KÂTİPLİK PRESTİJLİ MESLEK

Durup dururken bu kâtiplik de nerden çıktı diyebilirsiniz. Aslında durup dururken çıkmadı. Geçtiğimiz günlerde üç ulusal gazete aynı manşetle çıktı. Tıpa tıp aynı manşet. Haberin ayrıntısı da büyük ölçüde benzer. Sahibi ayrı, yönetimi ayrı, tüzel kişiliği farklı olan üç gazete birden aynı manşetle aynı haberi nasıl yapar? Bununla ilgili bir tv kanalında değerlendirme yapılırken, konuşmacılardan birisi “Bu olay, tam bir basın kâtipliğidir” dedi. Yani “Bunu yapanlar gazetecilik yapmamış, birileri haberi hazırlayıp göndermiş, bunlar da kâtip gibi aynen kayda geçirip yayınlamışlar” demek istedi açıkça. “Basın kâtipliği”, ilk kez duyduğum bir sözdü ama gerçekleşen eyleme bu kadar yakışan bir söz üzerine “kâtiplik” aklıma geldi. Söz çok yakışmıştı ama sanki saygın kâtiplik mesleğine saygısızlık gibi de algıladım biraz. Şöyle ki;

Konumunu, maaşını, kariyerini korumak veya daha üst seviyede bir yer edinmek için gerçeklere değil de birilerinin isteğine uygun haberler, yazılar yazmak bayağı da yaygın. Hep söylüyoruz ya basın dünyasında üç çeşit insan var: Gazeteciler, gazeteci geçinenler, gazetecilikten geçinenler. Son ikisi hem onur anlamında, hem de halkın haber alma özgürlüğüne saygı anlamında utanç verici bir durum aslında.

“Katibime kolalı gömlek ne güzel yakışır” diye şarkı yazan besteci, aslında kâtiplik mesleğinin havasını ve prestijini tek satırda açıklamış. Toplumun çoğunluğunun yırtık ya da yamalı gömleği bulamadığı o dönemlerde, eski filmlerde izlediğimiz grand tuvalet elbisesiyle, ceketinin döş cebindeki kırmızı mendiliyle, yeleğinin düğmesinden küçük cebine zincirle sarkıtılan köstekli saatiyle, kolalı gömleğiyle, püsküllü fesiyle, elindeki süslü Devrek bastonuyla, yılan derisi sivri burun, yumurta topuk İtalyan menşeili iskarpiniyle yere tek tek basarak yürüyen kâtiplerin ihtişamı, görkemi hangi meslekte var?

Kırşehir’de “Kâtip Abdullah” (Abdullah Yılmaz) olarak tanınan Abdullah amcayla bir süre dükkân komşuluğu yaptık. Kızı Asiye, oğlu rahmetli Hüsamettin ve damadı Recep Ceylan yakın arkadaşlarımdı. Abdullah amcayla zaman zaman mesleki ve siyasi anılar üzerine kısa sohbetler yapardık. Tabi çok ilginç anılar dinledim de; kendisi çok titiz, prensipli, arzuhalcilik dalında level atlamış birisi olarak söylediği şu sözü hiç unutmam: “Dilekçe var valiyi yerinden oynatır. Dilekçe var bakanı yerinden oynatır, Dilekçe var başbakanı yerinden oynatır.”

Ders niteliğinde bir söz. Gerçekten de herhangi bir talep, istek veya şikâyet için vereceğiniz dilekçelerde yasalara, yönetmeliklere uygun, sağlam delillere dayalı, somut gerekçeler sunmazsanız, o dilekçeden hiçbir sonuç alınmaz.

***

Kâtiplik, faaliyet alanı oldukça geniş, çok amaçlı bir meslek. Eskiden Osmanlı döneminde divan katibi, tahrir katibi, beylikçi katibi, sadaret katibi, sefaret katibi, mektupçu katibi, defterdar katibi gibi sınıflara ayrılırlardı. Şimdi de bir çok alanda saygın olarak yer alıyorlar: Mahkeme katibi, zabıt katibi, TBMM katibi, icra katibi, belediye meclisi katibi, noter katibi gibi…

Fakat kâtiplik deyince bende iz bırakan birisinden bahsetmem lazım. Uzun yıllar otobüs yazıhanelerinde bilet kesen Kâtip Hasan’ı (Hasan Çıtak) 30 yaş üstü herkes tanır. Tanır çünkü çok uzun yıllar memlekette bir tek otobüs firması vardı (Zaman zaman kısa süreli firmalar kurulur ama uzun süre dayanamazlardı rekabete). Rahmetli Hasan Ağbi, belki de 30 yıldan fazla yürüttüğü yazıhane kâtipliği sırasında herkese yardımcı olmaya çalışan, esprili, pratik çözümler üreten güler yüzlü sempatik bir insandı.

Bir gün Ankara’ya gitmek için yazıhaneye gidip Hasan Ağbi’den öğleden sonra için bir bilet istedim. Beni de çok severdi. Boynunu büküp öyle bir üzüldü ki, o hâlini görmeye dayanamaz insan. “Memedim valla iki gün hiç yer yok, ayakta yolcu almamız da yasak” dedi. O gün akşam çok sevdiğim iki arkadaşım evleniyor, düğüne mutlaka gitmem lazım. Hem tek firma var o zamanlar hem de sefer sayısı çok az. Mecburen ısrar ettim: “Hasan Ağbi, önemli bir düğün var, mutlaka gitmem lazım”. Boynunu yine büktü “Memedim napıyım valla hiç yer yok” diye çok üzgün bir sesle sanki beni teselli eder gibi baktı. Ben ısrara devam edince “Ağır vasıta ehliyetin var mı?” diye sordu. “Yok ağbi, hayrola” dedim. “Valla aklıma başka şey gelmiyor, ehliyetin olsaydı şoförün yerine sen sürerdin otobüsü, başka türlü seni Ankara’ya göndermenin yolu yok” dedi. “Dalga geçme ağbi, olacak iş mi?” diyecek oldum. “O zaman valizleri bagaja yerleştirebilirsen, yolculara su da dağıtabilirsen, muavinin yerine göndereyim seni” deyince durumun imkânsızlığını anladım, mecburen Aşıkpaşa Türbesi’ne çıkıp birkaç saat bekledikten sonra Doğu otobüslerinden birisinde yer bulup gittim.

Otobüslerde ön tarafta yolculuk yapmak sanki VİP torpilli bir uygulamaydı. Herkes ön taraftan bilet ister. O kadar gına gelmiş ki artık, Kâtip Hasan yine önden yer isteyen birisine patlamış, “Ön taraftakiler yarım saat erken mi gidiyor? Öyleyse şoföre söylerim terminale geri geri girer, sen daha erken varırsın.”

Yaşlı bir kadın da “Evladım hastayım, bana ön taraftan bir bilet ver” deyince Hasan Ağbi’nin cevabı hazır: “Hala ön tarafta dispanser mi var?”

Birisi de kendisine verilen 6 numarayı beğenmemiş “Burası teker üstü” diye. Hasan Ağbi’nin bu duruma da çözümü hazır: “Sen merak etme ağbi, ben muavine söylerim, tekerleri söker.”

Rahmetli Kâtip Hasan’ın esprileri, güzellikleri, sempatik tavırları daha o kadar çok ki, onlar ayrı bir yazı konusu…

Kolalı gömleğiyle adına şarkılar yazılan, esprileriyle hafızalarda derin yer edinen, toplumda saygın ve prestijli bir konumu olan kâtiplik mesleğine gölge düşürecek “basın kâtipliği” deyimi, gerçekten de basın mesleği için de insani olarak da çok onur kırıcı bir durum. Umarız basın camiası kendi içerisinde bu tür kişileri ayıklar ve mesleğe daha fazla zarar vermelerini önler.

Kâtiplik de anlaşılacağı gibi çok kapsamlı bir sözcük. Tatlısı, acısı, suistimali, saygınlığı, kötüye kullanımı ile aynı Türkiye gibi.

“Kâtip arz-ı hâlim yaz yâre böyle.”