GÖZLERİM KAN ÇANAĞI (1)

“Gün ağarınca boynum bükülür.

Dalarım uzaklara gönlüm sıkılır.

Sorma ne haldeyim.

Sorma kederdeyim.

Sorma, yangınlardayım zaman zaman.”

         Siz de sormayın beni; yanık türkülere, zamansız yitirdiğim öğrencilere, öfkemi yenemeyip kırdığım gönüllere. Sorarsanız; kabuk bağlamış yaralar yeniden kanar, yeniden kangrene döner yüreğim. Öyle bir kanar ki boğulurum o kanın içinde.

         Sormayın, dilim araz, dilim lal, yüreğim zindan yeri…

         Urfa merasimi bitti. Acılar eklendi acıların üstüne, özlemler eklendi. Sonra, çareler bulundu çaresizliğe. İki damla yaş düştü toprağa. Bir mezar başında yakılan ağıtlar kaldı geride. Bir de Cemil’e gönderilen Fatihalar.

         İki güvercin, iki göz, iki sevdalı yürek ayrıldı birbirinden. Halülü Rahman, elveda. Gönlüm kaldı sende. Urfa muhabbeti bitti, ver elini Kütahya- Domaniç...

Say ki Osmanlı payitahtını yeniden kuracak, say ki İstanbul'un fethine katılacak, say ki tüm bilinmezleri bilen çocuklar yetiştireceğim.

         Ay’a hasret kalacak gönüller. Güneş’in gitmesine karşı duracağım. Karanlığı görmeyecek çocuklarım gözleri.

         Kısa sürüyor tanışma faslı. Gereksiz, boş, anlamsız muhabbetler. Öğretmen dedin mi sınıfta olmalı. Öğretmen dedin mi ter kokusunu duymalı çocuklarının. Öğretmen dedin mi yaslamalı sırtını gül goncalarına, onlarla birlik nefes alıp vermeli. Öğretmen dedin mi…

         Küçücük bir okulda, yeşermeyi bekleyen yüzlerce çiçek tohumu, hepsi suya hepsi Güneş’e, amma en çok sevgiye, bilgiye, umuda aç.

         Ben sabahçıyım. On iki gibi bitiriyorum dersimi. Sonrası, boş vakit... Boş vakit ne demekse? Ava çıkıyorum birkaç kere. Avcılık bana göre değil. Tüfeğin ağarlığı ar geliyor yüreğime. Ne tüfek taşımaktan, ne ateş etmekten, ne de avcılıktan hoşlanmıyorum. Kahve bana göre değil. Sonra kitaplarla dolduruyorum gecemi gündüzümü. Sahibi olmayan mektuplar yazıyor, kime yazıldığı belli olmayan şiirler karalıyorum. Bir de sızım var sol yanımda, kendi kendime bile diyemediğim. Müdürüm fark ediyor, çaresizliğimi, yalnızlığımı, hiçliğimi…

“Hocam müzik öğretmenimiz yok müzik derslerine girer misin ?” diyor.

         Ben, karanlığına kavuşmuş ateş böcekleri gibiyim. Işığımı verip ölmeye razıyım.

         “Girerim ya” diyorum. Ağzım kulaklarımda… Yüreğimden harmandalı, yüreğimden bozlak, yüreğimden Arguvan havaları akıyor.

         “Girerim ya” diyorum.

         “Hem ben Gırşeherliyim. Bir sürü bozlak öğretirim guzularıma.”

         “Açma zülüflerin yellere karşı

         Senin zülfün benim telim değil mi?

         Bülbül figan eder güllere karşı

         O yar benim gülüm değil mi?”

         Neşet Ertaş

         Müzik dersleri eğlenceli geçer diye düşünüyorum. Sonra flüt öğretmek sevdası düşüyor gönlüme.

         “Haftaya herkes flütle gelecek” diyorum.

         Benim elimde bir flüt. Koridorlarda sarı gelin çalıyorum.

         “Erzurum çarşı Pazar...”

         Bir öğrenci hariç tüm öğrencilerim flütle geliyor sınıfa. Tek bir öğrenci, en arkada oturuyor. Kikirik; gereğinden fazla ince, gereğinden fazla uzun… Yirmi iki yaşındayım. Bıyıklarım terlememiş daha. Yirmi iki yaşındayım, deli fişeğim, hercaiyim, dalda durmaz, yola gitmezim. Öğretmenlerin kralıyım.

         “Ayağa kalk!” diye bağırıyorum.

         Bağırmak değil bu. Ayağa kalk diye zırlıyorum adeta. Sesim o kadar sert ki.

         “Adın ne senin? Flütün neden yok!”

         Yavaş yavaş yerinden kalkıyor. Boyu benden uzun... Önce ceketinin kolları dikkatimi çekiyor. Ceketinin kolları neredeyse dirseklerinde... Sıranın dışına doğru kayıyor. Ayakkabılarının sökülmüş yerlerinden, çorapsız ayakları görünüyor.        Cevap verirken sesi titriyor.

         “Şey öğretmenim haftaya getiririm” diyor.

         “Adım Recep.”

         “Haftaya o flüt gelmezse karışmam!” diyorum.

         “Haftaya o flüt gelmezse karışmam! Alırım ayağımın altına!”

         Recep, yıkılıyor gibi oturuyor sırasına. Yere yere bakıyor ben notaları öğretmeye başlıyorum.

         Do, re, mi, fa…

         Birkaç gün sonra resim dersleri de bana veriliyor. Ben nasılsa köydeyim. Boş geçen derslerin gönüllü öğretmeniyim. Yine Recep’in sınıfındayım. Recep yine en arkada... Yine suskun, yine durgun... Yeni yeşermeye başlayan bıyıklarında hafif bir ıslaklık. Bense, yine karlı dağların aslanı... İlk derste sayıyorum alınacakları.

         “Şu şu ölçülerde resim kâğıdı...”

         “Şu şu numaralı resim kalemi...”

         “Defter olmaz mı öğretmenim? Bizler defter almıştık da” diyor densizin biri.

         “Hayır, olmaz! Resim kâğıdı diyorum! Kalın kafalı!”

         “Şu boyut resim kâğıdı, şu numaralı kalem olacak.”

         Bir sonraki hafta müzik dersinde Recep’in flütünün olup olmadığına bakıyorum. Elinde kırmızı bir flüt var. Flüt var olmasına da derse katılmaya pek niyeti yok Recep’in. Bu çocuk deli edecek beni. Taktım Recep’e. Taktım ki hem de nasıl.

         İtinayla resim dersinin gelmesini bekliyorum. Küçük dağları ban yaratmışım gibi sınıfa giriyorum. Sınıfta çıt yok. Sınıf susuz kalmış çöl… Sınıf ağaçları yakılmış orman... Ben, devim. Ben, Şahı Merdan…

         “Çıkarın malzemeleri!” diye haykırıyorum

         “Çıkarın malzemeleri!”

         Malzemeler, birer birer masa üzerindeki yerlerini alıyor. Hepsi benim dediğim marka ve modeller. Ben, Van Goh, Picasso havalarıyla dolanıyorum sınıfta. Eminim ki hepsi birkaç haftaya Ahmet Hamdi Bey’e dönecekler.

         Sınıfın en arkasındayım. Tüm sıralardaki beyaz resim kâğıtları ışıl ışıl parlıyor. Recep’in sırası bom boş...

         Sormuyorum, sorgulamıyorum. Kudurmuş köpek gibiyim. Recep’in aylardır su değmemiş yakasına yapışıyorum.

         “Çık ulan dışarı!” diyorum.

         “Ben size malzemesiz gelinmeyecek demiyor muyum?”

         Recep konuşmaya çalışıyor. Ben daha da kuduruyorum. Recep’i kapıya doğru sürüklüyorum. Kapıyı tekmeleyerek açıyor, Recep’i dışarı fırlatıyorum. Bağdat fatihi Genç Osman, Mekke fatihi Fahrettin Paşa, Anadolu Fatihi Alparslan’ım.