İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına rastlayan 40'lı yılların ilk yarısında terzi amcaların dükkânları önüne attıkları boş makaraları toplayıp kalın bir telin ucuna geçirerek icat (!) ettiğim oyuncaklarla arabalarla babamın dükkânından çarşıya ilk adımı attığım günlerden başlarsak ve İzmir'deki son yıllarımı da saymazsak altmış yıla yakın Kırşehir'de yaşadım. Babamın babası, yani dedem “Şekerci Cemal Ağa” sadece çarşının değil, Kırşehir'in sayılı kişilerindenmiş. Onu ilk kez Yenice Mahalle'nin başındaki evimizin önünde faytonla Kılıççı'daki bağ evine giderken görmüştüm. “Bak, Cemal deden geçiyor” demişlerdi. Diğer çocuklarla faytona doğru koştum. Çocuk gözüyle sakallı ve nurlu yüzünü hayal meyal seçebildim dedemin... Dedem sadece benim değil, tüm Yenice Mahalle'deki çocukların “Cemal dedesi” idi. Çünkü faytonla geçerken arkasından koşuşan çocukların üzerine kendi dükkânında yaptığı renk renk kâğıtlara sarılı şekerleri avuç avuç serperdi, bizler de bu şekerlerden birkaç tane fazla kapabilmek için kendimizi tozlu yola atıverirdik. 
SOMUNU YUFKAYA DÜRÜP KATIK YAPARDIK
Sıkıntılarını iyice hissettiğimiz savaşın son yıllarında değil şekeri, ekmeği bile zor bulurduk. Ekmek, gazyağı, kaput bezi karneye bağlanmıştı. Çarşı Camii, Lâle Camii ve Aşağı Pazar Yeri'ndeki Hacı Osman Mescidi ibadete kapatılmış, içlerine buğday depolanmıştı. Zira o günün koşullarında buğdayı başka türlü muhafaza etmenin başka yolu yoktu. Karne devri sona erdikten sonra çarşıdaki kara fırınlarda yapılan somun ekmeği bize pasta gibi gelirdi. Çok günler “çarşı ekmeği” dediğimiz ekmeği şekerli suya bandırarak karnımızı doyururduk. Bazen bulabilirsek somunu katık olarak yufkanın içine dürüp yerdik. Somunu da pek az kimse alabilirdi. Aileler evlerinin arkasında kurulu tandırda kışa yakın yufka ekmeği yaparlar, kilerlerine direk direk kayarlar, kış boyunca sulayıp sulayıp yerlerdi. Kale mektebinde okuduğumuz yıllarda acıkınca aşağıya iner, Kasaplar mevkiindeki Ağzıbüyüğün fırınından parmak simit alıp yemeye bayılırdık. Kimimiz de fırında kiloluk ekmeği dörde böldürüp şimdiki ekmek büyüklüğünde çeyrek ekmek alarak Şemsi Yastıman'ın babası, Cemal dedemin de kardeşi, yani babamın amcası olan “Şekerci Ahmet Ağa”nın bakkal dükkânına koşar, arasına da çemen çaldırırıp ekmeği öyle yerdik. Ahmet emmi sevdiği çocuklar oldu mu ekmeğine biraz daha fazla çemen sürerek onlara sevgisini böylece belli ederdi. 
Çay bulunmaz mıydı, ya da pahalı olduğu için herkes alamaz mıydı, pek bilemiyorum. Ama çay alışkanlığı şimdiki kadar yayılmamıştı. Akşamları misafirliğe gittiğimiz komşularda çay içtik mi ertesi gün her yerde “Dün akşam falanlara gittik, bize çay pişirdiler” diye övünürdük. Sabah okula giderken kahvaltı yapamazsak çantamıza yufkadan yapılmış dürüm sokuşturulurdu. Arada bir akşam yağda kızartılmış, Ramazan'da isek sahurdan kalma “çığırtma” denilen poğaça ile kahvaltı yapardık. Ramazanlarda sahur sofralarının tok tutan vazgeçilmez yiyeceği çığırtmayı kızartmak için zeytinyağı bulunamadığından aydınlatma aracı çıralarda da kullanılan keten tohumundan üretilmiş beziryağı kullanılırdı. Az çok varlıklı ailelerin kahvaltı sofralarından da çorba eksik olmazdı. Tarhana, mercimek, düğül (ince bulgur) gibi çorbaların lezzeti hâlâ damağımdadır.
 YOKLUK ve SEFALET DOLU YILLAR
İkinci Dünya Savaşı sürerken yiyecek dışındaki diğer temel ihtiyaç maddeleri de yoklar arasındaydı. Kömür bir yana odun bile zor bulunurdu. Birçok evde soba yoktu. Şimdi lüks evlerde rastlanan şömine benzeri ocaklarda “tuturuk” dediğimiz çalı cinsi ot, çirli-çipli, kerme, gazel gibi şeyler yakılırdı. Bizim mahallede Kındamlı Salih Dayı kış yaklaşırken eşeğinin semerinin iki tarafına yüklediği tuturukları gezdirerek satmaya ve geçimini sağlamaya çalışırdı. Salih Dayı kış bitip sıcaklar bastırınca bu defa halkı serinletmek için dağdan toplayıp emektar eşeğinin sırtına yüklediği 18'er litrelik iki gaz tenekesi büyüklüğünde İngiliz malı gaz sandıklarındaki karları tabakla ölçerek satardı. Erimesin diye sandıklardaki karları otlarla izole edecek kadar işine düşkün olan Salih Dayı buzdolabı gibi soğutucuların bulunmadığı o yıllarda bir boşluğu böylece doldurmaya çalışırdı. Eski ocaklar kış günlerinin başlıca eğlencelerinden bilmecelerimize kadar geçmişti. Nitekim ocağın adı geçen ve cevabı yağ olan şöyle bir bilmece de söylenirdi: “Helemez, hülemez, ocak başına gelemez.” Büyüklerimiz bazen de mangalda yakılmış odun kömürü ile odayı ısıtmaya çalışarak yakacak tasarrufunda bulunmak gibi bir yol bulmuşlardı. Mangalların üzerinden çaydanlık eksik olmazdı. Özellikle ninelerimiz gece yatmadan önce mangaldaki odun kömürünün üzerini körleyerek, yani külle kapatarak uyutur, sabah kalkınca da külleri maşa ile eşeleyip ateşi canlandırırlar, bu ateşle az da olsa ısınmaya çalışırlardı. Sanki birer ekonomi uzmanı olan ninelerimiz harbin yokluklarını hissettirmemek için böylece ellerinden geleni yaparlardı.
TEK HABER ve EĞLENCE KAYNAĞIMIZ RADYO İDİ
Yakacak kadar aydınlatma da büyük sorundu. Elektrik henüz yoktu. Belediye'ye ait iki dev jeneratörle şehre belli saatlerde elektrik verilirdi. Evlerin büyük çoğunluğu elektrik bağlatmamıştı. Radyonun yayın saatlerine endekslenen jeneratörler sabah saat 7.00-9.00, öğle 12.00-15.00, akşam 17.00-24.00 saatleri arasında olmak üzere toplam 12 saat şehrin elektrik ihtiyacını zar zor karşılardı. Evler mum, çıra, gemici feneri, gaz lâmbası gibi araçlarla aydınlanırdı. Hali vakti yerinde olanlar özellikle misafir geldiği akşamlarda yakıt haznesi üzerinde camdan bir kafes içindeki ipek gömleğe hazneden pompalanan gazın yanmasıyla kuvvetli ışık üreten lüks lâmbası yakarlardı. Radyonun belli saatlerinde verdiği haberlere “ajans” denilirdi. Çünkü tek haber kaynağı Anadolu Ajansı olduğundan haberlere “ajans” adı takılmıştı. Herkesin evinde radyo yoktu. Radyosu olan evler de parmakla gösterilirdi. Yenice Mahalle'nin alt ucunda bir bizim evde radyo vardı, bir de karşı komşumuz olan valinin şoförü “Şıh İbrahim” lâkabıyla tanınmış İbrahim Selâmoğlu'nun evinde. Her iki radyo da birbirinin eşiydi; Alman malı, lâmbalı ve “Blaupunkt” markalıydı. Komşular akşamları bize radyo dinlemeye gelirler, radyo çalıp söylerken hayretle bakarlardı. Yaşlı kadınlar ve erkekler bu küçücük kutunun içine koca koca insanların nasıl sığdığına hayret ederler, ileri sürdükleri fikirlere bayağı biz de inanırdık. Çocuk aklı bu ya, bir gün evde kimsenin olmadığı sırada radyonun hoparlörü önündeki sırmalı örtüde çiviyle küçük bir delik açmış, içine bakmıştım “Ne var?” diye…
FERİDUN FAZIL'IN "GEÇMİŞTE BUGÜN"ÜNÜ KAÇIRMAZDIK 
Savaş yıllarının tek haber alma vasıtası radyo idi. Ülke genelinde Ankara Radyosu'ndan başka radyo istasyonumuz yoktu. Uzun dalga 1648 metre, 182 kilosikl üzerinden yayın yapan Ankara Radyosu tek parti hükûmetinin güdümündeki Anadolu Ajansı'nın haberlerinden başka haber vermezdi. Babam da akşamları radyonun başına oturur, harp yılları olduğu için hoparlörüne kulağını dayar, kısa dalga istasyonlarını bulmak için düğmesini çevirdikçe çevirir, Türkçe yayın yapan yabancı istasyonları arar dururdu. Arada bir Moskova radyosuna rastladı mı “Düşmanı dinliyor” derler korkusuyla “Kızıl Moskoflar yine çıktı” diyerek radyonun sesini kısardı. Çünkü savaşın son yıllarında Türkiye'den Kars ve Ardahan'ı isteyen Ruslar'a ve acımasız liderleri Stalin'e büyük kin besler, onları en büyük düşmanımız olarak bilirdik. Babam daha sonra başka istasyonlara geçer, geniş yayın alanına sahip Arap radyolarında “Şark Bülbülü” lâkabıyla dünyaca ünlü Mısırlı şarkıcı Ümmü Gülsüm'ün şarkılarını ve Kur'an tilâvetlerini daha çok dinlemede tutardı. Ankara Radyosu'nun en çok dinlenen programları ünlü tarih romanları yazarı Feridun Fazıl Tülbentçi'nin hazırlayıp Adil Kürşat'ın etkileyici tok sesiyle akşam haberlerinin ardından sunduğu “Geçmişte Bugün” saati, 1950'den sonra Şerif Arzık'ın her akşam “Radyo Saati” adı altında yaptığı yorumlar, gündüz saatlerinde Muzaffer Sarısözen'in yönetimindeki “Yurttan Sesler”, temsil ve çocuk saatleri idi. Daha sonraki yıllarda geceleri Çetin Altan'ın Oscar Wilde'dan etkili sesiyle naklettiği hikâyeleri de can kulağıyla dinlerdik. Anadolu Ajansı'nın genel müdürü yorumcu Şerif Arzık yıllar sonra 17 Şubat 1959'da Kıbrıs Antlaşması'nı imzalamak üzere İngiltere'ye giden Başbakan Adnan Menderes'in uçağının Londra yakınlarında düşmesi sonucu aynı uçaktaki ondört kişi ile birlikte hayatını kaybetmişti. 

2 Eylûl 1939 Cumartesi günlü “Cumhuriyet” gazetesi Türkiye'yi de etkisi altına alacak olan İkinci Dünya Savaşı'nın başladığını böyle duyurmuştu. Altı sayfasının üçbuçuk sayfasını savaş haberlerine ayıran “Cumhuriyet” gazetesi Nadir Nadi'nin Polonya'nın başkenti Varşova'dan gönderdiği ilk savaş haberini manşetten vermişti. Başmuharrir Yunus Nadi ise Ankara'dan yazdığı “Avrupa harbi patlak verdi” başlıklı başmakalesinde “Aylardan beri Avrupa'nın üzerinde bir kâbus tesiri yapan buhran o haliyle daha ziyade devam edemezdi. Aklın ve insanlıkla medeniyete muhabbetin halledemediği felâketi artık milletin fedakârlıkları halledecektir. Bu kanlı keşmekeşten halkı, yani milletlerin hayat ve istiklâllerini kurtararak selâmet sahiline çıkarmak insanlığın en büyük zaferini teşkil edecektir” diyordu.