HANIM BENİ TORPAĞAMA ULAŞDIR

Aksak Ramiz, arazisi az ama bereketli toprakları olan, sırtını bahar aylarında yemyeşil ot ve çalıların oluşturduğu dağlara dayamış, önü adeta bir ovayı andıran “köyler güzeli” diye anılan, fakir olsalar da genelde alçak gönüllü kişilerin oluşturduğu Kırşehir’in bir köyündendi.

Köy halkı fakir ama gönlü ve sofrası açıktı, fakirliğin getirmiş olduğu eziklik onlara kusur değildi, sahip oldukları şükürle geçinip giderlerdi.

Az da olsa çiftçilik ve hayvancılıkla evin geçindiren Aksak Ramiz ara sıra çağıran olursa duvar ustalığı, amelelik, bağ bahçe gibi işlere de giderdi.

Hanımı Mesude’nin evlendiklerinden beri çaresini bilemedikleri içten içe sızlayan bir derdi vardı, hoca muskaları Topuksuz Emine’nin yaptığı şuruplar derdine derman vermiyordu. Oğlu Fazıl’ı yedi sekiz yaşına değmişti ki onu yetim bırakarak doğru dürüst bir gün görmeden ahrete göçüp gitti.

Mesude’nin ölmesiyle Aksak Ramiz’in başına karlar yağmaya başladı, dedikodu olur korkusuyla komşu kadınlar bir kap yemek dahi alıp kapılarını çalmıyorlardı. İki üç yıl sonra araya girenlerin yardımıyla şehirde evde kalmış bir bayanla evlendi. Kadın çok titiz birisiydi, eve komşulardan kim gelirse kapı kollarını ve buna benzer eşyaları tuttular diye iki saat temizlik yapardı. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Fazıl büyümüş serpilmiş iri yarı bir çocuk olmuştu. Çok yaramazlık yapıyor, konu komşudan şikayet getiriyor, bu yüzden analığından azar işitiyor, haliyle babası da analığına çatıyor evde huzur kalmıyordu.

İş çığırdan çıkmıştı bir gün analık; “Ramiz ya bu çocuk evden gider ya da ben babam evine” diyerek Fazıl’ı bu evde istemediğini açıkça ortaya koydu.

Aradan birkaç zaman geçtikten sonra Aksak Ramiz kendisine yardım etmesi amacıyla kandırdığı oğlu Fazıl’la beraber sırtlarına yüklediği buğday yüklü dört eşekle bir sabah erkenden Yerköy ofisinin yolunu tuttular.

Ofiste buğdayını satan Aksak Ramiz oğlunun gönlünü almak için ona çarşıdan bir şeyler aldıktan sonra cebine bolca harçlık koyup gözündeki yaşları ondan saklayarak titrek dudaklarla ”Bak oğlum analığın seni evde istemiyor, ben seni burada bırakacağım, Allah yardımcın olsun, sen başıyın çaresine bak.”

Fazıl ağlayıp feryat etse de babası birbirine bağladığı eşeklerden birisine binerek ağıt tufan içerisinde ardına bakmadan köyünün yolunu tuttu.

Koca dünyada Fazıl tek başına kalmıştı, herkes kendi derdindeyken onu kim dinlerdi ki, avutmak için kimi vicdan sahipleri ona harçlık, şeker gibi ikramlarda bulunsa da bunlar garip yüreğini avutmuyordu.

Aradan yıllar geçmişti, Fazıl şöyle bir geriye dönüp baktığında önceleri köprü altı çocukluğu, sonrası sefaletle geçen gençlik, yaşlılıkta da İzmir’in huzur evi, memleket hasretliği…

Kader Nuran hanımla onun yollarını birleştirdi, araya girenlerin yardım ve alkışlarıyla huzur evinde sade bir düğünle dünya evine girdiler. Acımasız zaman hızla ilerlerken yüreği memleket hasretiyle yanıp kavrulan yaşlanmış Fazıl illa ki oraların havasını solumak toprağının kokusunu içine çekmek istiyor, ara sıra hanımına “Hanım beni torpağama ulaşdır” diye adeta yalvarıyordu.

Elde avuçta birikmiş üç beş liraları olmasa da Fazıl’ın bu feryadını duyan huzur evi sakinlerinden elinde olanların yardımlarıyla Kırşehir’in yolunu tuttular.

Uzun yol yolculuğunu kaldıramayan bir deri bir kemik kalmış yaşlı Fazıl yolda hastalanmıştı, otobüs şoförü onu hastane kavşağında indirdi, araya giren birkaç kişinin yardımıyla onu acile, muayene sonrasında da servise aldılar.

Oruç ayı içiydi anam hastanede yatıyordu, hanımımla ona yemek götürmüştük, akşam ezanı okunuyordu ki yaşlı bir teyze bana “Oğlum yetiş hele, beyim fenalaştı.” Ben hastanın baş ucunda üç ihlas’ı okuduktan sonra Fatiha süresini yarılamıştım ki Fazıl amcanın çenesi düştü.

ERDOĞAN ÇALIŞKAN 14 08 2025 KIRŞEHİR GERÇEK YAŞANMIŞLIKLAR