'Güvenme güzelliğine, bir sivilce yeter'
Hani Mevlana’nın güzel bir sözü vardır. “Güvenme zenginliğine; bir kıvılcım yeter, güvenme güzelliğine; bir sivilce yeter.
Ne güzel söylenmiş bir söz. Kırşehir’e bakıyorum kimi bayan arıyor, kimi erkek ama herkes sağlam duvar bulma derdinde. Ve çok komik ki herkes birbiriyle dalga geçiyor. Gerçek sevgiyi aşkı arayan ya çok az ya da hiç yok...
Mevlana’nın bu sözünü değerlendirmek gerekirse kimse güvenmesin güzelliğine, çünkü güzellik te gelip geçicidir. Bir sivilce alır o güzelliğini alıp götürür.
Güvenme malına, mülküne bir küçük kıvılcım yeter, yakar kül eder.
Yokluk vardır, kimsenin tapulu malı değildir, bugün sende, yarın ben de…
Hor görme kimseyi zenginliğin de boğulur gidersin.
Üzülme bir sabah fakirken, zengin kalkarsın,
Kaybetme insanlığını, ölsen bile yaşarsın.
Evet, yukarıdaki bu güzel sözü anlatan bir hikâye vardır. Bilen bilir, bilmeyenler için kısaca anlatayım.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son devirleri. Bir paşa, artık yaşı gelmiş mahdumunu takva sahibi, güzel ahlâklı, kocasına bağlı, helâl süt emmiş bir kız ile evlendirmek ister. Zevcesine arzusunu açınca, hanımı " bizim kâhyanın bir kızı varmış. Ben görmedim, lâkin ahlâkını çok methettiler. Eyüp'de mütevazı bir evde oturuyorlarmış. Bence ona talip olalım bey” diye fikrini söyler. Evvela kâhyaya niyetlerini açarlar, hüsn-ü kabûl görünce de gün tesbit edip kızı istemeye giderler. Kız da razı olunca kâhya kızını vermeyi kabul eder. Söz, nişan, nikâh derken düğün merasimi paşanın Kanlıca’daki yalısında yapılır.
Gelinle damat zifaf odasına uğurlanırlar. Gençler birbirlerini ancak o gece göreceklerdir.
Damat yüz görümlüğünü takmak üzere zevcesinin duvağını açınca fenalık geçirerek yere düşer. Kendine geldiğinde gelin başucunda hüzünle beklemektedir:
“Beyefendi, bir ömür yüzüne bakmaya mecbur olduğunuz zevcenizin küçük yaşta geçirdiği çiçek hastalığının yüzünde bıraktığı izler size büyük sıkıntı verdi. Lâkin bu benim elimde olan bir kusur değil. Şimdi sizden istirhamım şu ki; 40 gün yanınızda bir misafir olarak kalayım. Bu müddetin sonunda 'mizaçlarımız uymadı' bahanesi ile evime döneyim. Bu hususta lütfen anlayış gösterin. Bundan da kimsenin haberi olmamasını istirham ediyorum!"
Konuşurken gözleri dolan ve nihayet ağlamaya başlayan kızcağız damadın ayaklarına kapanır. Damat ne diyeceğini şaşırmıştır. Onun haline üzülmüştür, lâkin onunla bir ömür boyu evli kalmayı da gözüne kestirememektedir. Çaresiz, teklifini kabul eder.
Gece sabah olur, günler birbirini kovalar. Bu arada gelin elbette konaktaki herkesle mecburen münasebetler ihdas eder, bu münasebetlerdeki hâl ve tavırlarına akseden iyi kalbi, güzel hasletleri ile hizmetkârlara varıncaya kadar herkesin kalbinde taht kurar.
Kırk günlük mühletin dolduğu akşam, damadın yanına gider, başı önünde, kısık bir sesle “yalıdaki kırk günlük misafirliğim için teşekkür ederim beyefendi artık evime dönmek üzere müsaadelerinizi istemekteyim.”
Ama orada bir şey olur. Damat ayağa kalkar, gelinin önüne kavuşturduğu ellerini tutar ve "muhterem hanımefendi" der şefkat dolu bir sesle, "şayet siz beni beğenmediyseniz ve evinize dönmekte kararlıysanız, ona bir diyeceğim olmaz. Lâkin siz benim için artık vazgeçilmez bir zevcesiniz. Güzel ahlâkınızı görünce asıl güzelliğin yüzde değil gönülde olduğuna bizzat şahit oldum ve size âşık oldum.”
Bu minval üzere biraz daha konuşarak gelini ikna edip kararından vazgeçirir.
Ve en mühimi aralarındaki bu sırrı, evlenme çağına geldiklerinde mahdum ve kerimelerine de anlatırlar. Çünkü onların da aile saadetinde gönül temizliğinin ve güzel ahlâkın her şeyden mühim olduğunu, bunu bizzat yaşayan anne ve babalarında görmelerini istemişlerdir.
Evet kıssadan hisse…
Günümüzde her şey yüz güzelliğine göre, ahlak güzelliğini arayan var mı ki?
Bırakın yüz güzelliğini, ahlâkını arayanı; işi var mı, malı, mülkü var mı, ya da zengin mi diyenleri görünce Mevlana’nın bu sözünü hatırladım dün…
Kırşehir’de gençlere bakıyorum bazen bu kadar da olmaz diyorum.
Sarmaş dolaş gezenlerden tutun da, yolda sarılıp öpüşenlere kadar her şey ortada…
Bazen “İnsanlık öldü mü?” dedirtecek manzaralar yaşıyoruz.
Biz neden böyle olduk?
İyi ve güzelin pasaportu yoktur. Biz de rağbet bulmazsa itibar gördüğü yere göç eder ve yaşar derler.
Gerçekten Kırşehir gibi ülkemizde de son yıllarda ahlâkî ve millî değerler alanında bir yozlaşma ve savrulmanın yaşandığına şahit oluyoruz.
Ahlâkî değerlerde meydana gelen bu yozlaşma, her şeyi mubah sayan bir zihniyetin oluşumuna ortam hazırlıyor. Hele şu internetle birlikte her şeyimiz ortada.
Herkesin elinde son model bir cep telefonu, yediğini, içtiğini, gördüğünü buralarda paylaşıyor.
Kitle iletişim araçlarından ve çevremizde olup-bitenlerden öğrendiğimiz kadarıyla, ülkemizde gün geçtikçe suç işleme oranlarının arttığını görüyoruz. Özellikle kapkaççılık, cinsel taciz, adam öldürme, cinayet, yaralama, hortumculuk, ailelerde parçalanma, adam kaçırma, toplumun sağlığını bozma girişimleri, trafikte kural ihlâlleri yaparak kazalara sebep olma, rüşvet verip alma, uyuşturucu madde kullanma, haksız kazanç vb. gibi suç türlerinde önemli artışlar söz konusudur. Suçlular çalıp çırpmakla kalmıyor, yaralama ve öldürme gibi masum ve suçsuz insanların canına kasteden davranışlar sergiliyorlar.
Elbette devlet, vatandaşlarının suç işlemelerini önlemek için, suç kontrolünde etkili bir mekanizma olan kanunî tedbirleri alacaktır. Acaba sadece kanunî tedbirler suçları önlemede ne derece başarılı olur?
Bugün ülkemizde insanlar giderek yozlaşıyor, bencilleşiyor, nemelazımcılık, bana necilik almış başını gidiyor.
Özetle Kırşehir’de herkes her şeyden şikayetçi, ama bu konuda da hiçbir yapmaması, ya da yapamaması da önemli.
Bir yerde yoksulu şikayetçi, orta hallisi şikayetçi, zengini şikayetçiyse orada bir sorun var demektir. Yönetimi, adaleti, kendimizi gözden geçirip sorgulamamız gerekmektedir.
Ufacık hataları umursamayız, ileride karşımıza büyük sorunlar çıkarır. O sorunları ne biz çözeriz, ne de bizleri yönetenler.
Ulusal bir sorun olur, karşımıza çıkar. Yolsuzluk gibi, terör gibi, rüşvet gibi, manevi ve maddi değerlerimizin bozulması gibi.
Bugünkü ile, eski yaşantımızı karşılaştırdığımızda sanki eskiler daha mı iyiydi ne?
Eskilerde teknik teknoloji yoktu. Ama bir sosyal yaşam birliği vardı. Yardımlaşma, destek, hoşgörü vardı. Hısım, akraba, eş, dost, ana, baba, büyük, küçük saygısı, sevgisi vardı.
Günümüzde bu değer, duygular azalıp, yok olmaya, küllenerek üstü örtülmeye başladı. Baba oğluna, ana kızına güvenmemeye, şüphe duymaya başlar oldu. Para, çıkar, menfaat her şeyin üstüne, önüne geçmeye başladı. Soygunlar medeni ve bilimsel hale gelmiş. Hak edilmeden, emek sarf edilmeden büyük yalanlarla büyük, küçük yalanlarla küçük vurgunlar yaparak yaşayan bir avuç insan. Hak ve adaleti çiğneyenler, gün ve zamanı gelince dönen çarkların arasında sıkışıp bağırınca kimse yardım etmez. Çünkü yardım edecek kimsenin gücü ve cesareti kalmaz.
Evet, biz bu hale nasıl geldik?
Eskiden Kırşehirimizin bağrından yetişen, Türk esnaf ve sanatkarının piri Ahi Evran-ı Veli’nin bir yasası vardı. Yoksullar yoksulum demeye utanırlardı. İhtiyacı olanlar cami önündeki sadaka taşından ihtiyacı kadar alırlardı. İhtiyacı bitince yerine fazlasıyla koyarlardı. Yalan söyleyene itibar edilmezdi, toplum dışına itilirdi. Hırsızlık ve katillik kabul edilir bir durum değildi. Din adamları bilimin ve ilimin tüm dallarını bilirdi. Yeniliğe açık, okuyan, araştıran, toplumun rehberi, ileri gitmesini sağlayan kişilerdi.
Peki şimdiki din adamlarımız da onlar gibi mi?
Mahalledeki komşular birbirine yan gözle bakmaya, selam vermemeye başladılar. Selam verirken düşünüp, tartarak verir oldular. Vatan için canını seve seve veren gençler şimdilerde üniversiteye gitmek, paralı askerlik yaparak vatani görevini yerine getirmeye çalışanların sayısı artmaya başladı.
Birbirimize olan güvenimize, saygımıza ne oldu?
Her şeyin para olduğu, paranın değeri kadar hizmet ve sevginin gösterildiği bir durumdan kurtulup, paranın da kullanıldığı gerçek değerlere dönmemizin zamanı gelip de geçti bile. Birlik ve beraberliğimizin harcı sevgi, hoşgörü, çalışmak ve güvendir.
Ama biz bu hale nasıl geldik?
Bombaların patladığı, insanların bir birlerini öldürdüğü, tacizlerin arttığı, haksızlıklara göz yumulduğu, neme lazım denildiği bir yaşamın ortasında yer alır olduk. Bir tarafta şehitlerimize ağlarken, diğer taraftan eğlenceli tv programları.
Yas tutamadığımız, olayları çabuk unuttuğumuz bir toplum olduk. Bu hatalarımızı bulup bir an evvel çözmemiz gerekmez mi?
Terör sen ben demez, bir ülkeyi yer ve bitirir, geriletir, içten içten kemirir. Herkes düzelmeyi önce kendinden, ailesinden, akrabasından, çevresinden, şehrinden başlarsa sorunlar biter, ülke kalkınır. Eğriye eğri, yanlışa yanlış, hırsıza hırsız demenin zamanı gelmedi mi?
Akıl, mantık, birlik, beraberlik yoluyla tam demokrasi, tam bağımsız Türkiye'yi güçlü kuvvetli hale getirebilmek için biraz daha çalışmamız gerekmez mi?
Bizler uyur, neme lazım dersek; ya hep beraber batarız, ya da hep beraber medeniyetin nurlu ışıklarıyla yaşarız. Biz bu hale nasıl geldik sorusunu ilim, bilim ve akılla çözeriz.
Yeter ki birlikte sevgi yolunda el ele yürümesini bilelim.
Birbirimizi sevelim, güzel-çirkin demeden, zengin-fakir demeden, ruh güzelliğine bakmadan gönülden sevelim ve bu doğrultuda yaşayalım…
***
Biraz da gülelim!
Müslüman olmak
Adamın biri camiye elinde bıçakla girmiş. “Aranızda müslüman var mı demiş?”
Herkes korkuyor tabi…
2 tane yaşlı amca korkarak “biz müslümanız evladım!” demiş.
“Dışarı gelin” demiş. Korka korka çıkmış bizim amcalar.
Eleman “amca demiş siz müslümansınız madem ben kurban kesmeyi bilmem şu koyunu benim için keser misiniz?” demiş.
Tamam demişler kesmişler.
Aradan biraz zaman geçtikten sonra “oğlum biz çok yorulduk. Sen git içerden başka birilerini bul” demişler.
Neyse adam bu sefer elinde kanlı bıçakla camiye dalmış, “Aranızda başka müslüman olan var mı?” demiş.
Bizim cemaat kanlı bıçağı görünce iyice korkmuş…
Dönmüşler hep beraber imama bakıyorlarmış
İmam da cemaate dönmüş “Ne bakıyorsunuz lan, 2 rekat namaz kıldırdık diye hemen müslüman mı olduk?” demiş.
***
Sevdiğim bir söz
“Her gün yaşadıklarınızdan mutlu olmakla cesareti geliştiremezsiniz. Bunu ancak zorlukların ve engellerin arasından başarıyla sıyrılarak yapabilirsiniz.” Barbara Angelis