Göçmen Tevfik... Kırşehir'de yaşı 40'ın üzerinde olan herkesin onu şöyle, ya da böyle tanıdığını düşünüyorum. Şehrin girişinde Arif Ağa'lara ait benzin istasyonunda çalıştı. Sonra memuriyet hayatına atıldı. Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü'nden sonra Belediye'de görev yaptı.
Devamlı takım elbise giyer, beyaz, ya da gri renkli gömleğine kravat takmayı da hiç ihmal etmezdi. Geriye taradığı hafif kırlar düşmüş saçları yaşına göre daima gür, daima pırıltılıydı.
Dudaklarından sigara hiç eksik olmaz, sigaranın külleri uzar, uzar, sonra kendiliğinden üstüne, ceketinin yakasına düşerdi. Sigaradan sigara yakar, üstüne düşen külleri eliyle silerken aslında üstünü daha da çok kirlettiğinin farkında bile olmazdı. Orta boyluydu. Öne doğru eğik yürür, yürürken ellerini daima arkasında birleştirirdi.
90'lı yılların ortalarında görev yaptığım Viyana'dan Kırşehir'e tatile gitmiştim. Ünal Çarşısı'nda çanta imâlâtı yapan arkadaşımın atölyesinde otururken buldum. Şahsen tanışıyorduk. Kendisini görünüşte soğuk bulduğumdan daha önce herhangi bir sohbetimiz olmamıştı.
Atölyenin sahibi arkadaşım tekrar tanıştırdı, tanıştırırken de Tevfik abinin göründüğü gibi olmadığını, çok şeyler yaşamış, çok şeyler görmüş bir Bulgaristan göçmeni Türk olduğunu belirtti.
Mevsim kıştı. Karanlık erken bastı, çarşı boşaldı. Arkadaşım ocaktan son çayları da söyleyip sohbeti başlattı. Tevfik abi çayından bir yudum içti, dudaklarından eksik etmediği sigarasından doluca bir nefes daha çekerek sigarasını parmakları arasına aldı. Anlatmaya başladı:
1940'lı yıllar... O zaman Bulgaristan'dayız. Bulgaristan vatandaşıyız ve ben Bulgaristan ordusunda askerim. Küçük bir köy karakolunda jandarmayım. Sigaram bitti, ufak tefek ihtiyaçlarım da var. Görev yaptığım yerde bakkal yok, ancak karşı köyde hem kahve, hem de kahvenin içinde bakkal var. Komutandan izin aldım, atıma atlayıp karşı köye vardım.
Alışverişimi yaptım, kahvemi söyledim, kahvenin küçük bahçesinde altıma bir sandalye çekip oturdum. Yan masadan birisinin ara sıra bana doğru kaş altından baktığını hissettim, tedirginim.
İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş, ne olur, ne olmaz, Bulgaristan'da yaşayan Türkler hakkında, onların geleceği hakkında bir sürü olumsuz söylentiler etrafta dolaşmakta. Her şeyden, herkesten kuşkullanmam gerektiğini düşünmekteyim. Adamla göz göze geldik, selâmlaştık. İzin istedikten sonra sandalyesini çekip yanıma geldi.
Kendisinin dikkatini çektiğimi, bakkalda alışveriş esnasında konuşurken konuşmamdan, şivemden Bulgar olmadığımı anladığını, nere asıllı olduğumu sordu, Türk asıllı olduğumu söyledim. Türkiye'yi, bilhassa Ege'yi çok iyi tanıdığını, Türkçe de bildiğini söyleyerek Türkçe konuşmaya başladı. Türkçesi araya uzun yıllar girip konuşulmamış kırık bir Türkçe olsa da gayet güzel anlaşılmaktaydı.
Bu arada sohbet koyulaşmış, Tevfik abi sigarasından sigara yakıyor, bıraktığı duman saçlarının arasından dalga dalga, halka halka geçip saçlarına koyu gri bir renk havası verirken içeride hava ağırlaşıyor, atölyenin camlarında su damlaları oluşuyordu. Bizler bu sihrin bozulmamasını istercesine kulak kesilmiş, şimdilik soru sormadan dinliyorduk. Tevfik abi devam etti.
Adam şunları anlattı:
Ben, daha doğrusu bizler Osmanlı'nın son zamanları, Birinci Dünya Savaşı öncesi İzmir'de bulunduk. Orada özel görevliydik. Orada misyon (Bir ideal uğruna üstlenilen ve kutsal olduğuna inanılan gizli görev) görevlisiydik.
Bir binanın zemin katında, daha doğrusu binaların zemin katlarında Türkçe öğrendik, Kur'an öğrendik. Bu aylarca, yıllarca sürdü. Daha sonra camilerde imam, müezzin olarak çalıştık. Her grubun ayrı görevi vardı.
Benim görevim camilerde akraba evliliğini teşvik ederek bu konuda vaazlar vermekti. Amacımız akraba evliliği sonucu ileride sakat bir neslin oluşmasını sağlayarak Türkler'e darbe vurmaktı. Daha başka arkadaşlarımdan kimileri cahiliye dönemi Arap kültürünü, Arap yaşama biçimini, din, sünnet kisvesi altında överek yerleşmesini sağlarken kimi arkadaşlarımız da Jön Türkler'e karşı halkın nefretini sağlayıcı vaazlar vermekteydi.
Araya yıllar girdi. Bu olayların üstünden iki defa dünya savaşı geçti. Artık bunların gizliliği, saklılığı kalmadı. Bulgaristan'da rejim değişti, sosyalistler yönetimi ele aldı. Bunları bu nedenle sana rahatça anlatabiliyorum.
Tevfik abi sohbetine devam etti:
Bizler de o günlerde Türkiye'ye göçmenin plânını, programını yapıyorduk. Türkiye'yi tanıyan adamı bulmuşken nerelere gidebileceğimi sordum. Bana "Kayseri'den öte geçme. Ne iklim olarak, ne de sosyal olarak sana yaramaz. Senin için en uygun yer Çanakkale ve çevresi. İklimi, doğası bizim buralara benzer. O bölgeyi öneririm" dedi.
Atölyeye büyük bir sessizlik çöktü. Hani derler ya: Ortalık suyu soğulmus (kesilmiş) değirmene döndü. İşte öyle...
Sessizliği ben bozdum. "Tevfik abi, Türkiye'ye geldin, o dönemki Bulgaristan'la Türkiye'yi karşılaştırır mısın?" diye sordum. Anlattı:
Sene 1948... İstanbul'dan bizi Kırşehir'e gönderdiler. Benim aileme Yukarı Homurlu köyü düştü. Geçici olarak misafir statüsünde oraya vermişlerdi. Kar diz kapakta... At arabaları üzerinde yüklerimizle muhtarın evine vardık. Bizleri çok iyi ağırladılar, misafirseverlik on numara. Bunu Bulgar'da göremezdin. Tuvaleti sorduk, dereyi gösterdiler. Bunu da Bulgaristan'da göremezdin. Her evin içinde, ya da en azından bahçesinde tuvaleti vardı. Biz Bulgaristan'da o zaman elektrik kullanıyorduk. Homurlu'da sadece muhtarın evi gaz lâmbası ile aydınlatılıyordu.
Geldiğimiz yerde çatal kaşığımız vardı. Burada sırf bizim için tahta kaşık çıkardılar. Altımıza yün döşek serdiler, yüksekliği yarımşar metre. Bunu da Bulgar'da göremezdin. O gün biz misafirlerine koç kesip sofraya getirdiler, gene bunu da Bulgar'da göremezdin.
Osmanlı'nın Anadolu'da hiçbir hizmeti, hiçbir eseri yoktur. Sadece Amasya'da Şeyhzade eğitim merkezi ile Nevşehir'de Damat İbrahim Paşa hatırına birkaç ufak tefek eserle seferlerde askerlerinin geçebilmesi için Kızılırmak üzerinde birkaç köprü... Osmanlı'nın eserleri ve yatırımları hep batıya, dışarıya olmuştur. Bulgaristan'a, Yunanistan'a, Makedonya'ya, Üsküp'e, Manastır'a, Hicaz'a, Filistin'e, Mekke'ye, Şam'a...
Anadolu insanı, gerçek Türkler her zaman sadece savaşlarda hatırlanıp askere alınarak Yemen'de, Galiçya'da, Arap Yarımadası'nda, Filistin'de, Sarıkamış'ta, Çanakkale'de kırdırılmışlardır. Bu da yetmemiş, özel birlikler eşliğinde "Alevîsin", "Bektaşîsin", "Kızılbaşsın" diyerek intikam alınırcasına kökleri kazınmaya calışılmıştır.
Askere alınmayan azınlıklar ticaret, sanayi, zenaat sahibi olurlarken Anadolu insanı Türkler'e bunları koruma görevi verilip yönetimde söz sahibi olmaları sağlanmıştır.
Doğuda zaten feodal aşiret düzeni hâkim olduğundan buraların yönetimi de bu aşiret şeyhlerine verilmiş, bu aşiretlerin birçoğu da padişaha ne asker, ne de vergi vermişlerdir.
Bu günlerde palazlanan gericilerin devlete, Atatürk'e, Türklüğe, ulusal değerlere saldırısı kimliği, kişiliği, aidiyeti belli olmayan (kadın-erkek) kişilerce tartışmaya açılıp aşağılanmaya çalışılmaktadır.
Bunların Göçmen Tevfik'in anlattığı misyonerler, emperyalist projenin görevlileri oldukları ve bu proje için çalıştıkları kesindir.
Tevfik abiyle daha sonra gene görüşüp daha başka bilgiler aldıktan sonra yaşadığımız günlerle de örtüşen anlattıklarını çok önceleri yazmayı düşünmüştüm, kısmet olmadı. Rahmete kavuştuğunu öğrendiğim Tevfik abinin ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

CEMAL KAYI