KIRŞEHİR'DE GECELER SAAT 24.00'TE BİTERDİ

Gece saat 24.00'te radyonun yayın saati bitince şehre elektrik veren jeneratörler de stop ettirilirdi. Bu saatten sonra bütün şehir koyu bir karanlığa gömülürdü. Önceleri şimdiki Medrese Caddesi'nin geçtiği yerde faaliyet gösteren, sonradan Terme Caddesi'ndeki soğuk hava deposunun yanına taşınan “Ganz” marka dizel motorlu jeneratörleri Kayserili Mustafendi ile elektrikçi Osman Demirel (Semih Aktan'ın dedesi) uzun yıllar çalıştırdılar. Hele zaman zaman yatak yakan jeneratörler yataklar başka yerde yeniden dökülüp gelinceye kadar şehir günlerce elektriksiz kalırdı. Jeneratörler böylece Hirfanlı Barajı'ndan Kırşehir'e ilk elektriğin verildiği 1965 yılına kadar hizmet ettikten sonra Çorumlular'a satıldı. Normal elektrik enerjisinin özlemini çeken Kırşehir halkı aydınlanmak bir yana o zaman “frijider” denilen soğutucu cihazları kullanmaktan da mahrum kaldı. Jeneratörlerin günlük çalışması sona erip sokak lâmbalarının sönmesinden sonra başlayan zifirî karanlıkla birlikte şehirde hayat da biterdi. Elektriğin kesildiği geç saatlerde aileler gemici fenerinin ışığında rahatça ev gezmeleri yaparlardı. Bu nedenle her evde mutlaka gemici feneri bulunurdu. Benim de çalışma odamda eski günlerin anılarını yaşatan küçük bir gemici fenerim var. 
LÂMBANIN KÖR IŞIĞINDA DERS ÇALIŞIRDIK 
Şişeleri 5-7-14 numara büyüklükteki lâmbalara yakıt olarak gaz bulmak da savaşın yol açtığı sıkıntılar yüzünden büyük bir sorundu. Vesikaya tâbi olduğundan gaz bulamayan dar gelirli aileler tenekeden yapılmış, haznesine yakıt olarak bezir yağı doldurulmuş, “çıra” denilen koni şeklindeki basit aydınlatma aracını kullanmak zorunda kalırlardı. Tepesinden içine sarkıtılmış yuvarlak fitil yakılarak kullanılan çırayı tutuşturmak için çakmak henüz yaygınlaşmadığından “çalma” dediğimiz kibriti de çoğu kez bulamaz, sık sık komşulardan istemek zorunda kalırdık. Lâmbaların en güzeli de ayaklı olanlardı. Ayaklı lâmbalar lüks eşyadan sayılırdı ve gelin gidecek kızların çeyizleri arasına ayaklı lâmba koyma âdeti vardı. Ayaklı lâmbaların bir iyi tarafı da biraz yüksekten ışık verdiği için elektrik olmadığı zaman altında rahat ders çalışmaya uygun olmasıydı. 
“LÂMBA DA ŞİŞESİZ YANMAZ MI?”
Gaz lâmbalarının kafesine geçirilerek fitili dış etkenlerden koruyan ve alevin düzenli yanmasını sağlayan şişeleri bulmak da, temizlemek de ayrı bir dertti. Türkiye'de doğru dürüst lâmba şişesi bile yapılamıyordu. İlkel teknikle üretilmiş kalitesiz şişeler ise fitili biraz fazla dışına çıkardınız mı hemen çatlardı. Kaliteli şişeler ise zor bulunurdu. Uzak köylerden kitli pazar günü kalkıp şehre gelen, hanlarda kalarak, ya da yakınlarına misafir olarak geceleyen köylüler ertesi gün pazar alışverişlerini bitirdikten sonra lâmba şişesi almayı da ihmal etmezler, eşeğine atlayıp köye geri dönerlerken aldıkları lâmba şişesini kırılmasın diye içinden geçirdikleri iple boyunlarına asarlar, böylece kırmadan köye ulaştırırlardı. 
Kullanılınca islenen lâmba şişelerinin silinip temizlenmesi ise büyük hüner isterdi. Misafirliğe gelen dedikoducu komşular özellikle yeni gelmiş gelinlere duvarda asılı lâmba şişelerinin temizliğine bakarak not verirlerdi. Bunun için de gelinlerin ertesi günü ilk işlerinden biri lâmba şişelerini bir çubuğa doladıkları bezle hohlaya hohlaya iz bırakmadan özenlice temizlemek olurdu. Şişe temizliği yapmak evin genç kızlarına düşerse onlar da temizlik yaparken “Lâmba da şişesiz yanmaz mı / Cicim bana yâr bulunmaz mı” türküsünü ağızlarından düşürmezlerdi. Aydınlatma araçlarının en sükselisi daha önce de belirttiğimiz gibi lüks lâmbalarıydı. Altındaki yakıt haznesinden gazyağı pompalanarak tutuşturulan cam muhafaza içindeki özel yanmaz ipekten yapılmış aydınlatıcı gömlekleri birkaç yüz mumluk ampuller gibi parlak ışık veren lüks lâmbaları öyle her evde olmazdı. Olanlar da hemen yakmaz, hatırlı misafir geldiğinde, düğün, bayram gibi özel günlerde ortaya çıkarırlardı.

EFSANE KORE GAZİMİZ REFİK SOYKUT 
Her ne kadar konumuz olan İkinci Dünya Savaşı'yla doğrudan ilgisi olmasa da İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki ilk soğuk savaş olan ve 1950'den 1953'e kadar süren Kore Savaşı'nda Türk birliğinde görev yaparken Kırşehirli Kore gazisi Refik Soykut'un yaşadığı, Türk'ün şeref levhası olarak dünya savaş tarihine geçmiş bir olayı anlatmadan da geçemeyeceğim:
Güney Kore ile Kuzey Kore arasında 1950'nin 25 Haziran günü başlayan Kore Savaşı'na Türkiye de NATO'ya girebilmek uğruna Meclis'in onayına gerek bile görmeden 5000 kişilik tugay göndermişti. Birliğimizin efsaneleşmiş kahramanlarından Kırşehirli Topçu Yüzbaşı Refik Soykut'un hazırladığı “Kore Saati” Kırşehir'de de büyük ilgi ve heyecanla dinlenirdi. Kore Savaşı'nın şiddetli ilk yıllarında her gün saat 13.00'teki öğle ajansından önce yayına giren ve Kore'deki askerlerimizin kahramanlıkları anlatılan hamasî konuşmalar Yüzbaşı Refik Soykut'la özdeşleşmişti. 
Refik Soykut albay rütbesiyle emekli olduktan sonra Kırşehir'e dönmüş ve “Beyaz Zambaklar Ülkesi” yaratmak idealiyle tarafsız olarak Belediye Başkanı seçilmişti. Ne var ki  Belediye Meclisi'nde çalışmalarına kavgacı fanatik particilerden destek bulamayınca bir süre sonra istifa etmek zorunda bırakılmış, “Kırşehir'e Belediye Başkanı olmadan da hizmet edileceğini göstereceğim” diyerek Ankara'da KIR-SED (Kırşehir'i Sevenler Derneği)'i kurmuş, kendisini “Ahi Soykut” adıyla Ahilik çalışmalarına ve Yunus Emre'nin kabrinin Kırşehir'de olduğu tezine adamıştı.
Gazetemde yazılarımla kendisini daima desteklediğim Refik Soykut “Yalnız Adam” başlıklı yazımdan çok duygulandığı için beni çok sever, her karşılaştığımızda “Sen aslansın” diye iltifat ederdi.

“BİZİ DÜŞMANA TESLİM ETMEYİN,
KENDİ TOPLARIMIZLA ŞEHİT EDİN!” 
    
Kore'de savaş sürerken 1951 yılının 22 Nisan’ını 23 Nisan’a bağlayan gece saat 23.30 sularında Üsteğmen Mehmet Gönenç yaralı olarak yattığı yerden telsizle topçu taburuna şu mesajı geçti:
"Dört tarafımız kuşatıldı. Şehidimiz çok. Telsizcimiz de şehit oldu. Koordinatları veriyorum; topçu bataryalarını buraya yönlendirin."   
Topçu irtibat subayı Refik Soykut şaşkındı. Güçlükle "Ama bu sizin şu anda bulunduğunuz yer..." diyebildi. Aldığı yanıt inanılır gibi değildi: 
"Evet, doğru, bilerek söyledim. Çünkü biz düşmana esir olmak istemiyoruz. Bizi onlara teslim etmeyin! Kendi ateşimizle şehit edin! Bu size vasiyetimizdir!" 
Telsiz konuşmalarını Topçu Tabur Komutanı Yarbay Kurtay, Binbaşı Ahsen Soya, Lemi Eralp, Yüzbaşı Alaaddin Haydaroğlu da dinliyorlardı. Komuta heyeti ne diyeceğini bilemiyordu. Kısa sürede karar verildi: Vasiyet yerine getirilecekti. Kuşatma altındaki Türk birliği kendi bataryalarımız tarafından imha edilecekti. 
Derken tüm toplar ateşlendi. Bataryalar gürlemiyor, âdeta hıçkırıyordu. Gözyaşlarına hâkim olamayan karargâhtakiler de hüngür hüngür ağlıyorlardı. 
O gecenin sonunda 5 subay, 3 astsubay ve 58 er şehit düştü. 35 yaralı ve 105 kayıp vardı. Üsteğmen Mehmet Gönenç de şehitler arasındaydı. Kahramanlarımız düşmana teslim olmamak için kendi topçu bataryalarımızın ateşiyle şehadet şerbetini içmeyi tercih etmişlerdi. 
Şehit Üsteğmen Mehmet Gönenç'in anısı şimdi memleketi Bandırma'da kendi adını taşıyan lisede yaşatılmaktadır. 
Bu vesileyle 24 Aralık 1998 tarihinde Ankara'da sonsuzluğa uğurladığımız Kore gazimiz Emekli Albay Refik Soykut'u, yine Kore'de kazandığımız Kunuri zaferinde şehit düşen, ancak naaşı bulunamadığından kayıp askerlerimiz arasında yer alan Yenice Mahalle'deki komşumuz Yüzbaşı Esat Nadir Öztüzün'ü de rahmet ve minnetle anmayı millî bir görev sayıyorum. 

KORE'DE 3 YILDA 741 ŞEHİT VERDİK     
Kore Savaşı İkinci Dünya Savaşı sonrası soğuk savaşın ilk sıcak çatışmasıydı. 25 Haziran 1950'de Kuzey Kore’nin Güney Kore'ye saldırması ile başladı. ABD ve müttefiklerinin, daha sonra da Çin'in müdahalesiyle uluslar arası boyut kazandı. Üç yıldan fazla süren savaş çok sayıda insanın hayatına mal oldu ve dünya ekonomisini de olumsuz etkiledi. Temmuz 1953’te 38’inci paralel civarında mütareke imzalanarak savaşa son verildi. Bu barış antlaşmasına göre 38’inci paralel iki Kore arasında sınır oluyor, arada 4 Km’lik silâhtan arınmış bir tampon bölge bırakılıyordu. Bu savaşta Türkiye'nin de katıldığı Birleşmiş Milletler ordusu ölü, kayıp, yaralı, esir olarak 450 bin kişi kaybetti. Komünistlerin kaybı ise 1,5 milyonun üzerindeydi. Türkiye savaşa ilk olarak 17 Ekim 1950 tarihinde General Tahsin Yazıcı'nın komutasında 5090 kişilik bir tugay gönderdi. Katıldığı savaşlarda muhtelif görevler alan Türk tugayı kazandığı büyük başarılarla dünyanın takdirini topladı. Kore’de 741 şehit verdik, 175 askerimiz kayboldu, yaklaşık 2000 askerimiz de yaralandı.  Türkiye üç yıl boyunca Kore'ye değiştirme birliği adı altında subay, astsubay ve er olarak 50.000 dolayında asker gönderdi. Güney Kore'de bugün şehitlerimizin defnedildiği bir “Türk Şehitliği” bulunmaktadır.