Hani bir güzel söz vardır. “Geçmiş zaman olur ki, hayal-i cihan değer.” Bazı bilgelerin geçmişin bazı yaşanmış olaylarına yorumları vardır ki, kürsü profesörlerinin bile anlatamayacağı güzelliktedir. Neşeyse neşeyi, hüzünse hüznü geçmişten ta bu günlere aynen taşır. Ancak bunu o yılları yaşamış olanlar çok daha iyi anlarlar. O günün koşullarında öyle güzel yaşanmışlıklar vardır ki; bugün çok komik karşılanır. Konu çok ciddi de olsa gülme rekoru kırılabilir. Bu bağlamda, yeni nesilde, 70-80-90 yıl öncesinin yaşanmışlıklarının bugün için hiçbir anlam ifade etmediğini çok açık olarak görebiliriz. Nesil çatışması veya nesil farkı dediğimiz durum işte budur.
Bizim çocukluğumuzda telefon, televizyon, atari, bilgisayar, ipad ve günümüzde olan binlerce oyuncak yoktu. Bizim kendimize has sekiz on çeşit oyunumuz olurdu. Onlarla da alabildiğine mutluyduk. Biz büyüklerimizden ne duyuyorsak bilgi dağarcığımız o kadardı. Büyüklerimiz bizim yaşam koçlarımızdı. Ancak onlarında yaşam ve kültür düzeyleri de küçücük bir daire içi kadarmış. Bunu da çok sonraları anlayabildik. Ya şimdiki çocuklar öyle mi? Neredeyse biz anne babalarına teknoloji öğretmenliği yapıyorlar. Bugün tüm dünya bilgilerini bir telefona sığdıran çocuklar yaşamın içinden de o kadar uzaktalar. Ortaokulda okuyan bir apartman çocuğunun koyun-kuzu-koç nedir diye sorsanız iddia ediyorum bilemez. Yaşamak istedikleri dünyaya teknoloji gözüyle bakıyorlar ve öyle büyüyorlar. Ama biz o koyunların, keçilerin, ineklerin peşinde büyüdük. Şimdi bir konu anlatmak istiyorum, kültür değişimi ve bilgi erozyonu bizleri nereden nereye getirmiş.
Babam anlatırdı: Ben ya doğmamışım ya da iki üç yaşında olduğum yıllarda köyümüzde bir tatlı olay yaşanmış. Bir köy zenginimiz kocaman batarya ve pilli bir radyo almış. Bir bahar günü yaylanın ortasına koymuş ve sesini açmış. Nerdeyse köyün tamamı ilk defa gördükleri bu aletin başına dolmuşlar. Tesadüfen o saatte türküler programı varmış. Millet pür dikkat, sessizce dinliyorlar ve dinlerken de düşünüyorlarmış. Bu nedir, nasıldır, kimlerdir türkü söyleyenler diye birbirlerinin gözlerine bakışlarıyla soruyorlarmış.
Radyo programı işte, bir zaman sonra program biter ve pil tükenmesin diye de sahibi radyoyu kapatır. Bu arada millet birbirinin gözlerine soru sorarcasına bakarlar. Köyün hanım ağalarından birisi gayet bilge ve vakur bir tavırla:
“Haydi, gelinler kızlar bu kutunun içindeki küçük misafirler çaldı çığırdı yoruldular. Herhalde epey acıktılar. Gidip bizim ocakta yavan yaşık ne varsa pişirip getirelim. Anam ta buralara kadar gelmişler. Haydi bakalım.” Kimisi bunu gerçek sanıp peşine düşmüş, kimisi de gülmeye başlamışlar tabii. Ama bu olay o günkü koşulların sevimli gerçeği idi.
Bizim nesil, bu iki dönem arasının yokluğunu-varlığını, güzelliğini-çirkinliğini, açlığını-tokluğunu birebir yaşayarak bugünlere geldik. Yaşamın, bilimin, teknolojinin bu kadar değişim ve gelişim göstereceğini hiç düşünemezdik.
Konumun öznesine gelecek olursak, bilim ve çalışma insanı; radyonun içinde insanlar var diye düşünmekten yapay zekâya kadar taşıyabilmektedir. Bunun yolu ise İLİMDİR, BİLİMDİR, EĞİTİMDİR, OKUMAKTIR. Ancak, tarikat ve onun paralelinde olan düşüncelerin saçma sapan uygulamaları değil, gerçek bilime yönelmekle gerçekleşir.