08.30 gibi Prof. Dr. Cenap Dener hocamın yanında olduk. Bizlerle ilgilendikten sonra eşimi muayene etti ve Kırşehir’ de ne yapıldıysa aynı işlemleri istedi.

Gittiğimiz hastanede sistem çok güzel işlediği için her tüm işlemler aynı gün öğleden sonra belli oldu ve hocam bize birde kendisinin ameliyat etmesi gerektiğini söyleyerek bize on beş gün sonrası için ameliyat günü verdi ve Kırşehir’e döndük.

Kırşehir’e döndük ama sırada annemin işleri var. Annemle birlikte Kayseri Erciyes Üniversitesi’ne gittik. Orada Kırşehir’de yapılan işlemleri incelediler, aynı işlemleri onlarda yaptılar ve annem için iyi sözler söylemediler. Ben de durumu bildiğimi ama annemin gönlünü hoş tutup, ileride vicdanen rahatsız olmamak için getirdiğimi söyledim ve Kırşehir’e döndük. Dediğim gibi bir taraftan işe gidiyor çalışıyorum ama nasıl çalıştığımı bir Allah bilir bir ben bilirim. Derdimi hiç kimseye söylemedim, kafam labirent gibi, vücudum başka yerde, kafam başka yerde, nerede gidiyorum, nerede, geziyorum, etrafında geçtiğim binaların, yanımda geçen arabaların ve insanların farkında değilim, saatler geçmiyor, geceler bitmiyor, evde duvarlar üzerime geliyor, eşim uyurken sürekli ona bakıyor, gizli gizli ağlıyorum ama bütün bunları eşim dahil kimseye belli etmek istemiyorum, anneme bakıp ağlıyorum. Yüzümde ve burnumda üzüntüden, stresten, uykusuzluktan, yorgunluktan sivilceler çıktı kızarıklıklar oluştu ki tanınmaz hale geldim.

Soranlara “cilt hastalığı” diyordum. Bu sırada ağrıları şiddetlenen annemi Kırşehir Devlet Hastanesi aciline götürüyorum, serum verip ağrı kesici yapıyorlar. Annem rahatlayınca eve getiriyorum. Öylesine zor günlerden geçiyorum ki anlatılması çok zor. Bu günlerde Ankara’da internet üzerinden yayın yapan “Güncel Türkiye“ gazetesinde yazı yazıyorum 2008 ile 2018 yılları arasında kesintisiz on yıl bu sitede yazı yazdım ama bunu kimseler bilmiyordu. Uyuyamadığım bir gece gazeteye “ İki büyük nimetim var” başlıklı duygu dolup bir yazı yazarak biraz olsun rahatlamaya çalıştım ama fayda etmedi.

Bir sabah işe giderken eşimin akşama getirmem için bazı istekleri oldu. Öğle yemek arası eşimin istediklerini almak için bir dükkana gittim isteklerimi söyledim ve dükkan içinde geziniyorum ama nedense o gün ben sürekli içimi çekiyor ve ooof diyorum. Dükkan sahibi “Hayrola bir sıkıntın mı var?” dedi, “Yok yorgunluktan ve stresten galiba” diyerek geçiştirdim.

Her neyse iş yerime gittim çalışmaya başladım. Tabi diğer yandan hayat devam ediyor ve ne olursa olsun işini en iyi şekilde yapan, emeğini esirgemeyen, cebinden para harcayan, arabasını kullanan birisiyim, hiçbir sorunu işime taşımam, işte yaşadıklarımı eve taşımam.

Bütün gayretimle işimi yaparken yanıma o zaman çalıştığım kurumda söz sahibi olan, yöneticileri elinde oynatan, her işten anlayan, tüm birimlere giderek oraları düzelteceğini iddia eden, hiç devlet tecrübesi olmayan siyasetin cilvesiyle makama gelmiş bir muhterem bana “Senin çalışma niyetin var mı?” dedi, “Hayrola o ne demek?” dişe sordum.

Senden şikayet var, senin için “çalışmaya niyeti yok, çok isteksiz sürekli içini çekiyor, ofluyor, puhluyor diyorlar, kendine dikkat et iş akdini fesh ettiririm” dedi.

“Hangi arkadaşımız söyledi, kim benden şikayetçi?” dişe sordum, “Buradan birileri değil!“ dedi. “Öyleyse kim veya kimler dedim?“ dedim. “Bugün nereden alışveriş yaptın?” dediği an siyasetin cilvesiyle hiç devlet tecrübesi olmadan köşelerde yer tutan ama elime su dökemeyecek, tırnağım olamayacak bu muhteremin alış veriş yaptığım işletmenin sahibiyle çok samimi olduklarını bildiğim için jeton düştü ve kendisine “Allah aşkına siz ne güzel, ne büyük, ne mübarek insansınız, buralarda kendinize yazık etmeyin, siz devlete lazımsınız lakin size bir sorum var sizi bu göreve getirmek için çok mu aradılar, veya uzaydan mı getirdiler, benim işimden sıkıntı var mı, mesai arkadaşlarımın şikayetleri var mı? Siz ona bakın. Ben dışarıda, markette veya başka yerde içimi de çekerim, oflarım, puflarım, hoplarım zıplarım size ne?” diyerek ağzının payını verdikten sonra, “İnşallah son günlerde yaşadıklarımı Allah size de yaşatsın” deyince “Ne yaşıyorsun ki sıcacık yerde çalışıyorsun, maaşını alıyorsun, çayını, kahveni içiyorsun daha ne olacak?” dedi. “Haklısın içi beni yakar, dışı sizi“ dedim.

Akşam mesai saati bitiminde alış veriş yaptığım iş yerine gittim ve sahibine “Siz beni, ben de sizi uzaktan tanırım, arada bir gelir alış veriş yaparım ama bildiğim kadarıyla sizden için pimpirikli, uyuz, mızmız, kılkuyruk derler, siz benim neler yaşadığımı biliyor musunuz? Arkamdan muhteremin birine telefon ederek ‘Osman bey sürekli içini çekiyor, ofluyor pufluyor, bunun çalışmaya niyeti yok diyorsun?’ dedim. Uyuz ve mızmız muhterem bana, “Ben haktan yanayım” dedi. “Eğer o hak sana kaldıysa vay milletin hakkına. İnşallah benim son günlerde yaşadıklarımı gün gelir sizlerde fazlasıyla yaşarsınız“ dedim ve o günden sonra oradan alış veriş yapmadım.

İşte böyle kim kimin ne derdi var ne bilsin. Herkes kendi havasında, kendi yaşantısında, zevki sefasında ve âlemin keyfi yerinde.

Boşuna dememiş Mevlana: “Beni bir ben bilirim, birde yaratan, bana bir ben lazım bir de beni anlayan” diye.

Sonunu tamamlamak için yazayım eşim Prof. Dr. Cenap Dener Hocam tarafından beş saat süren bir ameliyat edildi, ameliyatta çok küçük problem olduğunu onu temizlediklerini ve bir ay sonra başlamak üzere tekrar üç ay süren bir tedavi uygulanacağını söyledi. Ve hepsi bittikten sonra Allah eşimi bana ve oğlum Alperen’e bağışladı hiçbir problemi kalmadı. Annem de Ankara, Kayseri, Kırşehir arasında gidip, gelmelere rağmen maalesef 16 Haziran 2013 tarihinde ahrete intikal etti.

Özellikle ülkemizde yönetici ve idareci olmak ve başka birisinin derdini anlamak zordur. Neden mi? Tüm bunları anlamak için önce insan, sonra adam olmak, daha sonra da o göreve hak ederek gelmek gerekir.

  1. rahmet eylesin merhum ozanımız Neşet Ertaş “Biz çekmediğimiz çilenin türküsünü yazmadık” derdi. Ben de zaman zaman yazılarımda yaşadığım olayları yazarım. Bu günde bunlardan birsini yazmak istedim.