‘Offf yine şu alarm sesi’ zihni yine bu cümle ile dolaştı belki milyonuncu sabah…

Evet, yine saat‘08:00’. Güneş belli belirsiz odaya geliyordu hâlbuki her sabah tüm ışık huzmesiyle odaya dolardı. Niye bugün böyle? Güneşin odaya yarım yamalak geldiğini daha gözlerini açmadan hissetmişti. Çünkü her sabah güneş odaya tam olarak geldiğinde bedenindeki tüm hücreleri kendisi uyandırır, böylece alarma gerek kalmazdı. Bugün güneş yok, o yüzden alarma ihtiyaç duymuştu. İşte bu gün alarma gerek duyduğu nadir günlerden biriydi. E tabi haliyle doğmayan güneş onunda enerjisinin doğmamasına sebebiyet verdi. Yeni serdiği temiz, kokulu nevresim takımını üzerinden kaldırıp doğruldu. Güneşin de doğacağı yok gibi duruyordu cidden. En iyisi kahve yapmak diye düşünüp geçti mutfağa. Akşamdan kalan kurumuş çay bardağı, şekerlik, masa üzerindeki kırıntılar… Bunlar da ona bakıyor, toplanılmayı, yıkanılıp temizlenilmeyi bekliyordu.Kahve de oldu ama yine acı yapmış. Midesinin artık verdiği tepkiler üzerine acı kahveyi yeni yakın zamanda artık azaltmaya başlamıştı. ‘Offf yine acı, kıvamlı ve yoğun. Bu gün ammada keyifsizim sanki bütün bu olaylar beni sinir etmek için kurulmuş bir oyun’ diye düşündü. Ama hala acı kahveden vazgeçmeden içmeye devam etti.

Her gün işe gitmeye alışkın bir beden… E sadece bir gün izni olunca biraz duruma şaşırıyor. O yüzden de sıkılıyor siye düşündü. Belki iş yerinde 1-2 aydır yaşadığı sorunlar ve asla çözüme ulaşmıyor olması da onu bu düşünceler ve bunalmışlık silsilesine sürüklüyordu. Severek yaptığı bir iş, ki zaten sevdiği bir meslek; fotoğrafçılık. Ailede sanatla ilgilenen özellikle fotoğrafçılığa yakın bir dal olan ressam bi baba, karikatürist olan anne, dede ve babaannenin de düzenli sergilerle ilgilenmeleri onu bu meslekte daha içli dışlı hale getirdi. Zamanla yıllar yılı kovalarken merak da devreye girip o da sergilere katılmış, bu meslekteki daha ne kadar ileri gidilebilir ki sorusunun cevaplarını aramaya yönelmişti. Yıllar önce babasına ısrarla almasını istediği fotoğraf makinası… o gün aşırı güzeldi. Çünkü o gün ilk defa sadece kendisine ait olan birşeye sahip olmuştu. Bakımı, dikkat gerektiren herşeyi ona aitti. O günden sonra herşeyin değişeceğinden emindi.

Arzu Öz vefat etti Arzu Öz vefat etti

O günden sonra herşeyin görselini yakalayıp çekmeye başlamıştı. Taş, ev araba, kalem, oyuncak ayı, vitrinlerdeki ayakkabılar… Tabi okul hayatı boyunca bu devam eden süreç artık onun daha gelişip yeni fikirlerle yoluna devam etmesini sağlamıştı. Çektiği fotoğraflar artık çok sıradan kalıyordu. Çünkü nesnelerin veya canlıların gözle görülen ilk halini çekmişti. Ki bu herkesin bakıpta gördüğü şeylerden ibaretti. Bu ne sıradan? E bu durumda ne yapmalı? Herkesin gördüğü ile yetinmek mi onu daha iyi anlatırdı yoksa ona duygular, farklı bakış açıları eklemek mi?

Bir gün yemek fotoğrafı çekmekle başladı. Beyaz tabak ve etli kuru fasulye fotoğrafı, hemde dumanı üstünde. Bir gün ise yolda yürürken ilk defa gördüğü bir taş dikkatini çekmişti. Eğilip aldığında değişik desenli, her yüzeyinde farklı renk geçişleri olan bir taş… Bu ona çok ilginç gelmişti. Birde bunun fotoğrafını çekse ne kaybederdi ki? Hemen taşı eline alıp koşa koşa odasına çıkmıştı. O gün şanslıydı. En sevdiği hava vardı. Güneşli masmavi bir hava. Siyah bir zemin, üzerinde de bulduğu taş. Taş efsane görünüyordu. Bu şekilde başlayan serüven onu bambaşka hayallere sürüklemişti. Babasının aldığı ilk fotoğraf makinası onun bu mesleği fark edip keşfetmesine vesile olmuştu. Daha sonra çeşitli yarışma ve eğitimler ile kendini geliştirmiş, bu günlere kadar gelmişti. İşte bu yüzden ilk aldığı fotoğraf makinası çok değerli ve serveti hiçbir para birimi ile ölçülemez seviyede değerliydi. Ama bu kadar sevdiği bu meslekte neden mutlu değildi? En başta da anlatıldığı gibi iş ortamından kaynaklanıyordu. Sürekli birbirleri ile yarış halinde, birbirlerine özenen ‘her zaman ben en iyisi olmalıyım’ sevdası ve yaşanan sözlü ‘sen böyle kötüsün, eksiksin’ gibi aşağılayıcı ithamlar onu çok yormuştu. Belki de o yüzden şu an herşeyden şikayet edip şu gününde diğer boş olduğu günler gibi mahfediyordu. Kahvesi soğudu… Hemen yenisini doldurdu. Şimdilik bu iş ile ilgili olan kısmı geride bırakmasında yarar vardı. Çünkü zaten iş arkadaşları ile arası iyi değildi. Sadece mutlu eden bir muhabbet geçerse soru sorar, güler, cevap verir yine işine koyulurdu. Bu nedenle bu günü mahfetmeye gerek yoktu.

         Gözleri uzaklara dalmıştı. Yağmur bağlamış, ağaçların dalları rüzgârın şiddetinden cama hafif tıkırtı yapmasıyla yağmurun bağladığını ve dolayısıyla camdaki yağmur damlalarını gördü. Yine zamana yolculuk… İlk fotoğraf makinası ve yağmurlu bir hava. Şu ana kadar fotoğraflamayı en çok sevdiği görüntülerden biri olan su damlası görseli. Bunun için evinden baya uzaklaşıp en güzel kareyi yakalamak için az yol katedmemişti. (O gün tek can sıkıcı tarafı oydu zaten). Yağmur damlalarının büyüklü küçüklü belli belirsiz sıralanışı, çiçeğin veya ağacın en yeşil rengi ile uyumu muazzam bir görüntüydü. Ki bu görseli sevmesinin en önde gelen sebeplerinden birisi de ilk yarışmada çektiği fotoğraf ile birinci olmasıydı. O yağmurlu günde metrelerce yol katettiği ve en sonunda en iyisini olduğunu düşündüğü fotoğrafı yarışmaya gönderip birinci olmuştu. Yarışmada onu birinci yapan şey tabiki en başta detaycı oluşuydu. Çünkü diğer yarışmacı arkadaşlarının çektiği fotoğraflar kendisine göre en basit olanlarıydı. O günde bu gün olduğu gibi en sevdiği şeyin detay olduğunu anlamıştı. O yarışmadan sonra tüm arkadaşlar, eş-dost onun bu başarısını kutlamış hatta daha da ilerlemesi gerektiğini, bu yönde yeteneği olduğunu belirtmişlerdi. Tabiki yetenekliydi. Yarışmadan sonra birçok kişi ulaşıp önce tebrik etmiş, daha sonra yakını için özel ders vermesini istediklerini iletmişlerdi. Üstelik o dönemdeki özel ders fiyatlarının çok çok üstünde bi rakam da kendisine ödeyeceklerdi. Hâlbuki bunu gönüllü olarak yapmak istiyordu. Birden o günki teklifi duyduğundaki gibi heyecanlanmıştı. Heyecanını yatıştırmak için kahvesinden bir yudum daha aldı. O gün bu teklifi aldığında çok heyecanlıydı. Çünkü en sevdiği şeyden para ve ödül kazanmış, oradan da kendisine öğretmenlik için teklif gelmişti. Eğitim kısmı onu çok mutlu etmiş, ilerde kendisi gibi bu sektöre gönül veren başarılı bir fotoğrafçı yetişeceği ve buna kendisinin de vesile olacağı fikri onu havalara uçuruyordu. Ama para almayacaktı. Bu nedenle kendisine ulaşan kişiye geri dönüş yapıp para almadan eğitim verebileceğini söylemişti. Karşı taraf bunu duyunca çok mutlu olmuştu. E tabi günümüz şartları, hayat çok pahalı ve geçim zor onlar da haklıydı.

Eğitim çok iyi başladı. Öğrencisi çok yetenekliydi. E tabi yetenek yanında bu işe yatkınlık ve merak da beraberinde gelmeliydi. Öğrencisi tamamen bu özellikler ile donatılmıştı. O da kendisi gibi meraklı, asla bildiği ile yetinmeyen, daha fazlasını isteyen bir genç kızdı. Bu onu daha da mutlu etti. Ona herşeyi en ince ayrıntısına kadar anlattı. Onu kendisi gibi yarışmalara katılması için öneriler sundu ve başarılı olacağını ona her defasında anlattı. Öğrencisi de hocasını dinleyip yarışmalara başvuru yapıp çalışmalarını göndermişti. Ve tabiki öğretmenin tamda tahmin ettiği şekilde sonuçlanmıştı. Yetenekli öğrencisi onun yüzünü kara çıkarmamış, birinciliği kazanmıştı. Yeniden o günlere gitti resmen Kendisini onda görüyor, onunla gurur duyuyordu. Yurtdışı eğitimi kazanan öğrencisi şimdi orada kendisi gibi öğretmenlik yapmaktaydı. Ara sıra sohbet edip hasret giderir eski günleri yâd ederlerdi. Öğretmenlik yaptığı yıllarda kendi işlerini yürtmenin yanında kitap yazarlığı, blog yazarlığı da yapmış bu işten keyif almamış fotoğrafçılığa devam etmişti. Oradan da biraz arkadaş edinmiş fotoğrafçılık ile ilgilendiğini duyanlar hem şaşırıp hemde başarısından dolayı onu tebrik etmişlerdi. Dile kolay 30 yıl evvel… Artık kendi yaşıtları daha basitleştirerek çekim yapıp bunu paylaşarak bunu başarı olarak görüp mutlu oluyorlardı. Ama kendisi 30 yıl evvelki gibi hala detaycı, hala özenerek çalışıp emek vererek eser ortaya çıkaran bundan da büyük keyif alan bir kadındı. Akranları için düşündüğü bu şeyler aslında bakıldığı zaman iş arkadaşlarını tanımlıyor gibiydi. Tabiki tek bununla sınırlı değildi. Sonuçta herkesin kapasite ve yenekleri, ilgi alanları farklıdır.

         Kendisi detay seviyor onlar detay ile uğraşmıyorlar diye onlarla arasına mesafe koymak onun yaşındaki bir kadına yakışmazdı. Fazla dedikodu ve ‘herşeyi ben yapmalıyım’ düşüncesi ile ilerleyip ‘ mükemmeliyetçi’ olmaya çalışmaları onu iş arkadaşlarından soğutmuştu. Onlar ile arasına mesafe koymuş olması, bu kadar başarılar yakalamış olduğu mesleğinden şüphe duymasına, mesleğini bırakma noktasına kadar getiremezdi elbette. Mesleğine bu kadar tesadüfi şekilde başlayıp, kendisini birçok soru yağmuruna tutup en doğru kararı uzun uğraşlar sonucu verip bu yolda ilerleyen süreçte yeteneğinin olduğunu görmesi yine ailesinin ve tabiki kendisinin eseriydi. Çevresi sebebiyle bu meslekten soğuması artık mantıksız ve artık imkânsızdı…

AYSEL GEDİK

 

Editör: Ayhan Ceylan