Bugün ileri yaşlardaki hangi Kırşehirli'ye sorsanız Müfit Hoca hakkında az-çok bir şeyler anlatır. Müfit Hoca hem Kırşehir'in, hem ülkemizin yakın tarihinde önemli bir kişidir. Birinci Meclis (1920-1923)'te Kırşehir'i temsil etmiş, çeşitli görevlerde bulunmuş, 1922'de Halife Abdülmecit Efendi'ye kutsal emanetleri teslim ve Meclis adına kutlama kurulunda yer almış, İstanbul Fatih Camii'nde ilk Türkçe hutbe okumuş, sonunda Atatürk'le ters düşerek ömrünün sonuna kadar Kırşehir'de yaşamaya mecbur kalmış bu büyük insanın medresede okurken teravih kıldırarak ve hatim indirerek harçlığını çıkarmak için eşek sırtında köy köy gezerken dağ yolunda kendisini teslim alıp soymak isteyen eşkıyaları fevkalâde güzel ve inandırıcı konuşmasıyla nasıl etkileyip kendisi bir şey vermediği gibi onların elindeki bütün altınları aldığını, bir de üstüne üstlük eşeğine bindirilip teslim alındığı yere kadar uğurlandığını kaç kişi biliyor?

1967 yılında 71 yaşında kaybettiğimiz ünlü şair-yazar Yusuf Ziya Ortaç çıkardığı bir dönemin ünlü mizah dergisi "Akbaba"da Müfit Hoca'nın 1946-1950 arası Kırşehir milletvekili, eski Basın-Yayın ve Turizm, Adalet ve İçişleri bakanı Sahir Kurutluoğlu'na İstanbul Ada'daki Anadolu Kulübü'nde bir sohbet sırasında anlattıklarını yazmasaydı bunu biz de bilmeyecektik.

Sözü fazla uzatmadan iki dönem Ordu milletvekilliği de yapmış olan Yusuf Ziya Ortaç'ın Müfit Hoca'nın oğlu Sahir Kurutluoğlu ile yaptığı tarihî sohbeti 60 yıl önceki 1962'nin "Akbaba"sından sizlerle birlikte bir kere daha okuyalım.

SAHİR KURUTLUOĞLU BABASI MÜFİT HOCA'NIN

DAĞDA EŞKİYAYI NASIL SOYDUĞUNU (!) ANLATTI

Ada'da Anadolu Kulübü'nün bahçesindeydik. Denizde yıkanmış tatlı bir rüzgâr yaprakları ürpertiyordu. Kahvelerimizi içiyor, konudan konuya sekerek konuşuyorduk. Sık sık kahkahalarla kesilen bir sabah yârenliğiydi bu…

Sahir Kurutluoğlu sahiden hoşsohbettir. Zeki konuşur, tatlı konuşur, keyifli konuşur.

- Size, dedi, bir eşkiya hikâyesi anlatayım. Enteresandır çok... Biliyorsunuz, babam Birinci Büyük Millet Meclisi mebuslarındandı: Meşhur Müfit Hoca... Atatürk'ün medreseleri kapattığı, din ile dünya işlerini ayırdığı günlerdeydik. Babam üzgün mü diye düşünüyordum çocuk çocuk... Bunu sezdi mi nedir, rahmetli "Sahir, dedi, söyle bakayım, beni nasıl bilirsin?" En seçme kelimelerle onu inana inana övdüm. Babam güldü. Ama acı güldü, fena güldü, zehirli güldü. Eliyle omuzumu okşayarak "Bak oğlum, dedi, senin o kadar sevdiğin, o kadar saydığın, o kadar inandığın bu baban yok mu? İşte o dağda eşkiya soymuştur."

Yüzümde şaşkın bir gülümseme onu dinliyordum. Kurutluoğlu fincandan son yudum kahvesini de süzerek emdi:

- Ben de tıpkı sizin gibi dinliyordum babamı... Söylediklerine şaka diyemezdim. Öylesine ciddîydi ki yüzü... "Anlatayım, dedi. Ramazan yaklaşmıştı. Medresede okuyordum. Bizlerin kazancı bu bir ay içinde olurdu ancak... Köylere dağılır, teravih kıldırır, hatim indirir, beş on para toplardık. Ben de heybeyi eşeğe yüklemiş, gün doğmadan yola çıkmıştım. Bir akşam yüce bir dağ dönemecinde üç namlu üstüme çevrildi. Eşeği yularından tutup "Gel bakalım hoca, dediler, seni efe istiyor." Döne dolaşa bir mağara önünde silâh çatmış bir topluluğa vardık. Bir yanda ateş yanıyor, o durumda bile insanın ağzını sulandıran bir kuzu çevriliyordu. Beni de sofraya buyur ettiler. Yemekten sonra efe:

- Haydi hoca, dedi, bize yatsıyı kıldırıver.

Benim önüme bir Demirci kilimi serdiler, cemaat arkada iki saf oldu. Onlara bütün erkâniyle bir namaz kıldırdım, gürül gürül dua ettim, dağ başını âminlerle çınlattırdım.

Memnundular, başları olan yiğit:

- Otur şöyle yanıma hoca, dedi. Şimdi söyle bakayım: Eşkiyaya zekât vermek farz mıdır?

- Elbet, dedim. Şeriat servetin kaynağını aramaz. Nasıl elde etmiş olursa olsun her müslüman malının, mülkünün, parasının zekâtını vermekle vazifelidir!

Efe beni dinleyen çetesine döndü:

- Boşaltın kemerleri hocanın önüne kızanlar, dedi.

Kızanlar Demirci kiliminin üstüne kemerlerindeki altınları birer birer sıyırmaya başladılar. Onlar yığıyor, ben sayıp sayıp zekâtını ayırıyordum. En son kendisi de belindeki kemeri çekti, önüme iki avuç altın boşalttı. Onun da zekâtını ayırdım. "Ne kadar tuttu hepsi?" dedi. Karanlıkta gökten avucuma yıldızlar dökülmüştü sanki... Saydım:

- Kırküç ağam...

- Aldın, kabul ettin mi?

- Aldım, kabul ettim. Allah da kabul etsin!

Beni tekrar eşeğime bindirdiler, yanıma yine üç silâhlı kattılar ve teslim aldıkları dönemece kadar getirip uğurladılar.

Babam derin derin gözüme bakarak:

- İşte oğlum, dedi, biz sarıklı milleti öyleyiz. O kadar sevdiğin, inandığın baban bile dağda eşkiya soymuştur!

Bu hikâyeyi hatırlamanın tam günüdür, değil mi? Rahmetli Müfit Hoca'nın oğlu şimdi İçişleri Bakanı... Ve eşkiya avından eli boş döndü.

Kendisine bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Acaba doğu dağlarına jandarma yerine birkaç sarıklı göndersek nasıl olur?