Türkiye'nin gündemine “güvenlik konuları” geldi, oturdu. Ben de, ister istemez, bu konularda düşüncelerimi “Uçak” isimli yazımda ifade etmeye çalıştım.

Türkiye'nin gündemine “güvenlik konuları” geldi, oturdu. Ben de, ister istemez, bu konularda düşüncelerimi “Uçak” isimli yazımda ifade etmeye çalıştım. Konu kapsamlı, söylenecek çok husus var. Hak verdiğim eleştiriler, bu kez yazımın uzunluğundan çok, anlaşılmasındaki güçlük ile ilgiliydi. Düşündüğümü basit bir şekilde anlatamıyorsam, biraz daha düşünmeliydim. Öyle olmadı, olmuyor. “Zamanım olsaydı, daha kısa yazardım” (sanırım Çehov'a ait bir söz) mazeretinin arkasına sığınmak zorundayım.
Güvenlik konularını yazacağım ama ulusal, küresel, hatta evrensel ölçeklere kadar uzanmak gerekiyor. Kırşehir'de çıkan bir yerel gazetenin konusu mu bu şimdi diyebileceğiniz ne kaldı ki? Dünya artık parmağınızın ucunda, anlamazlıktan gelseniz de, Çin'deki sorun cebinizde cin oluveriyor, sizi çarpıyor... Başka dünyalara, ülkelere, evrene, küresel sorunlara ve çözümlere ilişkin herkesin “bilgi edinme gereksinimi var”... Daha da ötesi dünün medreseler şehri Kırşehir, bugünün bir üniversite şehri. Bu nedenle Kırşehir'de “üniversal”(küresel ve evrensel) konulardan kaçışımız yok. Zorunlu olarak dünyada olanı biteni anlamaya, anlatmaya çalışıyoruz.
Güvenlik, Maslow'un “ihtiyaçlar sıralaması”nda fizyolojik ihtiyaçlardan sonra ikinci sırada. Ancak güvenlik sorunlarının ortaya çıkmasıyla bu sıralama değişiyor kanımca. Güvenlik birinci öncelikli konu oluyor. Güvenlik öyle yaşamsal sorunlar çıkarıyor ki tüm ihtiyaçların önüne geçiyor. Tüm gücünüzü güvenlik sağlamak için harcıyorsunuz. Güvenlik içinde değilseniz fizyolojik ihtiyaçlar anlamsızlaşıyor. Yerinden yurdundan edilmiş yüzbinlerin oradan oraya savrulduğu bu yıllarda Maslow'un “ihtiyaçlar hiyerarşisi”ne bir ayar gerekiyor.
Güvenlik, iç içe geçmiş bir çok mekanizmanın varlığını ve milli gücün tüm unsurlarının uyumlu işbirliğini gerektirir. Tüm güvenlik politikaların amacı; kısaca, “devletin ve milletin bekası, halkın huzuru ve refahı”dır.
Bu amaca ulaşmanın en önemli dayanağı egemenliğin kaynağı “millet”tir. Milletin varlığına dayanmadan güçlü olamazsınız. Başkalarının anladığından farklı olarak tarihin başlangıcından geleceğin sonsuzluğuna, kan bağından daha güçlü bir duygu bağıyla ve birlikte yaşama arzusu ile birbirine kenetlenmiş bir millet algısıyla bunu not ediyorum. Gücünüz yoksa caydırıcılığınız, caydırıcılığınız yoksa güvenliğiniz yoktur. Güvenliği, gücünüze dayanarak içeride siyaset ile dışarıda dış siyaset yani diplomasiyle sağlarsınız. Dışarıda diplomasiyle, içeride siyaset ile çözemeyeceğiniz bir sorunu başka hiç bir mekanizma ile çözemezsiniz. Siyaseti ve diplomasiyi ustalıkla kullanamazsanız çözemeyeceğiniz sorunları yaratır, uğraşırsınız. “Nükleer harp” olasılığının yarattığı “dehşet dengesi” içinden geçip gelen insanlık “diplomasi” ile güçlü ülkelerin güçsüzleri “perişan” ettiği “krizler”e karşın son yetmiş yıldır “nükleer bir son” yaşamamıştır, en azından.
Küresel kriz bölgelerinin kurduğu “şeytan üçgeni”nin arasına sıkışmış olan bir ülkede yaşıyoruz. Bunun sonucu olarak “kriz bölgeleri”ne yapılan tüm müdahalelerin, bu bölgelerdeki tüm çekişmelerin “sıçrattığı”(split over) sorunlar ile boğuşmak zorunda kalıyoruz. Bu “sorunlu coğrafya” için dengeli, öngörülü ve akıllı politikalar üreten politikacılara olduğu kadar deneyimli ve üretken bürokratlara da ihtiyaç var.
Seçilmişin tüm sorunlara çözüm bulabileceği, yönetimlerin bürokratların yönlendirmesinden kurtarılması gibi garip bir saplantı içindeyiz... Bunun doğal sonucu, milyonları çalıştıran bir yönetim çarkı olan devletin kurallar çerçevesinde çalışan kurumsal birikimlerini göz ardı edip üç beş danışmanın “ipotek altında” ürettiği akıl ile hükumet etmeye çalışıldığını izliyoruz. Şapkadan çıkan tavşana hayranlığı anlıyorum da sandıktan çıkan, milyonları etkilemeyi başarmış ama yönetim için “deneyimsiz” ve hatta “takıntılı” amatörlere profesyonellik gerektiren konularda teslim olmayı, hele hele güvenlik politikaları ve geleceğimizi teslim etmeyi anlamıyorum...
Bunları yazarken “bürokratik gücün yanlış kullanıldığı örnekler”i de unutmamak gerekiyor. Vatandaşı canından bezdiren kapıdaki güvenlikten tepedeki müsteşara kadar kötü bürokrat örnekleri de vardır ve hatta fıkralaşmıştır. Bir bürokrat görevli olarak şehirden bir kasabaya giderken yolda bir yerde mola vermiş. Bizim Hılla gibi bir su kenarı, biraz bataklık, biraz sazlık, nilüferler, kurbağalar, çayır, çimen gezinirken, bürokratın ayağı kaymış suyun batak kısmına düşmüş, batıyor. “İmdat, boğuluyorum, kurtarın beni” diye bağırmaya başlamış.
O civardan geçen bir köylü, sesini duyup yaklaşmış. Bürokrat; “bataklığa düştüm, kurtar beni” demiş. Köylü: “Geçmiş olsun” demiş.
Ama kurtarmak için hiç gayret göstermemiş. Hani neredeyse dönüp gidecek. Panikleyen bürokrat can havliyle tekrar bağırmış:
“Lütfen, bir dal uzat. Kurtar beni!” diye yalvarmış.
Köylü: “Olmaz, sen şu anda Hazine Arazisi üzerindesin. Hazine malından bir şey almak suçtur!” demiş. Bürokrat ağzına dolan çamurların içinde hiddetle: “Sen, dalga mı geçiyorsun. Ölüyorum. Kurtar beni!” diye bağırmış.
Köylü hiç istifini bozmadan yanıt vermiş; “Ben Hazine'den 'mal' alıp suçlu duruma düşemem. Fakat, seni de böyle bırakacak değilim. Gidip muhtara haber vereceğim. O kaymakama, kaymakam da valiyi arar mutlaka. Mal müdürüne talimat verilir. Şayet Hazine Arazisi değilse, İtfaiyeye haber verirler ve seni kurtarırlar...” Bürokrat, tükenmiş bir vaziyette; “Yahu... Bunlar oluncaya kadar ben ölürüm...” Köylü gülmüş, pişkin pişkin: “Ben ölmezsin demiyorum ki, ölsen de mevzuata uygun ölürsün!”
Bu konuda vurgulanması gereken devletin ve milletin bekasını ilgilendiren kararların yaşamsal özelliği dikkate alınarak bireysel tercihler ile değil, mutlaka kurumsal deneyimler ışığında ve kollektif olarak üretilmesidir. Temel örnekler tarihimizin derinliklerinde mevcuttur. Osmanlının duraklama devrine kadar titizlik ile uygulanan kurultayda tartışma ve danışma geleneği bunlardan birisidir. “Barika-i hakikat müsademeyi efkardan doğar” (Gerçekler fikirlerin çarpışmasından doğar) deyişi günümüzde “beyin fırtınası” olarak tüm kurumlarda idari ve ticari yapılarda uygulanmaktadır. Fatih'in İstanbul'u fetih hazırlıklarında ve fethi sırasında danışma ve karar mekanizmaları ibret vericidir. Kurtuluş Savaşımızın “kalpgahı” ve “başkomutanlık karargahı” Türkiye Büyük Millet Meclisi olmuştur. Tüm önemli kararlar ve yetkilendirmeler Meclis çatısı altında gerçekleşmiştir.
Günümüzde, Anayasamıza göre Milli Güvenlik Siyasetinin belirlenmesinde en önemli danışma mekanizması Milli Güvenlik Kuruludur. Milli Güvenlik Kurulunun tüm devlet kurumlarının katılımıyla ürettiği Milli Güvenlik Siyaseti bir tavsiye dokümanı olarak Başbakanlığa sunulur. Başbakanlık genelgesi olarak bakanlıklara gönderildiğinde bir “talimat” halini alır. Mevcut Anayasal sistemde “güvenlik siyaseti” belirlenirken TBMM'nin sadece iktidar kanadında olanlar ile konuların tartışılması “elbette” önemli bir eksikliktir. Bunun yanında siyasal partilerin bir çok konuda olduğu gibi “güvenlik konuları”nda uzmanlaşmış yapılara sahip olduğunu söylemek de çok olası değildir. En azından bu ihtiyacı duyduklarına ben tanık değilim.
Güvenlik meselesi o denli sıradan ve amatörce ele alınmaktadır ki televizyonlarda ve gazetelerde “güvenlik uzmanlığı” belirli bir mesleki ve akademik eğitim almış insanlardan çok “köşe yazarlığı meselesi” gibi görülmektedir. “Üç saatte Şam'a gidilebileceğini öngören değerli güvenlik kalemleri”, “bir koyup üç alma heveslisi fırsatçı mütefekkirler” azımsanmayacak sayıdadır. Bu amatörlükte bir çok isim yapmış insan vardır. Sonuçta güvenlik sorunlarımız, değişik hesaplar ile verilen “gaz” nedeniyle, neredeyse “içinden çıkılamaz” bir duruma, bu durum da Ülkemizi “gaza muhtaç” hale getirmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri veya gelişmiş Batı ülkeleri bir çok konu için sorunlara çözüm ararken örnek gösterilir. “Devlette ve yönetimde devamlılığı, devletin ve milletin bekasını nasıl sağladıkları” konusuna dikkatle eğilmek zorundayız. Deneyimli ve profesyonel yönetim kadroları yaratmak ve kullanmak öncelikle devlet hayatı için gereklidir. Son dönemde yaşadıklarımız “devletin ve milletin bekası”nı önemsemeyen politikaların “halkın huzur ve refahı”nı doğrudan etkilediğini hepimize öğretmiş olmalı.
Yugoslavya'nın dağılma sürecini, biraz da görevim gereği, yakından izledim. Aliya İzzetbegoviç'in “beni askerlerimin yanına gömün” dediği mütevazi anıt mezarının başında dua ederken “Avrupa'nın göbeğinde bu kadar büyük bir devlete tahammül etmemiz mümkün değildi” diyen bir NATO üyesi ülke meslekdaşımın sözleri aklıma gelmişti. “Devletlerin ve milletlerin bekasının güvencesi kişiler değil, kurumlardır, kurallardır, alışkanlıklardır, en önemlisi o devleti, milleti oluşturan insanların geçmişte olduğu gibi gelecekte de birlikte yaşama arzusudur” diye düşünmüştüm.
Yugoslavya'yı bir arada tutan Mareşal Tito'nun vucüdu toprak olduğunda, Yugoslavya'ya “tahammülü olmayan” güçler ülkenin etnik ve dinsel mozayiğini parçalamakta tereddüt göstermemişlerdi. Birlikte yaşama arzusunu yitirmiş kitleler, kısa zamanda birbirini boğazlama arzusuna kapılmış, Birleşmiş Milletler misyonuyla bölgeye gelen her yabancı varlık bu parçalanmayı hızlandıracak eylemleri cesaretlendirmeseler bile engellemekte gönüllü davranmamışlardı.
Yanıbaşımızda, Ortadoğu coğrafyasında yaşananlar da, geçen yüzyılda kalmış bu insanlık dışı olaylar ile dolu trajediyi aratmayacak düzeye, ne yazık ki, gelmiş geçmektedir. “Ortadoğu'da sınırlar yeniden çizilecek” iddiasında olanların bunu adım adım gerçekleştirmekte olduğunu görmek, güvenlik meselelerinin içinde yoğrulmuş bizler için şaşırtıcı değildir.
Şaşırdığımız, “sesin de tüylerin kadar güzelse” diyen tilkiye ağzında peynir olan karganın kanıp, “yapma, etme” diyenleri duymazdan gelerek bet sesiyle şarkı söylemeye çalışması ve peyniri tilkiye kaptırmasıdır. Çocuklarına, gençlerine, halkına ders alacağı klasik eserleri, tarihteki başarılar kadar başarısızlıkları ve alınması gereken dersleri okutmaktan kaçınan milletler, tilkiliklere birbiri ardına kurban gitmiştir. En belirgin örnek; Saddam ve Irak'tır. Saddam'ı Kuveyt'e saldırmaya cesaretlendiren de, saldırdı diye cezalandıran da “müttefik” gördüğü bir ülke olmuştur. Kanıyla yazdığı Kitap bile Saddam'ı “ilahların cezalandırması”na, kendisine “demokrasi götürülen” milyonlarca Iraklı'nın savaşta ve savaştan sonra dünyasının kararmasına engel olamamıştır. Bugün Irak halkının etnik ve mezhepsel bölünme sürecine girdiğini ifade eden bir çok çevre vardır.
Bunca ağır ve ağdalı yorumlamadan sonra ne demek istediğimi özetlemem gerekirse; fıkra bu ya, mafya babası haraçlarını toplaması için yeni bir tetikçi bulmuş. Seçtiği adam sağır ve dilsizmiş. Çünkü baba, bu tetikçi yakalanırsa, 'polise fazla bir şey anlatması mümkün olamaz' diye düşünüyormuş. Baba, bir gün ödemelerin geciktiğini fark etmiş ve tetikçiyi odasına çağırtmış. Bir de işaret dilini bilen tercüman buldurmuş. Tercüman işaretle sormuş; “Para nerede?” Sağır ve dilsiz adam işaretle yanıt vermiş; “Ne parası? Benim paradan haberim yok? Neden bahsettiğinizi anlamıyorum.” Tercüman tercüme etmiş; “Neden bahsettiğinizi anlamıyormuş...”
Baba tabancasını çekip sağır dilsiz tetikçinin kafasına dayamış; “Şimdi sor bakalım, para nerede?” Tercüman işaretle sormuş; “Para nerede?” Sağır-dilsiz kan ter içinde, işaretle yanıt vermiş; “Şehir merkezindeki parkta, büyük heykelin olduğu kapıdan girince soldan üçüncü ağacın kovuğunda iki yüz bin dolar var...” Baba “Ne söyledi?” diye heyecanla atılmış... Tercüman yanıtlamış; “Dedi ki, hâlâ neden bahsettiğinizi anlamıyormuş, ayrıca o tetiği çekmek biraz da, afedersiniz şey istermiş...” Bu gaz ile mafya babasının tetikçiye ne yaptığını anlamak zor değil. Ama her verilen gaz ile tetiğe basmak kazanabileceğiniz bir oyunu size kaybettirebilir. Güvenlik politikalarımızın stratejik müttefik kılığındaki fırsatçıların gazı ile değil, ciddi ve kapsamlı “beyin fırtınaları” ile oluşturulduğuna inanmak istiyorum.