Hangi yaş gurubunda olursa olsun yaşadığı zamanda geriye doğru geçmiş yaşantısının farkı sorulduğunda, hemen bir ah çeker oflu poflu şikâyet ve serzenişler başlar. “Nerde o eski günler, bir saygı sevgi ve hatır gönül vardı, şimdiki gençlerde bu davranışların eseri yok” derler.

Hangi yaş gurubunda olursa olsun yaşadığı zamanda geriye doğru geçmiş yaşantısının farkı sorulduğunda, hemen bir ah çeker oflu poflu şikâyet ve serzenişler başlar.
“Nerde o eski günler, bir saygı sevgi ve hatır gönül vardı, şimdiki gençlerde bu davranışların eseri yok” derler.
Pek çoğumuz yaşadığı yerlerde, mahallelerde geçen çocukluk hatıralarını andıkça gözleri dolar ve bazen de gözyaşlarını tutamaz, ağlayanlarımız olur. Ben bu ağlayanlardan değilim, ama gözyaşlarını içine akıtanlardan bir Kırşehir hayranıyım.
Türkiye’nin hemen hemen dörtte üçünü gezdim, Avrupa’nın büyük şehirlerinin pek çoğunu gezdim ve gördüm. İskandinavya’dan Akdeniz sahilindeki ülkelerle İngiltere, İrlanda bunların arasında.
Ama gel gör ki canım memleketim Kırşehir’i hiçbirine değişmem. Değişmem derken benim çocukluğum ve gençliğimin Kırşehir’i kastediyorum. Çocukluğumdaki o mis kokulu, fosur fosur taş fırın ekmeğini arıyorum. Pek bilemiyorum ama bayağı büyüktü ekmek, belki kilo değilse de yarım kilodan az değildi ve tanesi sarı 25 kuruş ve 10 kuruş ta çemen sürer karnımızı doyururduk, üç beş arkadaş.
Birkaç tane fırın vardı ve bunlar odunla pişirirdi ekmeği, ekmek pişerken şehrin her köşesinde mis gibi kokusu hissedilirdi.
Pek çok arkadaşımla çemen ekmek yemişizdir. Çemenci Ali’nin çemeniyle taze ekmeğin tadı başkaydı. Üstü pilavlı kuru fasulye 150 kuruş. Ekmek masada sepet içerisinde yemek sınırsızdı. Sefer Ustanın kuru fasulyesinin lezzeti başkaydı. Uçan Osman, Ciga Mehmet, Cafer, Hacı ve hatırlayamadığım arkadaşlarımın Osman hariç hepsi memleketi terk etti.
Şehre dokuz kilometre uzaklıkta olan kendi yaylamızda otlayan hayvanların sütünden yapılan yoğurdun ve tereyağlarının kokusu ve lezzetinin özlemi yüreğimden ve tadı hafızamdan hiç gitmedi.
Dinlenme ve ders çalışma yerimiz İkizarası idi. Sevgililerin buluşabileceği pek çok koyuk vardı. Su şırıltısı ve çeşitli kuşların sesleriyle adeta açıkhava konseri verdikleri bir şölen yeri idi.
Dinekbağı’ndan Taka’ya kadar olan o yeşilliklerden bir eser kalmadı. Her birinde ağırlığı kadar suyu çıkan elma, armut, erik bahçelerinin yerini beton yığınlarıyla doldurduk.
Orta göbek denen yerden ırmağa doğru inen yolun hemen sağında yani şimdiki belediyenin olduğu yerde, içinde çok çeşitli ağaçlar olan park ve içinde küçük bir havuz vardı. Sol tarafta dükkânların ilki de tek kırtasiyeci Sülükçülerin dükkânı, devamında bir kaç tane fotoğrafçı dükkânı vardı. Sağda şimdiki öğretmen evinin olduğu yerdi veya onun biraz aşağısı, Erkek Sanat Okulu vardı ki burada tanıdığım çok sanatçı ve öğretmen yetişti.
Önünde fıskiyesinde pinpon topu olan bir havuz tek zevkle seyrettiğimiz, gençlerin ve talebelerin dinlenme yeriydi. Sağda son bina Adliye binası vardı. Aynı bina hükümet binası olarak da mı kullanılıyordu bilemiyorum. Birinci katın küçük bir balkonu vardı, Menderes’in Kırşehir’e geldiğinde halka hitap ettiği balkon orası. Dört tane mermer direk üzerinde duruyordu, o direkler ne oldu nereye gitti, araştırdım kimsede bilmiyor.
O mermer direkler tarihi bir varlık olsa gerekti, yani şimdi antika sayılırdı. Stadyumun olduğu yere ağaçtan bir köprü ile geçilirdi, geniş bir çayırlık ve çayırlığın su basmayan yerinde top oynamak için bir saha vardı. Haftanın hangi günü hatırlamıyorum burada halk pazarı kurulur, bölgemizde yetişen her türlü gıda satılırdı. Halk pazarı zaman zaman değişik yerlere taşındı.
O zamanlar her meyve ve sebze mevsiminde yenir, sera bitkisini pek kimse bilmez ve bilmediği ürünü de almazdı. Kadının Hanı denilen köşedeki binanın karşısında iptidai bir köprü vardı. Burada sadece yayalar geçer, arabalar ve araçlar derin olmayan çaydan geçerlerdi.
Yeşilyurt İlkokulu’na giden yol bahçe yolu gibi dar bir yoldu. Şimdiki gibi geniş değildi, Buçuklu Köprüsü’ne kadar çıkan köprüde, İnönü İlkokulu tarafından gelen yolla birleşir, Bağbaşı’na çıkardı.
Şehrin batı kısmında da ki köylerin yoluydu, dar ve Arnavut taşlarıyla döşeli yollarda geçen at arabalarının kulağa hoş gelen seslerini şimdiki nesil bilmez.
Bağbaşı’nın güzelliği ve Ağbayır’da şehri seyretmek daha başkaydı. Bağbaşı’nın başka bir ayrıcalığı vardı, müzik kültürümüzün Orta Asya’dan beri bize bıraktığı abdallar bu mahalleye ayrı bir renk katardı. Çekiç Ali, Neşet Ertaş, Bektaş Usta, Çekiç Ali’nin oğulları Aydın ve niceleri bu mahallede yetişti. Fakat ne yazık ki bu kültüre sahip çıkılmadı ve yok olmakla karşı karşıya.
Aşağı Pazar yeri denilen yer, Buğday Pazarı’ydı ve Arnavut kaldırımı denilen taşlarla kaplıydı. Kılıçözü Çayı’na paralel demirci dükkânları yer alırdı. Blok başındaki iki katlı bina, Hirfanlı Barajı’nın yapılması sırasında istimlak parasıyla yapılan ve bir zamanlar Ziraat Bankası’na da hizmet veren o zaman modern sayılan bir yapıydı.
Uzun Çarşı el sanatlarının icra edildiği yerdi ve o cadde taş döşeli, yağmurlu havalarda ve kışın caddede yürümek cambazlık isteyen cadde idi. Arnavut taşlarıyla döşeli taşlı yollarda giden körüklü faytonlar, kulağa hoş gelen çok güzel zil ve çelik kampana sesleri yayardı.
Çocukluğumda unutamadığım bir olaya rastladım hiç unutamam. İlk traktörü alanlardandı rahmetli babamla sık sık şehre gelirdik. Vagonda ön köşe bana aitti. Bir gün mevsim olarak pek hatırlamıyorum. Bir adamın elleri arkadan kelepçeli, boynuna iki tavuk bağlamışlar, sağında ve solunda iki zabıta veya mahalle bekçisi, adamı gezdiriyorlar. Zabıta veya bekçi elindeki sopayla tavukları hareketlendiriyor ve hayvanlar çırpındıkça adamın suratında kanatlarıyla yaralar acıyor ve kanıyordu. O olaydan çok etkilendim ve babam bu adam tavukları çalarken yakalanmış mahkemeye götürüyorlar demişti.
Tavuk hırsızı olayının geçtiği uzun çarşı benim içineğlenceli ve bayağı romantik gelirdi. Ritimli ve notayla çalışılıyormuş gibi demir döven çekiçlerin sesi, akustik bir dalgayla bütün çarşıya yayılır ve o çekiç darbelerinin altında bilek kuvvetine boyun eğen demirlerden çok güzel sanat eserleri çıkardı.
Kazma, kürek ve karasaban pulluk uçları özenle dövülerek satışa sunulurdu. Bakırcıların ve kalaycıların dükkânında yayılan nidadır ve kalay kokuları, sanki tabii bir esans gibi gelirdi burunlara.
Uzun Çarşı’nın Çarşı Camii’ne dayandığı yerde ilk defa radyoyu gördüm. Yıl 1953 rahmetli babamın elinden tutup her gittiği yere giderdim. Caminin çarşıya bakan yüzünde bir çeşme vardı, terkos veya doğal su olduğunu anımsayamıyorum. Duvarında zincirle bağlı kalaylı bir su tası vardı, çok su içmişimdir. Abdest alınan yerlerin etrafında bir kalabalık vardı, çok heyecanlı ve coşkulu bir ses bir şeyler anlatıyor o sesle bir kısmı ağlıyor, kimisi dizine vuruyor, yani anormal alışık olmadığım bir durum vardı.
Herkes kafasını sokacak kadar bir yer bulup kalabalığın ortasına odaklanıp can kulağı ile dinliyor. Bir sandık üstüne konmuş, ön tarafı süslü bir cam ve yan tarafında ses geldikçe oynayan bir lamba gibi bir şey var. Babam bir tanıdıkla konuştu, hatırladığım kadarıyla adam babama, “hacı kızının Vehbi iradyo getirmiş” dedi. Hemen kasanın yanında beyaz sakallı ve beyaz şalvarlı biri oturuyor ve yanında çarşının hatırı sayılır esnaflarından oturanlar da vardı.
İlk defa radyo gördüğüm an. Birkaç yıl veya aynı yıl bizimde oldu, benim kolu gramofondan sonra ilk tamiratla tanıştığım alettir. Grundig marka büyükçe ve çok güzel cilalı ceviz ağacında bir kasası ve iki enerji kaynağı vardı. Uzun ve kalınca pili ve şimdiki iki kesme şeker kabı kadar aküsü vardı. Piller o zamanın parasıyla 7,5 TL ve aküsü de 45 TL idi. O zaman oğlaklı bir keçinin 7,5 lira ve yanında kuzusu ile koyununda 12 TL olduğunu hatırlatmak isterim. Yani bir keçiye bir pil, üç koyuna da akü alınıyor. Çarşı camisine varmadan eski kasapların bulunduğu yerden sağa dönünce tavuk pazarı vardı. Kafeslerin içerisinde veya ayakları bağlı tavuk, kaz, ördek ve diğer kümes hayvanları satılır. Sağ tarafa ayrılan sokakta marangozlar yer alır ve aşağıya doğru sıralı, sağlı ve sollu hatırladığım kadarıyla bir kısmı da ahşap yapılı ve cumbalı konaklar yer alırdı. O güzelim eserleri yıkıp yerine beton yığını diktik, geçmişimize ve tarihimize sahip çıkamayışımızın basit örneği.
En başta olan mahpushane olarak kullanılmış daha sonra da Tekel binası olarak da hizmet vermiş, çok güzel ahşap bir bina vardı, bunu zor hatırlıyorum. Yıllar sonra bu muhteşem konakta, Zetina ve Singer Dikiş makineleri dikiş nakış kursu açtı ve o binada yüze yakın makinenin bakım ve tamiratını yaptım. Kursa gelen kızların çoğunluğu, sanat öğrenmek için evlenme çağına gelen kızlardı. Kız sanat okuluna giden kız çocukları yaz tatilinde istifade ederek bu kurslara kayıt olur ve o zaman geçerli bir sanat olan terzilik ve nakış işlerini öğrenirlerdi.
Biraz aşağıya yani şimdiki sebze haline varmadan solda etrafı yıkık duvarlarla çevrili bir alan vardı. İki giriş yeri yani açık kapısı vardı. Burası açık Pazar yeri olarak kullanılıyordu. Bir gün çok heyecanlanmıştım, ilk defa deve görüyordum. Sanki bağdaş kurmuş oturuyor gibi sıra sıra develer vardı. Bunların kervan devesi olduğunu söylüyordu birileri, nerden ne getiriyordu bilmiyorum. Şimdiki Terme Caddesi tek şeritli ve bozuk satıhlı bir yoldu. Şimdiki Neşet Ertaş Kültür Merkezi’nin olduğu yerde sanayi dükkânları yapılmıştı. Daha önce orası mezarlıktı.
Dinekbağ’ına karşılıklı iki ana yolla ulaşılır ve birde orta yol vardı. Kışın oturanlar vardı her iki yakasında, fakat çoğunlukta yazın şehirden bağlara göçülür, kışlık ihtiyaçlarını bahçesi olanlar kendileri yetiştirirdi. Bildiğim kadarıyla Kılıçözü Çayı üzerinde üç tane taş değirmen vardı. Bu değirmenlerde günlerce nöbet beklerlerdi. Bir değirmende, Ahi Evran’daki özel hastanenin oralarda olduğunu tahmin ediyorum. Yanılmış ta olabilirim ama oraya kadar bir değirmen döndürecek kadar su taşıyan kanal vardı.
Yenice mahalle şehrin gözde ve ana yol üzerinde zenginlerin oturduğu cumbolu konakların sıralandığı yol boyunca, tokmaklı kapılarda havlusuna girilen güzel evlerle sıralı zamanın güzel yerlerinde biriydi.Kılıçlı Köprüsü’ne kadar devam eden evlerin sonunda bağ evleri başlardı. Vali Konağı’nın bu mahallede olması dolayısıyla, evler ve yollar biraz daha düzgün ve temiz olurdu. Yolun devamı Kındam’a kadar çıkardı. Kındam’ın ve Kındamlının havası başka idi. Güzel ve kaliteli üzümleri ve bu üzümlerden yapılan pekmezleri rakipsiz ve bal fiyatına yakın bir değerle satılırdı ve de sipariş üzerine üretim yapılırdı.
Bahçelerinde Anadolu’da yetişen bütün meyve çeşitleri bulunur, tat ve aroması hiç bir yerde bulunamayacak lezzet verirdi. Yenice Mahallesi’nin şehir tarafından girişinde sağda birinci veya ikinci dar bir sokak ayrılırdı, Çobanoğlu Sokağı. Sokak sağlı sollu yine muhteşem evlerle, yaz mevsiminde sanki tropikal ormanlarda geziyormuş havası verirdi. Eriklerin her çeşidi kayısı, elma, ceviz hemen hemen her bahçede bulunurdu.Güz mevsiminde sokak aralarında gezenler, kaynayan kışlık salça kokuları, karamelleşmiş pekmez kokuları teneffüs ederek sanki bir cennet havası yaşarlardı.
Aşıkpaşa ve Medrese Mahalleleri, genellikle varlıklı ve müstakil evlerde oturur, her evin bahçesinde üzüm omcalarının yanında kayısı, erik, elma ve pek çok çeşit meyve ağaçları bulunurdu. O zamanlar üç katli ev nadir ve hiç yok denecek kadar azdı. Her evin alt katında veya yan tarafında bir ahırı ve kümesi olur gerek süt ve gerek yumurtanın fazlasını olmayan komşulara veya fakirlere verilirdi. Mali durumu iyi olan aileler karşılığında para almazlardır.
Yumurta ve süt satmayı nerdeyse ayıp sayarlardı. Çünkü şehirde oturanlar hemen hemen herkes birbirini tanırdı. Durumu iyi olmayanlar satardı, bu da ayıp sayılmazdı. Aşıkpaşa’nın şehre bakan üzüm bahçeleri, yolun Kervansaray tarafından Boztepe yolunun bulunduğu güzergâh yine bağ ve bahçelerle sıralanırdı. Kış mevsimi Kervansaray yolu işlemez, bazı zamanlar karla kaplanırdı. Karın iki metreye kadar çıktığı olurmuş ben birkaç sefer gördüm. Yazın bağ evlerine taşınırlar, kışın evler boş fakat çok nadir hırsızlık olayları olurdu. O zamanlar hırsıza kimse selam vermez, halk içine çıkamazdı hırsızlık yapan. Şimdi çalmayana selam vermiyorlar ve hırsızlar her zaman rağbet görüp baş köşeye oturtuluyor.