İçinde bir sıkıntı vardı o gün. İyi bir iş almışlardı. Uzun süredir sadece arada sırada yeni duyulan türkülerin alıştırma çalıştırması dışında çalınmayan davulu bile takılı olduğu duvardan garip garip bakıp sanki olacakları biliyormuş gibi hüzünlü göründü.
Oysa hüzün davula yakışmazdı!
En hüzünlü havalarda bile onun sesinde inceden inceye de olsa bir coşku duyardınız. Davul coşar, coşturur, tınısıyla, gümbürtüsüyle insanın kanını kaynatıp yüreğini hoplatır, baştan çıkarır, insanı oyun bilsin bilmesin meydana sürerdi.
Davulcu ustası Kırtıllarlı Tembel Haydar'ın deyimiyle "Davul dum dum dedikçe senin cebindeki para Haydar'a, Haydar'a, Tembel Haydar'a!" derdi.
Yelekli lacivert takım elbisesini, beyaz gömleğini, beyaz çoraplarını giydi. Sivri burun, yumurta topuk Çarşamba ayakkabısının topuğuna basıp evden çıktı. Abdallar'ın düğüne gitmesi işe gitmesiydi. Ancak Abdallar düğüne, yani işe giderlerken en güzel elbiselerini giyerlerdi. Burada amaç düğün sahibini ve düğünü ciddîye aldığını göstererek onları onurlandırmaktı. Eşeğini akşamdan hazırlayıp yemini, suyunu vermişti.
Ahırdan çıkardığı eşeğinin semerini vurup heybesini semerin üstüne attı, bağladı. Kendisiyle beraber düğüne gitmek isteyen büyük oğlunu sözle ikna edemeyince azarladı. Aslında gittikleri yerlerde beraberlerinde götürdükleri çocuklar ufak tefek hizmet işlerinde yardımcı oluyorlar, eşeğin yemine, suyuna bakıyorlar, çevreyi, işi, insanları öğrenip bilgi sahibi oluyorlardı. Ancak bugün içindeki sıkıntı çocuğun beraber gitmesini engelledi.
Önce oğluyla evin önünde, karısıyla ise köy çıkışında vedalaştı. İkisi de durgundular. Sanki kötü bir şey olacak, bir felâket onları ayıracak gibiydi. Hani "İnsanın içine doğar" derler ya, işte öyleydi! Ayrıldılar. Karısı tekrar köye yöneldiğinde içi cız etti. Yüreği daralıyor, burkuluyor, elinde olmadan üşüyor, titriyordu. Aklına gelen kötü kötü felâketleri, istemeden kurduğu kötü senaryoları zihninden kovmak istiyor, ancak buna bir türlü gücü yetmiyordu.
Düğün olan Yozgat’ın Hacıfakılı köyü Kırşehir ve yöresindeki Abdalların köyü Kırtıllar'a pek uzak değildi. Cuma namazı sonrası "bayrak kaldırma"ya rahatça yetiştiler. Dua okunup bayrak dikildi (kaldırıldı), usta davula vurdu. Akşam olmuş, masalar, odalar dolmuştu. Misafirler hâlâ gelmeye devam ediyor, görevliler düğün evine yakın yerlerde oda bulmak, masa bulmak için sağa sola koşuşturuyorlar, kendilerinden daha küçüklere "Haceli'nin odaya bir büyük, bir de tavuk... Sen Halil'in odaya git, suyunu tazele, bak bakalım ne eksik..." gibi sözlerle bağırarak emirler yağdırıyorlardı.
Hava soğumuş, misafirler odalara alınmış, içilen sigara dumanı dalga dalga tavana yükselirken isli gaz lâmbasının ışığı altında şekiller ve sesler sanki daha da ağırlaşarak duvara yansıyordu.
"Haydin haydi, halaya durulacak!" dediler, odalar boşaldı. Yazlığa (balkona) bir lüks lâmbası astılar. Yazlığın altı ile küllüğün arasındaki boşlukta halaya duruldu. Halay bilenlerin bir kısmı kendiliğinden, bir kısmı da başkalarının itmesiyle biraz da naz yaparak sıraya girdiler. Halay çekenlerin çevresi ile yazlık halayı seyretmek isteyen kadın, erkek, çoluk çocuk insanlarla doluydu. Davul vuruyor, zurna çalıyor, halay sırasındakiler halay başının hareketlerini takip ederek ayaklarını uzatıp geri çekerlerken sarhoş da olsalar bazen eğilip bazen doğrularak bellerini büküyorlar, halayın âhengini, ritmini bozmamaya çalışıyorlardı. Davetliler birbirleriyle şakalaşıyorlar, tabancalar patlatılıyor, yerlere paralar saçılıyor, gürültüden kimin ne dediği anlaşılmasa da coşku artarak devam ediyordu. Ağırlamayla başlayan halay hızlandı. Halay çekenler hoplayıp zıplayarak davulcunun, zurnacının etrafında dönerlerken sıra bozulup karanlık olan küllük tarafına yöneldiler, silâhlar artarak patlıyordu.
Davulcu birden sarsıldı. Tökezler gibi oldu. Başı döndü, gözü karardı. Göğsünde bir ısı, bir sıcaklık duydu. Sıcaklık tüm vücuduna yayılırken karısını, çocuklarını düşünmek istedi, düşünemedi, her şey silikleşip anlamını yitirirken sırt üstü küllüğe düştü. Bir çocuk çığlığı duyuldu: "Usta vurulduuu!"
Davul sustu, zurna sustu, köy sustu, dünya sustu... Çatıda kalan son güvercinin kanat sesi bozdu bu sessizliği. Güvercin göğe doğru yükselirken ustanın ruhunu da beraberinde sonsuz ışıklara doğru götürüyordu. Ustanın cansız vücudunun üstüne bir kilim attılar. Davulunu da yanındaki zerdali ağacına astılar.
Köyüne, Kırtıllar'a haber gönderdiler. Karısı, kız kardeşi, erkek kardeşleri, çocukları geldiler. Kız kardeşinin çığlığı ağıt oldu, dalga dalga yayıldı. Türkiye'den, Bulgaristan'dan, Sırbistan'dan, Macaristan'dan geçip Viyana'ya kadar geldi, bana ulaştı. Ben de bu geç kalan öyküyü, bu geç kalan ağıtı yazıya döktüm:

Sırtlayıp da bindirmişler eşeğe
Ben nası ederim yetim uşağı
Elin küllüğünde adam mı yatar
Altına sereyim kutnu döşeği

Abdal demeyin de ustanın başı
Durmadan akıyor gözümün yaşı
Düğünden geliyor Güllü'nün eşi
Kız senin eşine kurban olurum

Kardeşim üstüne yorgan olurum
Fakılı, Fakılı da Hacıfakılı
Kardeşin davulu dalda takılı
Abdal diye hor görmeyin ustamı
Lacivert esvabı burcu kokulu

NOTb Öyküleştirdiğim bu olay gerçekten yaşanmış olup en az elli-altmış yıllıktır. Ağıt ve öykünün kaynağı rahmetli annem Şaziye Kayı'dır. Bu ağıt ve olayı annemden dinlemiş olan ablam Nazife Er Kayı'dan dinleyerek öyküleştirdim. Küllük köylerde evlerin ön tarafında bulunan ve sobaların, tandırların küllerinin döküldüğü yerdir. Öykünün ve ağıtın her hakkı saklıdır.

CEMAL KAYI