Kendi eksikliklerimiz ya da özgüven sorunlarımız yüzünden normalde üç kuruşluk insana hak etmediği halde beş kuruşluk değer verdiğimiz için kaybediyor ve üzülüyoruz.

Unutuyoruz insanın çiğ süt emdiğini, yüzümüze gülüp arkamızdan kuyu kazan kötülüklerin abidesi olduğunu.

Herkes bir hava peşinde, herkes şişkinlik içerisinde, herkes makam, menfaat, çıkar, para peşinde, kapris ve kibir ise ayrı bir sancı. Bunun için verilmedik taviz, yapılmadık ahlaksızlıklar kalmadı. Geçmişte utandığımız davranışlardan bugün gurur duyuyoruz.

Ne saygı kaldı, ne sevgi. Hak, hukuk ve adaletin adından hiç söz edilmiyor. İnsanlar tuhaf bir hal içerisinde dönüp duruyorlar.

Oysa ilkokulu, ortaokulu ve liseyi Kırşehir’de okuduğum yıllar öğretmenlerimiz dönen yuvarlak bir küreyle dünyanın yuvarlak olduğunu, döndüğünü ve dünyanın dönmesiyle birlikte gündüz ve gecelerin meydana geldiğini öğretmişlerdi bizlere. Ama geçen süre gösterdi ki dönen dünya değil insanlarmış. Bu nedenle okulda öğretmenlerimiz bizlere “Doğru olun, dürüst olun, çalışkan olun, vatana, millete ve topluma faydalı insanlar olun, şerefinizden ve namusunuzdan taviz vermeyin, alnınız açık, başınız dik olsun, zorda kalanlara yardımcı olun, vefalı olun, sorumluluk sahibi olun, güzel ahlaklı olun” gibi yüce değerleri öğretmekle birlikte ayrıca insanlara güvenilmeyeceğini söyleyerek yalakalık yapanlara karşı tedbir almayı, kuyu kazan, tuzak kuran insanların kuyularından ve tuzaklarından nasıl kurtulacağımızı veya bunları nasıl yapacağımızı öğretselerdi benim gibi insanlar saf, aptal, enayi yerine konmaz el üstünde tutulur, makam ve mevki sahibi olurdu. Kısaca bu konuda öğretmenlerimiz sınıfta kaldılar.

Ben öğrenciyken öğretmenlerimizin bize öğrettiği yüce değerleri yaşantımda prensip edindiğim için hep kaybettim, saf oldum, aptal oldum, enayi oldum. Eğer bizlere öğrencilik hayatımızda insanların döndüğü öğretilseydi bizde herkese güvenmez ve dost zannetmezdik. Bugün bizim iyi niyetimizi kimse kötüye kullanamazdı. Kimse yüzümüze gülüp, arkamızdan kuyumuzu kazamazdı.

Babamı çok küçük yaşlarda kaybettiğim için dokuz yaşında hayata atılarak sürekli insanlarla iç içe oldum. Kırşehir’de çay ocaklarında garsonluk yaptım, pazarlarda sebze, meyve, kavun, karpuz ve balık sattım, kendi ekmeğimi kendim kazandım, hem çalışıp, hem okudum. Kırşehirspor’da futbol oynadım, ayrıca siyasetle uğraştım. Bu nedenle insanları çok iyi tanıdığımı zannederdim ama yanılmışım.

Çünkü ben ve benim gibiler insanlara insan olduğu için değer veren, insan olduğu için saygı duyan, insanın kötülük etmeyeceğini, insana kötülük edilemeyeceğini, kötülüğe yöneltilemeyeceğini düşünürler. Ancak yıllar geçti, 56 yaşına geldim yaşadığım tecrübeler, tanıdığım insanlar göstermiştir ki insanlar hiçte benim tanıdığım gibi sütle yıkanmış, saf, temiz, berrak, dürüst ve güvenilir değillermiş. İnsanların iyi niyetimizi gülen yüzümüzü suiistimal ederek bizlere “saf, salak!” diyeceklerini, dost görünen düşman olduklarını, kendilerini insan görünümlü kemik yığını görmek yerine yaptıkları yüzsüzlükleri, yalakalıkları söyledikleri yalanları, attıkları iftiraları gururla, övünerek anlatan uyanık tayfası olarak göreceklerini düşünememişim.

Üç kuruşluk insana beş kuruşluk değer verince arta kalan iki kuruşa bizleri satacaklarını hesap edememişim. En tehlikeli işin “küçük insanları büyük makamlara getirmek olduğunu” öğrenememişim.

Bunun örneklerini görmek için fazla uzağa gitmeye gerek Kırşehir’e bakın yeter.

İnsanlar insanlıktan çıktı, saygı ve sevgi rafa kaldırıldı, kural tanımazlık, gösteriş budalalığı, kendini beğenmişlik, kibir çevrelemiş insanları. Önceden çaylar demli insanlar mertti, şimdi çaylar sallama, insanlar dallama oldular.

Hiç kimsenin lafına sözüne güven kalmadı, kim dost kim düşman belli değil. Hiçbir insan bir diğerinin iyi olduğunu, bir şeylere sahip olduğunu istemez oldu, aldığınız eve, arabaya veya başka bir eşyaya “hayırlı olsun” diyen kalmadı, çocuklarınızın iyi üniversitelerde okuduğuna, iş hayatında başarılı olduğuna, iyi yerlere geldiğine sevinen kalmadı. Herkes yüzünüze dost, arkanızdan düşman oldular.

Bir insanı kendine yakın görürsün, görünümde üzerinizde güvenilir bir iz bırakmıştır, bu iz neticesinde bu kişiyi insan yerine koyarsınız, güvenirsiniz hatta ileri giderek dertleşir bazı durumları paylaşırsınız ama gün gelir ki dost bilerek dertleştiğiniz kişi sizin söylediklerinizi dünya aleme söyleyerek ihanet eder size.

Duruma göre, düzene göre, siyasete göre dönüyorlar insanlar, ne utanma kaldı ne ahlak, ne insanlık kaldı, ne gurur. Herkes sallayıp başını dönüyor dönebildiği kadar nereye kadar dönecekler bende bilmiyorum ama bildiğim tek şey bizlere okulda dünyanın değil insanların döndüğünün öğretilmesiymiş, çünkü dünya yirmi dört saatte bir defa, insanlar ise yirmi dört defa dönüyorlar.

İnanın insanların dönme hızına dünyanın hızı yetişmiyordur.

Yazımı Nasreddin Hoca’nın çok sevdiğim bir fıkrasıyla bitirmek istiyorum.

Nasreddin Hoca’ya sormuşlar:

“Kimsin ?”

“Hiç” demiş Hoca, “Hiç kimseyim.”

Dudak bükülüp önemsenmediğini görünce, sormuş Hoca:

“Sen kimsin?”

“Kabara, kabara “Mutasarrıfım” demiş adam.

“Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Nasreddin Hoca.

“Herhalde Vali olurum” diye cevaplamış adam.

“Daha sonra?” diye üstelemiş hoca.

“Vezir” demiş adam.

“Daha sonra ne olacaksın?”

“Bir ihtimal sadrazam olabilirim.”

“Peki ondan sonra?”

Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp “Hiiiç” demiş.

“Öyleyse niye kabarıyorsun be adam, ben şimdiden, senin yıllar sonra gelebileceğin

hiçlik makamındayım” demiş Nasreddin Hoca.

Sonu hiç makamı olunca insanlar neden dönerler ki!

Keşke okullarda bize dünyanın değil, insanların döndüğü öğretilseydi de bu kadar ezilmeseydik.