Adamın birisi kümesten tavuk ve civcivleri çalıp, cebine koyarken suçüstü yakalanmış.  Çıkarıldığı mahkemede hâkim, “Söyle bakalım tavuk ve civcivleri neden çaldın?” demiş. 
Adam da “Ben konuşmayacağım, avukat istiyorum!” demiş. 
Hâkim de “Her şey ortada, tavuk cebinde, civciv cebinde. Avukat gelince ne diyecek?” demiş. 
Adam da “Efendim, ben de onu merak ediyorum! Acaba avukat gelirse ne diyecek? demiş. 
Zannediyorum ki fıkradan sonra sizlerde “Bu muhterem bugün Kırşehir için ne yazacak?” diye merak ediyorsunuzdur. 
Doğrusunu söylemek isterseniz ben de ne yazacağımı merak ediyorum. Zira Kırşehir kendisi küçük, derdi büyük bir şehir, nasıl ve ne yazacağımı bilemiyorum. Çünkü daha önce yazdığımız yazılar dikkate alınmadığı gibi çok sayıda eleştiri aldık, hadi eleştiriye açık olalım bu işin doğasında var dedik ama çok kişi tarafından da “Sen kimsin, senin üzerine vazifemi, bu işler sana mı kaldı!” gibi sözlere maruz kaldık, hakaretlere uğradık. 
Aslında etimize, budumuza bakmadan, “Ben kimin, bunlar benim üzerime vazife mi?” demeden memleket bilinci ve sorumluluğu içerisinde Kırşehir sevdalısı olarak cesurca, Kırşehir’le ilgili problemlere, konulara değiniyor, sıkıntıları gündeme getiriyoruz. Ama sesimizi kimselere duyuramıyoruz kendimiz yazıp,  kendimiz okuyoruz.
İki hafta önce “SAYIN CUMHURBAŞKNIMIZA AÇIK MEKTUP“ başlıklı yazımı kim okudu, kaç kişi okudu ve Sayın Cumhurbaşkanımıza intikal ettirildi mi bilemiyorum.
Bana sorarsanız Cumhurbaşkanımıza intikal ettirilmediği gibi, elini taşın altına sokacak kişiler ya okumadılar, ya da okudular ama işlerine gelmedi. Çünkü o yazım birilerinin boyunu aştı ve ağır geldi. Çünkü şu an Kırşehir’de bir yere gelenlerin çoğu ya kaderin, ya da siyasetin cilvesiyle bir yerlere geldiler, hak ederek değil. 
Tabiri caizse başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmediğinden bir türlü belini doğrultamıyor Kırşehir. Bizler de belini doğrultması için yetkilileri bilgilendirmek,  harekete geçirmek ve Kırşehir’e bir çivi çakılması için yazıyoruz. 
1954 yılında ilçe yapılarak yediği büyük darbeden sonra halen kendine gelemedi Kırşehir. Ne göç durdu, ne işsizlik azaldı, ne esnafın durumu düzeldi. Sanayi yatırımları yapılmıyor, can damarları koparılıyor, üzerinde oyun üzerine oyun oynanıyor. Taş olsa çatları, Kırşehir yine iyi dayanıyor. Lakin Kırşehirlinin sırtına öyle bir yük vurmuşlar ki kimse farkında değil.
Bazen düşünüyorum Kırşehir ne zaman farkına varacak, ne zaman gaflet uykusundan uyanacak diye. 
Sadece eğitimdeki başarımızla, şu an için çok iyi durumda olan hayvancıkla ve on iki ve on üçüncü yüzyıllardaki görkemli tarihimizle övünmekten ve avunmaktan başka bir şey değil. Elin oğul atı aldı kaçtı, bizler halen sıpa ile uğraşıyoruz.
Gerek insanlar arasında, gerek STK’lar arasında, gerek siyasiler arasında bir türlü birlikteliği sağlayamıyoruz. Cicim ayı seçilene kadar, iş başına gelene kadar sürüyor, “Bizi diğerleriyle karıştırmayın, biz geçmişte yapanlar gibi olmayacağız, birliğimizden, beraberliğimizden kopmayacağız, Kırşehir için el ele, kol kola çalışacağız“ sözleri iş başına geçince unutuluyor ve herkes tokmağı davula ayrı vuruyor, herkes ben diyor Kırşehir’i düşünen yok. 
Hele elini ateşe sokmak istemeyerek maşa kullanan bazı uyanık tayfaları akıllı işini deliye yaptırırmış misali bizleri gördüğü zaman “Gazeteci efendiler, yazıp, çizenler görüyor musunuz şurasını bir resmini çekseniz de haber yapsanız, yazsanız, çizseniz!” diyenlere, “Siz neden derdinizi yetkililere kendiniz iletmiyorsunuz? Tamam resimlerinizi çekelim söylediklerinizi not alalım, yarına haber yapalım” dediğimiz zaman, “Aman aman yanımızdan git! İyi ki bir şey istedik başımıza bela mı açacaksın!” diyerek sorumluluktan kaçıyorlar, sonra da bizlere dil uzatıyorlar.
Kırşehirli kendi derdini söylemeye korkuyor ve ikinci el kullanmak istiyor, maşa arıyor. Allah aşkına o zaman gazeteciler olarak, yazıp çizenler olarak bizler ne yapalım?
Aldığımız tehditler, işittiğimiz küfürler, uğradığımız hakaretler, iftiralar neler yaşıyoruz, neler. Bizim yerimizde siz olsanız ne yaparsınız acaba? 
Kırşehir kendi insanına iyi gözle bakmıyor, kendi insanını çekemiyor, iyi yerlere gelmesini istemiyor.  
Oysa “Anadolu’da uzayan kol bizden olsun, başkasının akıllısından kendi delimiz iyidir“  derler ama biz uzayan kolumuzu kesiyor, elin delisini kendi akıllımıza tercih ediyoruz.
Nedir bu tezatlık, nedir bu çekememezlik. Onun için diyorum “Kendisi küçük, derdi büyük Kırşehir” diye. 
Kısaca Kırşehir’in başından bela eksik olmuyor. Onun için de Cumhurbaşkanımızın deyimiyle metal yorgunluk var Kırşehir’in üzerinde. Çünkü gördüğüm kadarıyla elle sayılacak birkaç kişi dışında kimse halinden memnun değil, Kırşehir insanı kaygılı, durgun, düşünceli, stresli, üzgün, geleceğinden endişeli. Bu endişeleri gidermek ve birlikteliği sağlamak ve küçük şehrin büyük dertlerini çözmek için Kırşehir’in bu gaflet uykusundan bir an önce uyanması gerekiyor. Yoksa kendisi küçük derdi büyük Kırşehir için çok geç olabilir. 
DİP NOT: Geçtiğimiz hafta yazmış olduğum “26 EYLÜL TÜRK DİLİ BAYRAMI“ başlıklı yazımdan sonra internette yazımın altına yapılan yorumlardan bana bazı sorular geldi. Bunlardan birisi “Süleyman Çelebi’nin Aşıkpaşa’nın torunu olduğu gerçek mi, elinizde bilgileriniz var mı?” şeklindeydi. 
Tabi biz bunları yazarken okuduğumuz kitaplara, incelediğimiz belgelere ve bu işin içinde olan hocalarımızdan aldığımız bilgilere göre yazıyoruz. 
Süleyman Çelebi Bursa doğumludur, ama Amasya Tarihi Müellifi Hüseyin Hüsameddin,   Süleyman Çelebi’nin dokuzuncu kuşaktan Aşıkpaşa’nın torunu olduğunu belirtmektedir. Kabri Bursa’da Çekirge yolunda Yoğurtlu Baba Zaviyesinin önünde bulunan sırt üzerindedir.  
İkinci soru ise Ahi Evran’ın Nasrettin Hoca olup, olmadığı yönünde. Ahi Evran’ın gerçek adının Nasıruddin Mahmut Ahi Evran Bin Abbas olması nedeniyle Konya Selçuk Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliği yaptıktan sonra emekli olan Prof. Dr. Mikail Bayram’ın Ahi Evran’ın adı içerisinde gecen Nasıruddin’den dolayı Ahi Evran’ın Nasrettin Hoca olacağı yönünde bir iddiası bulunmaktadır.