Allah’ın ilk emri “oku”… “Tekrar et”, “ezberle” değil, “anlayarak oku”… Bunu öğrenmeden çok önceleri, okumam için rahmetli babam çok ısrarcı olmuştu. Kırşehir’de ortaokuldayken babası, yani adını aldığım dedem Ali Akdoğan vefat edince devamsızlıktan tasdikname almış, ömür boyu okumamış olmanın eksikliğini hissetmişti. Sanırım bu nedenle “okuyup adam olmamız” konusunda ısrarcıydı. İlkokul üçüncü sınıfta sarılık olup yatağa düştüğümde, yatağa çivilenip kaldığım üç ay boyunca okumam için bana düzenli olarak gazete, dergi, kitap getiren babam, iyileştikten sonra Kitapçı Ali Baytok’tan, deftere yazdırarak istediğim kitabı almama olanak sağlamıştı. 
O kadar ısrarcıydı ki bu konuda… 1970’de, Kırşehir’de liseye başladığımız günlerde, zamanımı top oynayarak harcadığımı düşünmüş olmalı ki; bana “senin okuyacağın yok, seni (rahmetli) Demirci Ruşen’in veya Demirci ‘Şavgı’nın yanına vereyim de bari meslek öğren, hiç değilse eve katkın olur, kelle paça yeriz sayende” diye kızmıştı. Henüz kapağını açmadığım ders kitaplarını (rahmetli) Ali Baytok’a geri vermişti. Liseye başladığım ilk haftalarda okula kitaplarım olmadan gidip gelmiştim. “Adam” oldum mu bilemem ama okudum, ülkeme faydası olduğum işler yaptım, ülkemi temsil edecek görevlerde bulundum, birçok ülkede ülkemi alın akıyla temsil ettim. Emekli olduğumda ilk yaptığım işlerden birisi, meslek yaşantım nedeniyle yarım bıraktığım hukuk tahsilini tamamlamak oldu. Okumaya, yazmaya, fikir ve eser üretmeye, içinden yetiştiğim topluma hâlâ faydalı olmaya çalışıyorum.
Sonuçta, babamın bende tetiklediği okuma merakı, okumanın, anlamanın, öğrenmenin, düşünmenin, sonrasında da “yaratıcı düşünce”nin yaşamdaki önemini anlamama büyük katkısı oldu. Uygarlığı yaratan karşılaştıklarının nedenlerini araştıran, karşılaştıklarından dersler çıkaran “yaratıcı düşünce”ydi. Uygarlık yaratıcı çabalarla hasılası uzun zamanda alınacak işlerle uğraşmaktı. 
Narlıdere’de, İstihkâm Okulu ve Eğitim Merkezi’nde bölük komutanlığı yaparken bir asker için “işe yaramaz, ebleh” nitelemesi yapan bir takım komutanına yanıldığını söylemiştim. “Seni kan pıhtısından yaratan Allah’ın adıyla oku” diye seslendiği kullarında “yaratıcılık” özelliğiyle var olduğunu anlatmıştım. Asteğmen arkadaşım ne anladı bilmiyorum ama “işe yaramaz” dediği askerin hurdalıktan bulduklarıyla yaptıklarını gördüğünde şaşırdığını dün gibi hatırlıyorum. İnsanlarda eğer yaratandan bir parça varsa bu olsa olsa “yaratıcı düşünce”dir, yaşama katkısı ve faydası olacak eserler üretme yeteneğidir. 
Bingöl’de komutanlığını yaptığım Tabur için tedarik ettiğimiz hafif silah nişancı simülatörü arızalanmıştı. Onarım için İstanbul’a göndermemiz gerekiyordu. O günün şartlarında bu, birkaç hafta, hatta birkaç ay nişancılık eğitiminde önemli mermi tasarrufu sağlayan bu sistemin kullanılamaması demekti. Simülatör için görevlendirdiğimiz asker bunu onarabileceğini söylediğinde inanmamıştım. Kayıtlarımızda lise mezunu görünüyordu. Elektrik, elektronik eğitimi almış birisi değildi, bilgisayar kullanabildiği için simülatörde görevlendirmiştik. Tereddüt ettiğimi görünce; “Lise 2’deyken TUBİTAK’tan ödül aldığım proje bu simülatörün çalışma tekniğine dayanıyordu, gerekli malzemeleri alırsanız bu simülatörden bir tane daha yapabilirim” demişti. Sistemin çalışma mantığı optik işaretleyiciden gönderilen ışının bilgisayar aracılığıyla algılanmasıyla ilgiliydi. Dokuma tezgâhlarındaki ilmek hatalarını da bu şekilde denetleyen bilgisayar destekli bir ışın, algı mekanizmasıyla bulunuyordu. Malzemeleri aldık, o da dediğini yaptı. 
İmam Ebrem, “Sütçü İmam” gibi mesleği değil ismi “İmam” olan ülkesini seven çalışkan ve fedakâr bir evladımızdı. Gaziantep İsmet Paşa Lisesinde okumuştu. Sonrasında geçim gailesiyle çalışması gerektiği için okumamış, çalışmak zorunda kalmıştı. “Dokuma tezgâhlarında ilmek hatasını bulmak” için bir proje sunmuştu TUBİTAK’a. Ürettiği projeye Türkiye’de ilgi gösteren olmamasına karşın, Kanada ve İsviçre’den iki firmanın ilgilendiği ve sonraki araştırmalarına destek olmak istediklerini anlatmıştı. “Ülkemde kalmak, ülkeme hizmet etmek istiyorum” demişti.
Bundan bir süre sonra, karlı bir kış günü, cephanelikte nöbet tutarken karşılaşmıştım. Terörün ülke gündeminin ilk sıralarında olduğu yıllardı. Onun için endişelenmiştim. Asker ocağını anlamlı kılan özelliklerden birisinin de, istisnasız uygulanacak “vatan görevini yapmaya gelmiş her ana kuzusuna eşitlik temelinde davranılması”dır. Bu konuda, askerlik yaşamım boyunca kimseye “ayrıcalık” talebim ve uygulamam olmamıştır. İlki ve belki de sonuncusu “İmam Ebrem” için olmuştu. Onun bölük komutanı Yzb. Yaşar Kılıç, askerleri arasında eşitliği sağlayacak şekilde nöbet ve hizmet planlaması yapmak zorunda olduğunu söyleyerek itiraz etti ve haklıydı. Ülkemizin, az bulunur bu tür beyinlerin yaratıcılıklarıyla bir yere geleceğini düşünen birisi olarak bunu talep etmiştim, ben de haklıydım.
İmam Ebrem başarıyla ve sağlıkla vatanî görevini tamamladı, terhis oldu, Gaziantep’e gitti. Ben de Ankara’ya tayin oldum. Birkaç yıl sonra beni telefonla aradı ve ondan sonra da İmam Ebrem’den haber alamadım; “Komutanım, size, ülkemde kalacağımı, ülkeme hizmet etmeye çalışacağımı söylemiştim. Bu kadar yıl bu konuda direndim. Beni bağışlayın, burada yaptıklarımı, yapabileceklerimi insanlara anlatabilmekte zorlanıyorum. Araştırma yapmama olanak tanımıyor, zaman kaybı görüyorlar. Bir Kanada firması araştırmalarıma destek teklif ediyor, onların teklifini kabul edeceğim, eğer izin verirseniz…” Ne diyebilirdim ki… İncelik göstermişti, çekip gitse haberim dahi olmayacaktı ama o, öyle çekip gitmeyi bile kendine yedirememişti.
Sonrasında internette araştırdığımda, ismi, “insan kanındaki kırmızı rengi ve demirli bileşiği sağlayan hemoglobin miktarını kesin ve tam sonuç verecek şekilde kısa sürede ve daha ucuza mal eden bir testle, sonucu yüzde ve gram olarak tespit etmek amacıyla hazırladığı proje” bilgilendirmesiyle karşıma çıkmıştı. Bu bilgilendirme yakın zamana kadar TUBİTAK sitesinde görünüyordu. (Bu yazıyı hazırlarken internette araştırdığımda, İmam Ebrem ile ilgili bilgilendirme “önizleme”de görünmesine karşın TUBİTAK sitesinden kaldırılmıştı, nedense?)
Eğitim hayatım boyunca “yaratıcı düşünce” üzerine yazılar okudum, kendi kurumum içinde bunu anlatacak sunumlar yaptım, yazılar yazdım, planlamalara katıldım. Silahlı Kuvvetlerin modernizasyonu çalışmalarında aldığım görevler “yaratıcı düşünce”nin ülke kalkınmasındaki rolünü daha iyi anlamama yardım etti. “Yaratıcı düşünce”nin önünü açmak yerine, “ne düşüneceksen önce bana bir sor” sığlığına sığındığımız bugünlerde Alman Federal Cumhuriyetinde iki Türk’ün “mucizevi buluşlar”ına ilişkin haberleri hayıflanarak izlerken İmam Ebrem’i birkaç kez andım. Onunla benzer kaderi yaşayan binlerce insanımızdan daha çok, ne yitirdiğinin farkında olmayan seksen milyonu aşkın insanımız için üzüldüm. Üzüldüm hep, üzülüyorum boşa harcanan kaynaklara sizler için üzülüyorum. Büyük bütçeleri günlük getiriler için tüketerek bir türlü sağlıklı kalkınmanın yolunu bulamayan memleketim için, Kırşehir için üzülüyorum. Sizler, yüreğinizde iş, aş, gelecek kaygısıyla milyonlar harcanmış Kent Park’ın dibinden akan cılız suya dalgın dalgın, bu tür uyarılarda bulunanlara “pel pel” bakarken.
Üzülüyorum, korkarım daha çok üzüleceğim, üzüleceğiz, üzüleceksiniz…