Dünya küçüktür, “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur” diyenler ne güzel söylemişler. 
Geçtiğimiz günlerde iki güzel olay yaşadım. 
İlki 1978 yılında on iki yaşındayken İstanbul’a taşınan Kırşehir Cumhuriyet İlkokulu’ndan sınıf ve çocukluk arkadaşım olan Ceyhun Barlas ile kırk üç yıl aradan sonra Kırşehir’ de görüşmemiz oldu. Ceyhun’la birlikte güzel anlar yaşadık, geçmişi yad ettik, sınıf arkadaşlarımızın kulaklarını çınlattık. 
İlkokuldayken elinden çay içtiğim, çığırtma yediğim annesi Sumru teyzeyi görmek, eşi Leyla hanım ve oğlu Can’la tanışmak benim için mutlu ve duygulu anlardan biriydi. Yaklaşık dört gün Kırşehir’ de misafir ettik Ceyhun’u, annesi Sumru teyzeyi, eşi Leyla hanımı ve oğlu Can’ı. Ceyhun özlem giderdi Kırşehir’de, yıllardır görmediği akrabalarıyla, arkadaşlarıyla görüşme imkânı buldu. Ahirete intikal etmiş olan yakınlarının mezarlarını ziyaret etti. Duygulu ve güzel anlarla geçen dört günün ardından “İnşallah tekrar görüşürüz” dileklerimizle İstanbul’a yolcu ettim kardeşim Ceyhun Barlas’ı, annesi Sumru teyzemi, eşi Leyla hanımı ve oğlu Can’ı.  Çok şükür ki İstanbul’a, evlerine kazasız, belasız gittiler. 
İkinci yaşadığım güzel olayda ise mahalleden arkadaşım Mustafa ile oldu. Mustafa çok uzun süredir Muğla’ da yaşıyor. İki veya üç yıl arayla Kırşehir’ gelir eş, dost, akraba ziyaretleri yapar, bize de uğramadan gitmezdi.  Eşimin annesinin rahatsızlığı nedeniyle uzun bir süre Eskişehir’deydik on gün önce geldik Kırşehir’e ve geçtiğimiz hafta sonu Mustafa'dan telefon aldım. Mustafa telefonda bana "Yahu kardeşim bir aydır Kırşehir'deyim bu gece Muğla’ya dönmek için yola çıkacağız, duyduğuma göre uzun süre Kırşehir dışındaymışsın bu nedenle seni göremeden gideceğim için üzgünüm, bir daha geldiğimizde görüşürüz inşallah“ dedi.
Ben de “Aman Mustafa gitmek için acele etme ben Eskişehir’den on gün önce geldim,  Kırşehir’deyim sen neredeysen ben oraya gelirim” dedim.
Mustafa çok sevindi ve “Aman kardeşim annemlerdeyiz, akşama gelin birlikte çay içelim, sohbet edelim” dedi. “Davete icabet sünnettir” diyerek eşimle birlikte gittik. Hoş geldiniz, hoş bulduk ve hal hatır sormaları bittikten sonra değişik konularda sohbet etmeye başladık, zaman ilerleyince annesi Hatice teyze "Osman'ım sen seversin" diyerek kabaklı pekmez getirdi. Laf aramızda Hatice Teyze'nin yaptığı kabaklı veya kabaksız pekmez her zaman güzel olur. Afiyetle yedim kabaklı pekmezi, şaka bir tarafa özlemişim de.  
İşte sohbetin koyusu, kabaklı pekmezden sonra başladı ve hep birlikte çocukluk yıllarımızdan, eskilerden, apartmanların yükselmediği tek katlı bahçeli evlerden oluşan Kırşehir'den, televizyonun, teknolojinin, cep telefonlarının, internetin insanları teslim almadığı günlerden, sonbaharla birlikte Kırşehir'de başlayan kış hazırlıklarından, kaynatılan pekmezlerden, yapılan salçalardan, bulgur ve düğ yapmak için kaynatılan buğdaylardan (hediklerden) başladık konuşmaya.  
Hem de öyle bir konuşmuşuz ki zamanın nasıl geçtiğinin farkına dahi varamadık. Gelen çaylarımızı yudumlayarak devam eden her şeyin güzel,  doğal ve sade olduğu,  insanların samimi ve dürüst olduğu,  çocukluk yıllarımızdaki Kırşehir'den özlemle bahsettik ve bayağı duygulandık. 
Her sokakta bulunan ve soku taşı olarak bilinen taşta tokmaklarla dövülen, un yapmak için değirmende öğütülen buğdaylardan, sular kesilince sokak çeşmelerinden su doldurduğumuz günlerden, dumanı bacasından tüten buram buram kokan tandırda yapılan yufka ekmeklerden, yufka ekmek yapmak için ikiz arasının kavaklıklarında veya şu andaki Masal Parkı’nın yerinde bulunan Toprak Mahsuller Ofisi’nin bahçesinde toplanan kuru yapraklardan (gazellerden), bahçelerde yetişen güllerden, vişnelerden, ayvalardan, şeftalilerden yapılan reçellerden konuştuk. Tabi konuştukça duygulanıyor, duygulandıkça eski Kırşehir'i özlemle yâd ediyorduk.
Hepsi büyük bir emek ve koşturmaca isteyen, yorucu ve zevkli işlerdi. İnsanları kaynaştıran, birleştiren, yardımlaşmanın, insanlığın ön planda tutulduğu işlerdi. Çocukluğumuzun Kırşehir'in de komşular birlerinin pekmezine, salçasına, yufka ekmeğine, turşusuna, reçeline yardım ederdi. Cenazelerde bugün olduğu gibi kıymalı pideler verilmez aksine komşular yemek taşırlardı cenaze evine. 
Ne güzeldi o Kırşehir…
“Sadece ben” yoktu, birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için düşüncesi vardı.  
Yaz mevsimin başlangıcında bağ evi olanlar bağ evlerine giderler, üç dört ay kalırlar, sonbaharla birlikte merkezdeki evlerine dönerlerdi. Bağ, bahçe ve tarlalarda yetişen üzümler, kavunlar, domatesler kiler adı verilen damın tavanına asılır ihtiyaç olduğunda oradan alınırdı. 
Çömlek içerisinde basılarak kuma yatırılan çörek otlu peynirlerin, pekmezden yapılan köftürlerin ayrı bir tadı vardı. Hele yerli meyve ve sebzelerin çıkmasıyla birlikte kurutulan Cemele Biberi’nin, patlıcan kurutmasının ve benim çok sevdiğim yumurtayla kavrulmuş yanında sarımsaklı yoğurtla bir başka güzel olan yeşil fasulyenin kurusunun yemeğinin lezzetine, tadına diyecek sözümüz yoktu. 
Kındam’da, Hızırağa’da, Dinekbağı’nda, Bağbaşı’nda, Karabacak’da üzüm bağlarında toplanan ve bir çömleğe basılan hafif ekşili yaprak sarmasını, çeşitli sebze ve meyvelerden kurulan turşunun içerisindeki üzüm ve kelek turşusunu beğenmemek mümkün müydü? “Soğuk algınlığından korur” diyerek anne ve babalarımız bizlere  turşu suyu, “Enerji verir, kan yapar, içinizi ısıtır, üşütmez” diyerek pekmez içirmeleri sohbetimizde özlem duyduğumuz başka bir konuydu. 
Sadece yiyecek, içecek konusunda konuşmadık Kırşehir'i. 
Annelerimizin, ablalarımızın yünleri, kilimleri Kılıçözü Irmağı’nda, Hılla Gölü’nde veya Ökse’de tokaçla yıkadıkları günleri, elektriğin kesilmesiyle birlikte yanan gaz lambaları, gaz lambası ışığında yapılan sohbetleri. Oynanan kibrit oyunlarını, isim, dağ, şehir gibi oyunları, el, el üstünde kimin eli var oyunları sohbetimiz arasında yerlerini aldılar.  
Sokaklarda kızların ip atlamaları, erkeklerin top oynamaları. Kız erkek karışık saklambaç oyunlarını konuşmasak olmazdı.  
Kışın gelmesi ve karın yağmasıyla birlikte yaptığımız kızaklarda kaydığımız ve kartopu oynadığımız günleri, sobanın etrafında toplanıp ettiğimiz sohbetleri, gece yattığımız da soba ateşinin ışığının tavana görünmesi ve soba üzerindeki güğüm ve içerisinde ıhlamur kaynayan çaydanlığın çıkardığı güzel sesten bahsetmemiz her şeyden güzeldi.  
Kırşehir Lisesi’nin bahçesinde bulunan futbol sahasında, Otuz Evler’de bulunan tarla dediğimiz yokuş aşağı arsada, İkizarası’nda şimdiki amcaoğlu apartmanının olduğu alandaki geniş ve büyük arazide oynadığımız toplar, kendi aramızda yaptığımız mahalle ve sınıf maçları, kaybeden takımın kazanan takıma iki bisküvit arasına bir lokum koyarak ikram ettikleri  Galatasaray’ı, Fenerbahçe’yi, Beşiktaş’ı tutanların  kendi aralarında yaptıkları   derbi maçlarda konuşmalarımızın bir parçasıydı.  
Benim hiç beceremediğim arkadaşlarımın daire ve üçgen çizerek, kuyu kazarak veya bilyeleri bir çizgi çizip dizerek hangi baş gıdı, gıdı baş, benden baş veya öbür baş diyerek oynadıkları bilye oyunları, çanak çömlek oyunları, yakan top oyunları özlemlerimiz arasında yerlerini almıştı. 
Etrafındaki kavak ağaçlarından görebildiğimiz kadar kaleden seyrettiğimiz Kırşehirspor maçlarını ve ikinci yarı kapıların açılmasıyla birlikte stadyuma, türbinlere hücum ettiğimiz günleri hatırlamamak olmazdı. 
Kırşehir' in büyük çoğunluğunu tıraş eden Aşıkpaşa Mahallesi’nde Özbağ sokaktan  komşumuz olan merhum berber Cevat Amcamızın maç günlerinde yeşil-beyaz elbiseleri giyinerek paytonla sokak sokak gezip tüm Kırşehirlileri maça davet etmesi, maç sırasında   yaptığı amigolukla türbinleri ayağa kaldırması, Kırşehirspor'lu futbolcuları ateşlemesi ve ayrıca    Kırşehir'in renkli simalarından koleksiyonlarıyla ünlü merhum arzuhalci Galip Dayının Kırşehirspor maçlarında  söylemleriyle, şakalarıyla, elindeki aletleriyle türbinleri gülmekten kırıp geçirdiği günlerin tadı bir başkaydı. 
Kırşehir Belediyesi’nin karşısında bulunan ve halen faaliyetine devam eden halk arasında Cakcakların fırını olarak bilinen ekmek fırınından sıcak ekmek alıp, biraz ileri de bulunan rahmetli Ali Kuzey’in dükkânından çemen alarak sıcak ekmeğin arasına sürerek yediğimiz çemenin tadını halen hiçbir yerde bulmadığımızda sohbetimizin bir parçasıydı.  
Şimdi ki Kent Parkın olduğu alandaki ırmağa yaz mevsiminde sıcaklarda girerek yüzdüğümüz o günleri bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirerek konuştuk.  
Aynı mahalledeki ağabeylerimizin duvar kenarlarında, elektrik direği altında sigara içerlerken, büyükleri görünce sigaralarını söndürmeleri veya kaçmaları, ya da büyükler tarafından yakalandıklarında kulaklarının çekilmesi de konuşulması gereken bir anı olarak yerini almıştı. 
Kırşehir tek katlı bahçeli evlerden oluştuğundan sabah kahvaltıda karıştırılan çayların kaşığının sesinin diğer evlere duyulması sohbetimiz arasındaydı. 
Kısaca bir başka güzeldi teknolojinin ve çok katlı yüksek binaların insanları esir almadığı çocukluğumuzun Kırşehir'i. İnsanlık adına, yardımlaşma adına güzel olan her şey vardı Kırşehir'de.  
İnsanlar sadece kendi çocuğuna değil komşusunun çocuğuna sahip çıkar annesi ve babası çarşıya, pazara gittiğinden dışarıda kalan çocukları komşular evlerine alırlar, karınlarını doyururlardı.  
Bir iki aylığına evinden ayrılarak çocuklarının, kardeşlerinin, anne ve babalarının yanlarına gidenler evine bakması, sahip olması ve çiçekleri sulaması için güvenle verirdi evinin anahtarını komşusuna. 
Hayat şartlarının zor, insanların kıt imkânlarla yaşamını sürdürdüğü ama her şeye rağmen mutlu olduğu günlerdi çocukluk günlerimiz. 
Kısaca kırk üç sene sonra görüştüğüm sınıf ve çocukluk arkadaşım Ceyhun Barlas ve birkaç yıldır görmediğim arkadaşım Mustafa ile özlemini duyduğumuz eski günleri yad ettik. Çokta güzel oldu.