Kıssıkkaya 1960 yıllarda ilk ve ortaokul sıralarındayken arkadaşlarımla dört mevsim suyla buluştuğum, yüzdüğüm, balık tuttuğum yerdir. O yıllarda ırmak boyunca gelen toprak ve bitki karışımı kokuyu, sonraki yıllarda hiçbir yerde alamadım. O güzelim doğaya ve kokuya hasret kaldım. Sıcak havalarda serinlediğimiz, soğuk havalardaysa akarsu kıyısında çalı çırpı toplayıp ateşin etrafında ısındığımız, suyunda çimdiğimiz yerdi Kıssıkkaya… (*)

Betonarme evlerin olmadığı Ekizarası'nda, bağ bahçe sahiplerinin kerpiçten evleri vardı. Bu arazilerde çokça kaynak sularına rastlardık. Bazen kaynak sularının üstünde, hayvanların bıraktığı dışkının karıştığı toprakta çıplak yatarak çamur banyosu yapardık. Mahallemizle Kıssıkkaya arasındaki mesafe bin, bin beş yüz metreydi. 

Yol boyunca çevremizde bulunan bahçelere girip mevsiminde yetişen meyvelerden de almayı da ihmal etmezdik.  Bahçe sahiplerinin kimi, çocukları kovalarken kimileri de “çocuklar dalını kırmadan alın” derlerdi. Maalesef anılarda kalan sadece bunlar olmadı.

“Biter Kırşehir’in gülleri biter efendim

Şakıyıp dalında bülbüller öter

……………………………………………….”

“Bahçe duvarından aştım

Sarmaşık güllere dolaştım.

……………………………………..”

Kırşehir’de yetişen gül bahçeleri nedeni ile  “Gülşehri” olarak ta anılırdı. Türkülerde belirtilen sarmaşık güllerin sardığı bahçe duvarları da kalmadı.

Her yer beton konutlar ve asfaltla işgal edildi, doğa katledildi. Hem de kısa bir zaman içinde, göz açıp kapayıncaya kadar…

Ekizarası ve çevresi, Özbağ’dan Güzler köyüne, 1970’li yıllara kadar kavak ağaçları, bağ, bahçeyken sonraki yıllarda konut alanlarına dönüştürülerek beton ve asfaltla kaplandı. Onca ağaç, bitki örtüsü ve irili ufaklı hayvanlar yok edildi. Hala konutlaşma devam ederken inşa edilen birçok konutun temelinde de su çıkmaktadır. Kılıçözü’nü besleyen ve yeraltından çıkan kaynak suları çekilerek, akarsu kurutulmuştur.

Çocukluk ve gençlik yıllarım, doğduğum yer Kırşehir’de geçti. Siz değerli okurlara aktaracağım hikâye de 1967-68 yıllarına rastlar. Tam olarak tarih veremeyeceğim ama aylardan Mart ayı, soğuk havanın hala etkisini gösterdiği öğle öncesi bir gündü…

Ortaokul ve mahalleden arkadaşlarımla Kıssıkkaya’da çimmeye ve balık tutmaya gitmiştik. Cumhuriyet İlkokulu arkasında buluştuk. Bağ, bahçelerden geçerek Kıssıkkaya’ya gittik.

Ekizarası’nda, ırmak yatağının kıyısında, asıl balık avcıları olan Ali ve ekibinin orada olmasını umuyorduk. Balıkların yuvalandığı inlere Ali ile arkadaşları ellerini sokup tuttukları balıkları kıyıya atıyorlardı. Bu şekilde balık tutmayı beceremediğimden kıyıya atılan balıkları sepete koyma görevini de ben üstlenirdim. Ali öyle uslanmazdı ki, birçok tehlike atlatmasına rağmen bildiğinden şaşmazdı. Bir keresinde suyun boyu aşan bir yerinde dibe dalmış ve su yüzüne çıkmak üzereyken ayağı dipte bir ağacın köklerine takılmıştı. Çabalarına rağmen ayağını sıkıştığı yerden çıkaramamış, epey su yuttuktan sonra tüm gücünü vererek bir şekilde kurtulmuştu.

Ali, benden 17 ay küçük, daha yapılı, atak, zeki ve gözü pek biriydi.  Kimi ona “Deli Oğlan” derdi. Deli lakabı fevriliği ve kavgada çok az kişide olan cesaretindendi. Balık avcılığında da Ali’nin üstüne yoktu. Diğer arkadaşlarının uzun uğraşları sonucu tuttuğu balıktan daha fazlasını tek başına tutardı. 

Ali ve arkadaşları, ırmağın sığ yerinde, ırmak yatağının dibine oturup ayaklarını iki yana açar, boşluk bırakmayacak şekilde birleştirirlerdi. Sonra ellerini balık inlerine sokarak dipten kaçmaya çalışan balıkları bacaklarının altında sıkıştırır, tuttukları gibi kıyıya atarlardı. Bir keresinde ben de onlarla birlikte balık tutmak için yerimi almıştım. Ali tam inlerden balıkları alıyordu ki bacaklarımda gezen yengeçten korktum ve sıçrayıp sudan çıktım. Balıkları kaçırdığım için de Ali beni bir daha ekibine almadı. Doğrusu ben de pek gönüllü değildim…

Arkadaşlar ırmağa girdiler. Hava soğuk, esen rüzgâr ağaç dallarını sallıyor. Güneş ancak kendini ısıtıyordu. Bebekliğimde çok hastalık geçirmişim, ırmağın soğuk suyuna ancak yaz aylarında girebiliyordum. Onlar ırmaktan çıkmadan ateş yakma görevi bana aitti. Çalı çırpıyı ateş yakacağım yere götürüp biriktirdim. Fakat ne çakmağım ne de kibritim vardı. Arkadaşların ağaca asılı elbiselerini de yokladım ama bulamadım. Irmağın karşı kıyısında bizden yaşça daha küçük bir çocuk bana nispet yapar gibi elinde kibritle oynuyordu. Ufaklık kibriti almak için gösterdiğim tüm sempatik davranışlarıma ve yalvarmalarıma kayıtsızdı. Kav kibritin 100 adedinin 5 kuruş olduğunu hatırlıyorum. 50 kuruşa kadar para teklifim bile işe yaramamıştı.

İşte tam bu sırada Ali geldi…

Neden çalı çırpıyı tutuşturmadığımı sordu, ateşimin olmadığını ve karşıdaki çocukla da anlaşamadığımı anlattım. Ali, çocuğu şöyle bir süzdükten sonra “O kibriti çabuk at buraya!” dedi ve çocuk hiç tereddüt etmeden kibriti verdi. 50 kuruş teklifime rağmen bana vermediği kibriti Ali’ye bedava vermiş oldu.

Öğle saatini biraz geçmişti. Çalı çırpıyı tutuşturup ateşi yakana kadar Ali soyundu, kıyıya birkaç balık attı ve arkadaşlarla birlikte ateşin etrafında yerini aldı. Bir taraftan ateşin etrafında ısınırken bir taraftan da pişen balıklarla birlikte evden getirdiğimiz diğer katıklı ekmekleri yemeye koyulduk. Yanımıza Ali’nin tanıdığı biri geldi, soframıza davet ettik. Sohbet sırasında, evden aldığımız katıkların yanı sıra yol üzerinde Kendirliler, Halide Teyze ve başka bahçelere dalarak yolduğumuz meyvelerden bahsettik. Ağaçlara çıkmadan meyvelere ulaşabiliyorduk. Sırık Celal dallara rahat ulaşabildiği halde ağaçların tepesine kadar çıkardı. Hareketleri ağırdı. Bahçe sahipleri peşimize düşüp kovaladığında ağacın tepesinden bir çuval gibi kendini aşağıya bırakırdı. Celal ağaç tepesinde fark edilmediyse, bahçe sahibi gittikten sonra bir yılan gibi kayarak ağaçtan iner ve ağır adımlarla yürürdü. Yakalanınca da bahçe sahibinden dayak yer, gelirdi. Buna rağmen gık demezdi. Büyüklerimiz derdi ki: Bebekken hastalanmış da yaşlı bir insanın kanını vermişler. Ondan bu kadar ağır hareket ediyor…

Kıssıkkaya’dan Özbağ’a ırmak boyunca yürürken yaşadıklarımızı da konuşuyorduk. Irmak kıyısı keçiyolunun bir kesiminde bağ sahiplerinden birinin çalılarla yaptığı çit ile yolu kapattığından da söz ettik. Diğer bağ sahipleri yürüyüş yolunu kapatmazken, burada yolumuz kesiliyordu. Yine de çitten atlayarak karşıya geçip yürümeye devam ederdik.

Yolumuzun çitle kapatılan bu bölümüne “Yasak Bağ” adını koymuştum. Arkadaşlarla söz konusu ettiğim, “yasak bağ” ile ilgili daha sonraki anım yaşamıma bir başka tat bırakmıştı.

Irmak, özellikle ilkbahar sonu ve yaz aylarında kuşların, börtü-böceklerin, suyun ve hafif esintinin çıkardığı seslerle birlikte, enstrümantal müzik gibi geliyordu bana…

İşte böyle bir günde ırmakta akıntıya karşı bazen yüzerek bazen de yürüyerek doğanın manzarası, havası ve sesleri eşliğinde ilerlerken az ileride yüzen birini gördüm…

Yasak Bağın bulunduğu yerde bir kız yüzüyordu. Elbiselerim elimde usulca ırmaktan çıktım. Bir ağaç gövdesine gizlenerek kızı izledim. Beyaz tenli, karakaşlı, badem gözlüydü, yüzüne yakışan bir burnu vardı. Küçük ama dolgun memelerinin uçları sivriceydi, atletik yapılı biriydi.  Çırıl çıplaktı. Göz göze geldik, hiç istifini bozmadan yüzmeye devam etti. Bana baktı da beni görmedi mi, yoksa gördü de umursamadı mı anlayamadım. Yaşlı bir kadının çağırmasıyla sudan çıktığı gibi elbiselerini topladı ve uzaklaştı.

Kız hiç aklımdan çıkmıyordu. Birkaç gün sonra tekrar oraya gittim. Kimseler yoktu. Gözlerim kızı ararken ırmağın karşı tarafında, otların üstünde halkaya bağlı anahtarlar gördüm. Hemen soyunup ırmaktan karşıya geçtim. Anahtarlığı alırken bağın içinden kadın sesleri işittim. Seslerden biri o günkü yaşlı kadının sesiydi. Diğeri ise daha genç bir sesti. Irmakta yüzen kızın sesi olmalı diye düşündüm. Heyecanlanıp karşı tarafa geri döndüm. Ama anahtarları ırmağa düşürmüştüm. Çabucak elbiselerimi giyerken kızın ırmak kıyısına geldiğini fark ettim. Kız bana çimen üstündeki anahtarları sorunca, bir çocuğun anahtarları suya atıp kaçtığı yalanını söyledim. Beni umursamayarak soyunup suya atladı, dibe dalıp kısa bir aramadan sonra anahtarları buldu. Sonra gözlerimin içine bakıp, “sen geçen gün şu ağacın arkasına saklanan çocuk değil misin” dedi. Vay anasını beni fark etmiş, içim titredi. Bir hoş oldum. Heyecandan bir şey demeden ve arkama bakmadan oradan uzaklaştım.

Lisede yaz tatillerinde babamın halı-mobilya dükkânında çalışırdım. Dükkânın kapalı olduğu Pazar günleri arkadaşlarla bazen Kılıçözü Irmağında çimer, olta ile balık tutardık. Bazıları ise balık avlamak için dinamit kullanıyorlardı. Bir defasında ırmakta yüzerken daha kuzeyimizde atılan dinamitlerle sersemleyen balıklar suyun akıntısıyla yüzdüğümüz yere kadar gelmişlerdi. Irmağın sığ yerinde kıyıya vuran balıkları toplamak için çıplak ayakla dipteki taşlara basıp, koşmam sonucu tabanlarım şişmişti de günlerce evde yatmıştım.  Arkadaşlarımızla böyle balık tutmayı onaylamıyorduk. Onlar işin ticaretindeydiler. Biz ise sadece ihtiyacımız kadarını tutuyorduk.

Lise birinci sınıfta bir Pazar günü arkadaşlarla Kıssıkkaya da buluşacaktık. Kırşehir Stadyumu yanı Kılıçözü köprüsünden geçerek kuzeye Kıssıkkaya’ya doğru yürürken önümde Pazar alışverişinden dönen bağ sakinlerinden yaşlı bir kadınla yanındaki kız elleri alışveriş eşyalarıyla dolu yürüyorlardı. Yanlarından geçerken yaşlı kadına “teyze yardım edeyim mi?” dedim. Yaşlı kadın hiç duraksamadan ellerindeki yükü bana verdi. O dönemlerde yaşlı ve güçsüzlerin yükünü taşımayı gençler kendilerine görev edinmişlerdi. Kadınların alışveriş torbalarını evlerine kadar taşıdım.

Yasak bağdaydım. Meğer yardım ettiğim, kişiler ırmaktaki yüzen kız ve ninesi…

Yol boyu nine hiç durmadan konuşuyordu. Torununun ebeveynlerinin Almanya’da olduğunu, yalnız yaşadıklarını ve kadın başına işlerin içinden çıkmaya çalıştıklarını, ben ise başım aşağıda onlara hiç bakmadan yürüyordum.

Nine mırıldanarak, “kodu gitti, kodu gitti” diyordu. Anlamsız bakışlarıma gözlerini dikerek: “herifim, hastalandı da yıllarca baktım. Yatağına kadar yemeğini suyunu getirir yedirir içirirdim. Çok iyi baktım. Altını üstünü yıkar temizlerdim. Beni öylece yapayalnız kodu gitti… Torunum bu kız yol arkadaşım oldu.”

Bağ evlerine kadar taşıdığım torbaları yaşlı kadının tandırlıkta işaret ettiği yere bıraktım. Tandırlıkta yufka, küplerde turşular, pekmezler,  çömlekte peynir, kuru erzaklar ve tavanda hevenk üzümler, gözlerim gıdalarda gezinirken kızla burun buruna geldiğimi fark ettim. Ninesi başka oda da meşgul iken kız basbayağı dudaklarımdan öpmek üzere yaklaşmaz mı? Ama öylece kaldı, öpmedi. Vücudumu her yerini saran bir titreme ile birlikte ter bastı. Kız bu kadar yaklaşınca öpmek bana düştü diye düşündüm. Kızın dudaklarından öpmek üzere uzandım ve öptüm. O sırada nine içeri girdi. Oradan hemen vedalaşarak çıktım.

Hafif bir esinti ayaklarımı yerden kesti yol üzerinde yürümüyor, sanki uçuyordum. İçimde coşku seli arkadaşlarımın beklediği yere doğru gidiyorum. Arkamda bıraktığım kız durduğu yerden beni izliyor hissine kapılıyorum. Ensemde bir gidişme aşk mı? Neler oluyor bana. Benim beşik kertmem var. Her seferinde Annem bunu bana hatırlatır “sakın elkızlarına bakmayasın. Senin beşik kertmen var” diye uyarıda bulunurdu. Kızlara karşı tutukluğum bundan mıydı ne? Bilemiyorum.

Yol boyu yürürken kendi halime gülüyordum. Çünkü gözlerim kapalı kızı dudaklarından değil, burnundan öpmüştüm.

Aradan yıllar geçti. Mahalle sokaklarında arkadaşlarla yürürken yanından geçtiğimiz binanın balkonlarından birinde bir kızın bize doğru el salladığını gördüm. Dikkatlice baktım. Evet, Ekizarası’nda, Yasak Bağ’daki kız… Birden aynı heyecanı ve duyguları yaşadım, ama ne el sallamaya yeltendim ne de konuşma cesaretini gösterebildim.

Öylece anılarımda bir sayfa olarak kaldı.

Kim bilir?

Kıssıkkaya’da yaşanan daha ne hikâyeler vardır…

---------------------

(*) Kırşehir merkezinin ortasından Kılıçözü ırmağı geçer. Kılıçözü Irmağı 30 kilometre uzunluğunda Çuğun Baraj gölü ve Güzler arasında uzanır.

Kılıçözü, İsahocalı köyünün yanındaki dağdan doğar. Çiftlik Mehmet Ağa köyünün yanından, Karahıdır Kasabasının alt tarafından Çuğun köyü ve Özbağ'dan geçerek Kırşehir'e ulaşır. (Çuğun barajı yapım yılı 1970)

Şehir merkezi içinde kalan kısma halk arasında Ekizarası adı verilir. 10 Temmuz 1994 tarihinde kaybettiğimiz değerli Şair Şemsi Yastıman’ın;

Görür mola bu fakirin gözleri

Delice Çay'ını, berrak özleri

Kıssıkkaya serinletir bizleri

Neyleyim denizi, ırmak istiyom.

Memleket Hasreti şiirinin dörtlüğünde belirttiği “Kıssıkkaya” Ekizarası’nda iki büyük kayanın akarsuyun akıntı yönünde daraltarak oluşturduğu göle verilen isimdir. İlk, orta derece okul çağlarında çocukların sıklıkla gidip, yüzdüğü (çimdiği) yer...

Kaynak: Kırşehir Valiliği

Kırşehir SORUN Gazetesi