Her 4 Nisan'da kar yağar diye beklerim. Nisan karı şebboyların üzerindeki kar gördüğüm yıllara ve bahçelere götürür beni.

Her 4 Nisan'da kar yağar diye beklerim. Nisan karı şebboyların üzerindeki kar gördüğüm yıllara ve bahçelere götürür beni. Ama bu sene kış Mart'ı geçmekle kalmadı Nisan ayına karı da, donu da, ayazı da taşıdı... Haziran bitecek neredeyse, hava şartları şaşırtıyor hepimizi.
Nail ve Ayşegül Kırşehir yollarına düştüklerinde bir soğuk hava dalgası Türkiye'yi etkisi altına almıştı. Memlekete vardıklarında Mart ayının kazma kürek yaktıracak günlerini kapıda buldular. Gönderdikleri resimlere ve iletilere bakınca Mayıs sonunda memlekete gidip kayısı, erik yeme hayallerimin bu yıl da suya düşeceğini anladım. Ağaçlar yine yalancı bahara kanmış, dallarına su yürümüş, çiçeklenmiş iken kara ve dona teslim olmuştu. Don ve ayazın ekini vurması da kaçınılmaz belki de...
Kırşehir'de Mart'ta kar görmüşlüğümüz çoktur. Nisan yağmurları yerine kar gördüğümüz günler sayılıdır aslında. Havaların ayarı modaya uydu, bozuldu. Adamın adam olduğu devirde kar da kar gibi yağardı elbette. Bir evden diğerine gitmenin zor olduğu günleri biliyorum ama babaannemin anlattığı “evden eve gitmek için karın içinde tünel kazıldığı” dönemleri ben anımsamıyorum. Bingöl'de görevliyken bir günde yetmiş sekiz santim kar yağdığına tanık olmuştum ama Kırşehir'de şehir içinde diz boyunu geçenini görmedim.
Evimizin camlarına yapışan kar tanelerinin büyüleyici şekil zenginliği çocukluk anılarımızın en yürek titreten deneyimlerinden birisiydi belki de? Elif teyzenin evinin damında yükselen kar yığını ve bacasından tüten dumanın arkasında hayal meyal görünen Lale Camii ile kavak ve ceviz ağaçlarına bakan bir kaç cumbalı evin süslediği ıssızlaşmış bir sokağımıza yağan lapa lapa kar. Sokağı kesen Kayseri Caddesi’nden ara sıra geçen ve kar yağışının kayganlaştırdığı yokuşu zorlanarak çıkan kamyonun gürültülü çırpınışları... Soğuktan titreyen kuşların mırıldanmaları, kar yağışına karışan köpek ulumaları...
Çoğu toprak olan damların temizlenmesi için yağışın durması beklenirdi elbette... Damdan aşağıdaki kar yığınına atlayan arkadaşlarımın neşeli çığlıklarını annelerinin, babalarının heyecanlı ve kızgın bağırışları izlerdi.
“Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” denilen günlerde sobalı bir evde büyümüşüz. Ev desen de iki katlı konak. Alt katta kiler olarak kullanılan bir oda ile ahır ve samanlık... Üst katta tavan yüksekliği üç metreyi bulan bir mabeyne (salona) açılan üç oda ile bu odalardan birisine bağlı bir mutfak. Sokağa bakan bir cumba ile avluya bakan bir balkon ile avlunun diğer köşesinde kışlık odun kömürün yığıldığı ekmeklik, tandırlık olarak kullanılan bir eklenti ... Evin her odasını ısıtmak olası ve gerekli değil. Kullanılan odaların ısıtılmasına hizmet eden iki döküm sobanın biri her daim, diğeri misafir kabul edildiğinde yakılırdı. Birkaç oda dışında evin diğer odaları buz keserdi.
Yüklüklerdeki banyo teşkilatını hatırlıyorum. Evin alt odalarından birisine banyo yaptırılıncaya kadar soba üzerinde ısıtılan su ile yıkandığımızı da. Bugün için ilkel görülebilir ama çat çat ayazda bile, Emine Kadın Çeşmesi’nden taşıma su ile ihtiyaçların karşılandığı dönemlerde dahi banyo işinin ciddiye alındığı çocukluk anılarımın arasındadır. Çok soğuk günlerde Terme Kaplıcasına, bazı özel durumlarda Kazankaya'daki belediye hamamına gidildiği vakıadır.
Kış gecelerinin eğlenceli aile toplantılarının, konu komşu, eş dost birlikteliklerinin keyfi ve tadı damaklarımızda hâlâ. “Kuzine” sobanın üzerindeki demlenen çay, içinde közlenen patates, devlet sırrı gibi saklanan tarifler üzerine yapılan kekler, kokusu odaları kaplayan poğaçaların sunumunu beklerken duyulan çocuksu telaş. Sini üzerine dizilmiş köftür, ceviz, hevenk üzümü, elma, ayva, erik kuruları, dirileri ile donatılmış sofraların zenginliği. “Yüzük bulma”, “dağ-şehir-nehir”, “el el üstünde kimin eli var” gibi oyunlar ile dolu binbir gece masalları tadında kış geceleri.
İllaki “tel tel çekelim” muhabbeti. “Tel tel çekmek” için kışın en soğuk günleri beklenirdi... Babamın Nafiz Bayındır, Mehmet ve Hacı Çetin amcalar ile günler süren “tel tel çekelim” şakalaşmaları sonrası, bir gün kavrulmuş undan şekerden hamurun hanımlarca hazırlanması ve yoğurulması. Kıvamlı hamurun çat çat ayazda beyler tarafından kıvrılarak bükülerek “tel tel dökülecek duruma getirilmesi”... Bugün “pişmaniye” diye aldığımız ürünün kapı önünde, kar ve buz üzerinde sıcağı sıcağına üretilirken tüketilmesi.
Karın çok yağdığı günlerden bir gün Ankara-Kayseri yolunun kapandığını, bir çok otobüsün yolda kaldığını, belediye hoparlöründen bir duyuru yapıldığını, yolda kalan iki çocuklu bir aileyi misafir ettiğimizi anımsıyorum. Bizim gibi bir çok ailenin de bu fedakârlığı gösterdiğini...
Kar yağardı, yağdığında iyi yağardı. Evimizin yanındaki boş arsadaki tepecikten Emine Kadın Çeşmesi’ne giden yola doğru kaymak eğlenceliydi. Yolun bir bölümünü kaymak gibi buza çevirdiğimiz için büyüklerimiz kızar, hatta kayak yaptığımız yere kül döküp hevesimizi kursağımızda bırakırlardı. Onlara inat, onlar gidince başka bir kayak yolu yapardık. Büyüklerimizin eski ayakkabıları, merdivenler, okul çantaları başlıca kayak malzememizdi.
Hasta olmadığım kış hatırlamıyorum. Çocukluğumda kar görmediğim kış hatırlayamadığım gibi. Soğuk algınlığından zatürreye kadar bir dizi hastalık. Ateşler içinde geçen geceler. Annemin gece boyu çırpınışı, çaresizliği. Kırşehir'de doktor sayısı bir elin parmakları kadar. O da erişebilene. Devlet Hastanesi şehrin uzak bir ucunda. Ama olsun, bir hastalık olduğunda mahalledeki sağlık olanakları (?) devreye girer. Önce konu komşu “konsültasyon”a başlar. Herkes ayak üstü birkaç “reçete” türetir, akıl verir.
Rahmetli Meryem halam “nazar değdi bu çocuğa” diye kurşun dökmeye seyirtir. Eğlenceli bir iştir kurşun dökme seremonisi. Bir örtünün altına oturtulurum, ocakta kurşun eritilir. Bir sahanın içine yüzük, düğme bir şeyler atılır, su konur. Meryem Halam mırıldandığı dualar ile erimiş kurşunu suyun içine boşaltır. Örtünün altına sinmiş bir halde kurşunun suyla karşılaşmasının gümbürtüsünü duyarsınız. Suyun soğuttuğu ve şekillendirdiği kurşun üzerindeki kabarcıklar, çıkıntılar ayrı ayrı yorumlanır. Bir iğne veya bez ile kurşundaki “kem gözler” patlatılır. Nafile, ben yine hasta olurum.
Ateşler içinde kıvrandığım gecelerde annemde ateşi düşürememenin telaşı, havale geçireceğim endişesi, babaannemin “bir oğlana bile bakamadınız” kaynanalığı, babamın doktora ulaşma çabaları, hasta bedenimin çaresizliği gaz lambasının ve odadaki sobadan sızan ışıkların oda tavanındaki hezenler üzerindeki gölge oyununa karışır gider. Annem bir gazeteyi pekmeze bandırır, üzerine biber, baharat döker, sırtıma, göğsüme yapıştırır. Göğsüm yumuşar, sabaha dirilirim bir şekilde...
Bunlar çare olmaz ise doktora gidilir veya doktor getirilir. Sami bey, Adem bey gelir, yazar “üşütmüş bu çocuk” der, “penisilin” yazar, gider. Allah uzun ömür versin, Nazire halam iğnesiyle kapıda belirir, gürül gürül yanan soba üzerinde iğne ve enjektör kaynatılır. Önce ampuldeki sıvı toz penisilin şişesine zerkedilir, şişe çalkalanır, beyaz sıvı enjektöre çekilir. İğnenin sızlattığı yerde penisilinin ağrısını bir müddet hissedersiniz, birkaç iğneden sonra ağzımın tadı yerine gelir, başım yastıktan kalkar.
Diz boyu karda Mithat Saylam İlkokuluna giden dar sokak aralıklarında içine gömüleceğimiz hissi uyandıran diz boyu kara karşın kar tatili hatırlamıyorum. Kale Ortaokulu'na ve sonrasında Cacabey Ortaokulu'na gittiğimiz yıllarda da, yani 1960'lı, 1970'li yıllarda kardan, kıştan okul tatili olmadığını söyleyebilirim.
Karabacak'taki bağ evinden kar yağdıktan sonra şehre dönüldüğü anlatılırdı. 29 Ekimlerde, 10 Kasımlarda kar ve ayaz olmaması nadirdi belki de... Ancak kış kışlığını bilirdi, kar Sonbahar'ın son aylarında yere düşerdi. Doksanlı yıllardan sonra, biraz da, belki küresel ısınmanın etkisiyle mevsimlerin kimyası değişti. Kar yağmayan nice kışlar yaşadık. Kar yağdığı günler, yıllar nadirleşti. Şimdilerde kar, yağması gereken aylarda değil de neredeyse baharın ikinci ayında yağmaya başladı. Bu durumda da ekin ayazdan kavruluyor, erikler, kayısılar daha çiçek iken heba oluyor, ister istemez.
Uzun lafın kısası bu sene zamansız yağan kar, vuran ayaz Kırşehir'in ekonomik can damarı tarımı da vurmuş oldu yine... Ne diyelim geçmiş olsun.
Eskiler “aklım var parayı ne yapayım, param var aklı ne yapayım” derlerdi. Aklın ve paranın bir türlü buluşamadığı coğrafyanın “makûs” talihi deyip geçebiliriz. Ama aklı ve bilimi manevi miras olarak kabul etmiş insanlar olarak yağan kara, donan ekine, kayısıya, eriğe hayıflanmaktan öte yapmamız gerekenler var.
Kırşehir'in termal varlığının bilinen ve bilinmeyen kısımlarına bir bakmalıyız. Bu varlıklara “su akar, deli bakar” tarzı bakışımızı biraz değiştirmeliyiz. Karakurt Kaplıcadır, Terme Kaplıcadır, başka bir hizmet vermez. Sıcak su şehrin kısmen ısıtılmasında kullanılıyor son yıllarda. Ama neden seracılık için kullanılmıyor? Deneyen var mı bilemiyorum. Bu konuda araştırma, “yapılabilirlik etüdü” yapan bir kurum var mı, bilemiyorum. Bildiğim, 4 milyonluk bir pazar üç saatlik mesafede iken, elimizdeki toprağı, suyu, termal enerjiyi değerlendiremeyip, değerlendirmek için yetkilileri proje üretmeye zorlamayıp, kıt kanaat geçinmeye razı olmamız.
Varlık içinde yokluk içeren Kırşehir'in “hali pür melali”ni dile getirmiş iken şu fıkrayı hatırlamamak olası değil;
Vakti zamanında bir kasabayı sel basmış. Sular giderek yükselirken, halk panik içinde kaçmaya başlamış. Kilisedeki herkes dağılırken, kaçmayan papaz demiş ki:
- “Ben yıllardır Tanrı'ya kulluk ederim. Hep onun yolunda çalıştım, Tanrı beni kurtarır.”
Sular iyice yükselirken, papaz kilisenin bir üst katına çıkmış, bakmış ki; insanlar kayıklarla geçiyorlar. Kayıktakiler bağırmış:
- “Hadi peder, atla kayığa!..”
- “Siz gidin, Tanrı beni kurtarır...”
Sular yükselmeye devam edince, papaz kilisenin çatısına çıkmış. İkinci kayıkla geçenler papazı uyarmışlar:
- “Hadi peder, çok geç olmadan atla!..”
Papaz onların da uyarısına aldırmamış:
- “Hayır, siz gidin, Tanrı beni kurtaracak biliyorum...”
Sular iyice yükselince direğe tırmanan papaz, tepesinde bir helikopter görmüş. Helikopterdeki kurtarma ekipleri papaza seslenmişler:
- “İnat etme peder, gel bizimle!..”
Papaz yine inat etmiş:
- “Olmaz, Tanrı beni kurtaracak!..”
Sular daha da yükselmiş ve papaz boğulmuş. Boğularak ölen papaz, öbür dünyada, fıkra bu ya, Tanrı'nın huzuruna çıkıp sitem etmiş:
- “Ben sana küstüm Tanrım!”
Tanrı merak etmiş:
- “Hayrola papaz efendi, niye küstün?”
- “Tanrı'm, bunca yıl yolundan ayrılmadım, bir kere başım sıkıştı, sen beni kurtarmadın.”
Papazın sitemi üzerine, Tanrı demiş ki:
- “Sana iki kayık, bir helikopter yolladım ya, daha ne yapayım?”
Teşbihte, benzetmede hata da, kusur da olmaz. Kıssadan hisse çıkaracak olursak; Allah toprağınızı vermiş, suyunuzu vermiş, termal enerjiyi vermiş... Dahası 180 kilometre ötede pazarı, tüketiciyi de vermiş, satacak, pazarlayacak bir şey üretemiyorsan Allah ne yapsın kardeşim? Kendi tembelliğini, akılsızlığını, beceriksizliğini götürüp “fıtrat” dayamak kolaycılığından vazgeç artık. Çok geç olmadan...
Ramazan bereketinin önce dimağlara, beyinlere, akıllara yağması, memleketimize aydınlık günler getirmesi umudu ile hayırlı Ramazanlar dilerim...