"ÇÖL KADINLARI" GALOŞ-LAPÇIN GİYERDİ
İkinci Dünya Savaşı'nın her yönden sefalet dolu yaşamında giyecekler de önemli yer tutardı. İyi bir ayakkabıyı öyle herkes alamazdı. Zaten hazır ayakkabılar pek yayılmamıştı. 30'lu, 40'lı, 50'li yıllarda çarşının en iyi ayakkabıları babam Bekir Yastıman ve amcam Ali Yastıman'ın onlarca işçi ve kalfa çalıştırdıkları atölyelerinde dikilirdi. Ayakkabı atölyemiz fabrika gibi çalışırdı. Üretimde kullanılan deri, kösele gibi ham maddeler Kayseri'den sağlanırdı. O yıllarda el yapımı ayakkabı çok tercih edilirdi. Sağlam ayakkabı isteyenler kunduracılara sipariş verirlerdi. Ayakkabı diktirecek müşterinin tabanı bir karton üzerine bastırılıp etrafı çizilerek numarası saptanırdı, sonra da ayak üstünün genişliği, yani tarağı mezura ile ölçülmek suretiyle belirlenirdi. Mest-lâstik, yemeni, potin, iskarpin en çok aranan ayak giyecekleriydi. Çizme yok gibiydi. Üstüne bağ yerine çıtçıtlı kapak konulmuş uzun gonçlu şasonları varlıklı ailelerin çocukları giyebilirlerdi. Çocukları için dayanıklı ayakkabı diktirmek isteyenler tabanına demir kabaralar çaktırır, fort denilen arkasına da kösele yerleştirilirdi.
Özellikle “Çöl” köylerinde oturan, “Osmanlı kadını” denecek kadar muhterem, görgülü ve sözü sohbeti dinlenir yaşlı Kürt hatunlar için bizim atölyemizde yüksek ökçeli “galoş”, ökçenin  içine oturacağı biçimde “lapçın” imâl edilirdi. Ayakkabının yanında yün çorap bulmak da herkesin kârı değildi. Bırakın yün çorabı, iplik çoraba çoktan razıydık. Bacağa kadar uzanan siyah “tor” çorap kız çocukları ve kadınların bulabildiği en iyi cins çoraptı. Galoş-lapçının yanı sıra aynı kadınlar başlarının arka tarafına uzun saç yerine siyah Bursa ipeğinden yapılmış ve baş kısmı çeşitli renklerde simlerle örülmüş saç püskül takarlardı. Bu püskülleri de sadece biz hazırlardık.
İLKOKULA KADAR GİYSİMİZ ENTARİYDİ
Bizim kuşak pantolonla ilkokula başlarken tanıştı desek yerinde olur. İlkokula başlayıncaya kadar entari giymiştik. Pantolona terfi edince bu kez de oynaya sıçraya dizlerimizi ve arkamızı çabuk eskitmeye, bu yüzden babamızın haklı tepkilerine uğramaya başladık. Babalarımız yeni pantolon diktirmemenin çaresini bulmuşlar, dizlerimize “süvari” adı verilen yamalık, arkamıza da iki el ayası büyüklüğünde kocaman başka bir yamalık vurdurarak yırtıkları kapatma yoluna gitmişlerdi. O yıllarda okula şimdiki gibi toplu taşıma araçları ile gidilmez, zengin-fakir bütün çocuklar karda kışta yürüyerek okullarına ulaşırlardı. Tabiî ki dönüşleri de aynı şekilde olurdu. Öğretim yılı Mayıs ayının sonunda sona erer, yeni öğretim Eylûl'ün ikinci haftasında başlardı. İlkokula giderken kız-erkek bütün öğrenciler Fransızca “pötikare” (küçük kare) sözcüğünden bozma, halk ağzında “bitikara” halini alan, hepsi aynı desenli önlük giydi. Ben ilk ceketi ortaokula başlarken gördüm. O da terzide ölçüye göre dikilmiş değil, Suriye'den kaçak getirilip satılan ceketlerdendi.
ATATÜRK'LÜ ALFABEYLE OKULA BAŞLADIK
Savaşın yoklukları bitecek gibi değildi. Okulda ilk başladığımızda çektiğimiz sıkıntılar da anlatmakla tükenmez. Çantalarımız ağaçtandı. Sırt çantası henüz icat (!) edilmemişti. Okul kitabı bakımından sıkıntı çekmezdik. Kitaplar tek tipti ve aynı kitabı birbirimize devrederek yıllarca okurduk. Üzerinde Atatürkümüzün küçük Ülkü'yle birlikte resmi bulunan Alfabe hâlâ belleğimden silinmez. İlk sınıfı bitirirken alfabemizin son sayfasında zevkle okuduğumuz kargalı tekerlemeyi hiç unutmam: 
Karga, karga gak dedi / Çık o dala bak dedi / Çıktım, baktım o dala / Bu karga ne budala // Karga fındık getirdi / Sıçan yedi bitirdi / Onu tuttu bir kedi / Miyav dedi, av dedi // Karga az gitti, uz gitti / Dere tepe düz gitti / Altı ay, bir güz gitti / Müjde alfabe bitti.
Kırşehir’in okul malzemeleri ihtiyacını önceleri Mehmet Sülükçü ve oğulları iki katlı tarihî konağın altındaki mağazasında tek başına karşılardı. Sülükçüler'e sonradan Baytoklar eklendi. Ancak kaliteli defter, kalem, silgi gibi okul malzemelerini bulmakta çok zorlanırdık. Özellikle en çok kullanılan kurşun kalemler çürük çıkar, ucu ikide bir kırılırdı. Kırılan ucun yenisini açmak için çoğu kez jilet kullanırdık, açmaya çalışırken de parmaklarımızı kestirirdik. Silgisi olmayanlar şahadet parmağını ıslatıp hatalı sözcüğün üzerine sürterek silmeye çalışırlar, uğraşa uğraşa çoğu kez kâğıdı yırtarlardı. Buldukları silgi de doğru dürüst silmezdi, ıslak parmağı sürttükçe yazı daha da bozulurdu.
ACIMASIZ BAŞÖĞRETMENİN ÇEKTİRDİKLERİ
Tükenmez kalem ve dolmakalemler henüz yoktu. Deliği küçük olduğundan çevrilince dökülmeyen mürekkebin konulduğu hokka ve ucu değiştirebilen divit kalemi dolmakalem işlevini yerine getirirdi. İlkokulu eski vali evinin yanındaki Gazi İlkokulu'nda okudum. Başöğretmenimiz gözünün biri sakat olduğu için “Kör İbrahim” adıyla anılan İbrahim Güvendik'ti. Çok acımasız biriydi İbrahim başöğretmen. Okula geç kalanlara çok kızardı. Geç gelenleri kapıda karşılar, özellikle o yıllar çok sert geçen kışında soğuktan morarmış, neredeyse kopacak hale gelmiş sızlayan kulaklarımıza vicdansızca asılır, dakikalarca çeker, çeker, bırakırdı. Arada bir tokatlamayı da ihmal etmezdi. Herkes öğretmenini hayırla yâdeder, ama ben o başöğretmenimi hiçbir zaman affetmedim. O körpe çağımızda bizlere lâyık gördüğü öğretmenlik mesleğine asla yakışmayacak zalimce davranışları ile başöğretmenimiz zaten harp sonrasının sıkıntıları içinde okumaya çalışan bizleri psikolojik yönden çok etkilemişti.
Burada beni birinci sınıftan alıp son sınıfa kadar okutarak mezun eden ve bizlere okuma aşkını aşılayan Mucurlu öğretmenimiz Arife Ünlü'yü de saygı ve sevgi ile anıyorum. Allah'ın bütün rahmeti üzerine olsun sevgili öğretmenimin... Mekânı cennet olsun, nurlar içinde yatsın.

 

 

KORE'DE ÖLEN BİR YEDEK 
SUBAYIMIZDAN MENDERES'E    

DİYET

Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
iki hayın,
ve zeytini yağlı iki gözünüzle
bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
ve topraklarına çiftliklerinizin
ve çek defterinize.

Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
iki ak,
vıcık vıcık terli iki elinizle
okşarsınız pomadalı saçlarınızı,
dövizlerinizi,
ve memelerini metreslerinizin.

İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
ve bütün kaygınız
iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
halkın tekmesinden korumaktır.

Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
Kore'de harcadınız, Adnan Bey.

Elleriniz itti beni ölüme,
vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
ve ben al kan içinde ölürken
çığlığımı duymamanız için
kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.

Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
kopuk ellerim,
kesik bacaklarımla peşinizdeyim.

Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.

NÂZIM HİKMET                                                                                                            
25 Haziran 1959