Zaten bitmekte ve yok olmakta olan insanlığımız, komşuluk ilişkilerimiz, yardım severliğimiz, bayram ziyaretlerimiz, korona salgını nedeniyle tamamen bitti ve yok oldu.
Bakın hayatın hiç tadı tuzu kaldı mı?
Neydi bu Ramazan Bayramı?
Adeta ölüm sessizliğini yaşadık. Ne insanlar birbirlerini ziyaret edebildiler ne çocuklar şeker toplamaya geldiler, ne bayram kıyafetleri alındı, ne harçlıklar verildi.
Bu durum zorunluluktan da olsa iyi bir şey değil. Sanki bitmiş olan insanlığımızla birlikte dünyanın sonumu geliyor dersek yanlış söylememiş oluruz.
Günümüz dünyası öylesine hal aldı ki! Kardeş kardeşle dargın, evlat anne ve babaya bakmıyor, para hırsı, menfaat ve çıkarcılık insanların gözünü kör etmiş. İnsanlık kaybolmuş, komşuluk ilişkileri bitmiş, selam alıp, vermeyen, komşusunun cenazesine gitmeyen, baş sağlığı dilemeyen, kendini beğenmiş, kaprisli, gösterişe, modaya, markaya, arabaya, tatile düşkün, yaralı parmağa işemeyen insanlar çoğalmış. Güven dersen hiçbir insana güven kalmamış karpuz örneğinde olduğu gibi içi kırmızı, dışı yeşil insanlar dünyayı sarıp, sarmalamışlar.
Size bir gerçekten bahsedeyim. “Kör istedi bir göz, Allah verdi iki göz” misali yukarıda belirttiğim özelliklere sahip insanlar için bayramda sokağa çıkma yasağı bal kaymak oldu.
Oysa doğup büyüdüğüm Kırşehir Aşıkpaşa Mahallesi, Özbağ Sokak’ta geçen çocukluk ve gençlik yıllarımızda sadece bayramlar değil, her gün başka bir güzeldi. Hayatın tadı vardı. İnanın insanların içi de, dışı da birdi, saf ve temiz, duyguların masum olduğu, yardımseverliğin, iyiliğin, güzelliğin tavan yaptığı çocukluk ve gençlik yıllarımı özlüyorum. Rahmetli annemin tabiriyle burnumda tütüyor.
Bazen kendi kendime acaba birisi bana çocukluğumu geri verir mi diyerek sorduğum zamanlar olmuyor değil. Tek katlı, bahçeli müstakil evlerden oluşan buram, buram tarih ve kültür kokan Kırşehir’de her şey çok güzeldi. Hiç kimse bir diğerinin, maddiyatına, oturduğu eve, kullandığı arabaya, giyindiği modalı elbiseye, eşyalarına bakmıyordu. Özet olarak herkes insandı, herkes birdi ve birinin derdi herkesin derdiydi.
Yardımlaşma üst seviyede olduğu gibi komşular "Yaptığım yemeğin kokusu komşuma da gitmiştir" diyerek bir tabakta komşusuna verirdi. Sokaktaki çocuklarla hep birlikte çelik-çomak, çanak-çömlek, saklambaç, birdirbir, bilye, gazoz kapağı, körebe oyunlarını ve kendi aramızda derbi maçları oynardık. Çocukların cıvıl, cıvıl koşturduğu Kırşehir sokaklarında geçen çocukluğumuz ne kadar güzeldi. Kimse kimseye tuzak kurmaz dolandırmaya, aldatmaya kalkmazdı.
Herkes haddini bilir, kem söz söylemez ve el alemin namusuna yan gözle bakmazdı.
Garip görünce başı okşanır, yetim görünce doyurulur, öksüz görünce giydirilirdi.
Hele bayramlar. Komşular arasındaki yardımlaşmalar, günler öncesinden yapılan hazırlıklar, yapılan baklavalar, börekler, Ramazan ayında Kırşehir lisesinin arka tarafında maşa deresi caddesinin bir arka sokağında rahmetli kadayıfçı Ali amcanın evinde yaptığı kadayıfları almak için sıraya girdiğimiz zamanlar ve bayram öncesinde alınan bayram kıyafetleri, sevinen çocuklar, cıvıl, cıvıl sokaklar ne kadar güzeldi.
Kırşehir Cumhuriyet İlkokuluna giderken arkadaşlarımızla güle oynaya gittiğimiz, teneffüslerde mendil oyunu oynadığımız, dizdiğimiz çantalarımızın üzerinde atladığımız, düşen arkadaşımızı kaldırarak toz olan önlüğünü, elbisesini temizlediğimiz, yüzünü yıkadığımız, okul çıkışı tekrar hep birlikte evin yolunu tuttuğumuz, okuldan verilen ödevleri yaptıktan, ders çalıştıktan sonra sokağa çıkılarak değişik oyunları oynadığımız günler çok güzeldi.
Öğretmenlerin tüccar değil öğretmen olduğu, saat ücreti karşılığında ders vermediği, borsa takip etmediği çocukluğumuzda öğretmenlerimizi gördüğümüzde ilk önce selam verme yarışına girip, öğretmenimiz yanımızdan geçerken başımızı öne sallayarak selam verdiğimiz günler ne kadar güzeldi.
Büyük, küçük kimsenin içerisinde kötülük yoktu. Zengini, fakiri aynı sokakta bahçeli müstakil evlerde otururlardı. Sabah kahvaltılarında müstakil evlerde çayı karıştırırken o kaşığın sesinin duyulması ne güzeldi.
Hiçbir şeye aklımız ermezken, çevremizdeki büyüklerin birbirlerine karşı gösterdiği saygı, sevgi ve insanlığı, küçüklerin büyüklerine karşı gösterdiği saygıyı, büyüklerin çocuklara karşı sergiledikleri, samimi, içten ve sıcak sevgilerini ne güzeldi.
Mantar tabancısı elimizde, davullu zurnalı düğünlerde mantar veya çıtır pıtır patlatmak ne güzeldi.
Akşamları yorgunluğun atıldığı, muhabbetin ve dostluğun dem vurulduğu büyüklerin hisseden kıssa alınacak muhabbetleri, Kışın evin sadece bir odasına kurulan sobanın etrafında oturup, yapılan sohbetler, sobanın üzerinde çay demlenen veya ıhlamur kaynatılan, fırınında pişirilen kestaneler ve lambaları kapatıp yattığımızda sobanın ateşinin tavana vurması ne güzeldi.
Şimdi o güzel günlerden eser kalmadı. Çünkü insanın GDO su bozuldu, mayası ve karakteri değişti. O güzelliklerin yerini kibir, kendini beğenmişlik, gösteriş, para hırsı, iki ve çok yüzlülük yalakalık, menfaat ve çıkar aldı.
Menfaati olmadığı sürece kimse kimseye selam vermiyor, verende işi bitince selamı kesiyor. İnsan insana güven duymuyor aksine kötülük abidesi gibi görüyor.
Kısaca zaten yok olmakta olan insanlığımızın üzerine korona virüsü zehir ekerek tamamen bitirdi ve bu durum insanlıktan nasibini almayan yaralı parmağa işemeyen insanların işine geldi.
Bir bayram sabahı uyansak, eskisi gibi olsa her şey. Baba bayram namazına gitmiş, anne çocukları erkenden kaldırmış, bayramlıklarını giydirmiş olsa. Saçları ortadan ikiye örülmüş evin küçük kızı kucağında saman bebeğiyle koştursa her yana.
Bir bayram sabahı uyansak, evin kapısı komşu çocuklarıyla dolu olsa, şekerleri avuçlayarak kaçsalar. Anneler mendillerin içine küçük paralar koysa, merakla önce paraya baksalar sonra el öpmek akıllarına gelse çocukların.
Bir Bayram sabahı uyansak, bayram namazından eve dönen babanın azameti, otoritesi, güveni evin içine yayılsa. Oğlan çocukları büyük bir saygıyla ve hayranlıkla babasının elini öpse, evin kızı aşkla sarılsa babasının dizine otursa ve babalarına bir dağ gibi güven duyduklarını belli etseler. Acaba günler tekrar gelir mi diyorum ama kendini aldatıyorum, gelmeyeceğine inanıyorum. Çünkü perşembenin gelişi çarşambadan gelir sözünde olduğu gibi bir sonra gelecek gün bir gün önceden belli ediyor kendini.
Özet olarak geçen her gün özlem, gelen her gün felaket oluyor.