AT, AYRAN, KONYAK, TATLI -Çevre köylerin çoğunda okul ve okuma nedir bilinmezken Karacaören Köyünde Habip Arıöz bin bir zorluklara göğüs gererek bir ilkokul yapmayı becermiştir. -“Çocuklarım okur da köyden dışarı gider çiftin çubuğun ucundan kimse tutmaz” diye korkan birkaç gerici okulu yıkıp yaksalarda Habip Hoca bunlardan yılmaz, yıkılanı yakılanı tekrar tamir ederek köyün çocuklarının tahsilini yapmasını sağlar.

AT, AYRAN, KONYAK, TATLI

-Çevre köylerin çoğunda okul ve okuma nedir bilinmezken Karacaören Köyünde Habip Arıöz bin bir zorluklara göğüs gererek bir ilkokul yapmayı becermiştir.
-“Çocuklarım okur da köyden dışarı gider çiftin çubuğun ucundan kimse tutmaz” diye korkan birkaç gerici okulu yıkıp yaksalarda Habip Hoca bunlardan yılmaz, yıkılanı yakılanı tekrar tamir ederek köyün çocuklarının tahsilini yapmasını sağlar.
-Kapı kapı dolaşarak mezun olan çocukların Ankara’da ve Kayseri’de açılan Ziraat Mekteplerine kaydını yaptırmak için mücadele verirken “ula dürzüler çiftden, çubuktan fayda yok, o kimi kurtarmışta çocuklarınızı kurtaracak” diye yal yal yalvarır.
-Kimi ailelerde “çocuk hasretine dayanamamanın” korkusuyla, kimi ailelerde “çiftir ucundan kim tutacak” diye karşı koysalar da Habip Hoca bu uğraşında başarılı olmuş okuyup başarılı olan gençlerin ekmek sahibi olmalarında önderlik yapmıştır.
-Okula kaydını yaptıran öğrencilerden bazıları okulu terk ederek, bazıları da babalarını geri getirmeleriyle bu olanaklardan yararlanamamıştır.
-Okula gitmeyenler eğer babalarının imkanı varsa çiftin ucundan tutup ona yardım etmişler, imkanı olmayanlar da el kapısında çiftçi durmakla amelelik yapmakla karınlarını doyurmuşlardır.
-Yağcı Hacının Omar askerden geldikten sonra Güdük İreşidin Hasan’la ortaklaşa bir müddet kahve çalıştırmış, sonradan da köy köy gezerek çerçilik yaparak, üç beş lira para biriktirmişti.
-O yıllarda Karacaören’de elinde parası olanlar canlı hayvan alıp satıyorlar (Çelikçilik) iyi de para kazanıyorlardı.
-Omar’ın aklı fikri bu işteydi ama anlamadığı bir meslekti. Onun için bu işi anlayan biriyle yapmak
istiyordu istemesine de herkes kendine geçinebileceği ortakçı bulduğundan dolayı aradığı arkadaşı bir türlü bulamıyordu. Birkaç sefer işin erbabı Sarının Mustafa’ya teklif ettiyse de “ben Apo ve oğlu Nahat’le ortağım, onlardan ayrılıp seninle çalışmam ayıp olur” diye teklifini geri çeviriyordu.
-Ömer hem çerçiliğe devam ediyor hem de kendisine bir ortakçı arıyordu ki köyün birinde Mustafa’nın küçük kardeşi Sarının Eset’le karşılaştı. Esede o gün için o köye hayvan almaya gelmiş pazarlık yaptığı birkaç hayvanı da almaya parası yetmeyince caymış durumu ayak üstü karşılaştığı Omar’a anlatmıştı. Omar hiç düşünmeden gidip hayvanları geri almasını, ortakçı olmalarını Esede teklif etti. Esed’de kabul edip ortakçılığa başladılar.
-Birkaç ay ortaklığa devam etseler de bu işten pek para kazanamıyorlardı. Çünkü Eset ağabeyi gibi ticaret ehli olmadığı için hayvanların kaç kilo süt vereceğini, kaç kilo et taşıdığını pek kestiremiyor bu da Omar’ın canını sıkıyordu.
-Sarının Mustafa basit bir nedenden dolayı Apo ile ortaklığa son verince Omar’a el altından haber salıp işi beraber yapmayı teklif etmesiyle tetikte bekleyen Omar da ortağından sudan bir sebeple ayrılıp ortaklığa başladılar.
-Sabah erkenden eşeklerine binen iki ortak hevesle yola döküldüler. Köyün birinden üç beş inek, dana, öküz, tosun alıp diğer köye ulaştılar.
-Kimini fark alıp değişmekle, kimini satmakla köy köy dolaşarak bir hafta sonra Yerköy’e ulaştılar. Vakit akşama yakındı eşeklerini bir hana teslim edip hemen yanındaki ötelden de kendilerine iki yataklı bir oda ayarladılar.
-Yerköy küçük bir kaza (ilçe) idi. Biraz gezseler de öteldeki oda da yataklarına uzandıklarında yorgunluktan hemen uyumuşlar, horultuları gökten geliyordu.
-Sabah ne de çabuk olmuştu, giyinip alt sokaktaki bir lokantadan çorbalarını içtiklerinde güneş bir adam boyu yükselmişti. Hemen hayvan pazarının yolunu tuttular.
-Pazar yeri o gün için çok kalabalıktı. Sabah gün doğmadan hayvanını satmaya, değişmeye gelerler pür dikkat müşteri kesiyorlardı.
-Sarının Mustafa para kazandıracak hayvanları uzun süren pazarlıklar sonucu alırken satıcının gözünün yaşına bakmıyor, hayvanları beş metre ileride Omar’ın şaşkın bakışları arasında karıyla hemen bir başkasına satıyor, tekrar alıyor, tekrar satıyor, paraya para demiyorlardı.
-Alış-veriş öğleye kadar devam ederken Pazar yeri de yavaş yavaş tenhalaşıyordu. Oradan ayrılıp bir güzel karınlarını doyurduktan sonra Yozgat hayvan pazarına gitmek için tren garından biletlerini alıp kalkış saatine kadar garın çevresinde yarenlik ettiler.
-Akşama doğru tren onları Yozgat’a getirdi. Trenden iner inmez otelden yerlerini ayırıp yorgun olan bedenlerini ötelin bitli yatağına teslim ettiler.
-Ertesi günü Yozgat mal pazarına vardıklarında yer yerinden oynuyor, bağıranların, çağıranların, pazarlık sesleri bir birine karışıyordu. Öğleye kadar beş on hayvan alıp sattılar iyi de para kazandılar.
-Öğleyin Pazar tenhalaşırken cins bir atı ucuz paraya satın aldılar almasına da atı bir türlü satamıyorlardı. Çünkü at delinin, huysuzun tekiydi. Arada şaha kalkıyor, çifteleri ardı ardına sallarken zapt etmede güçlük çekiyorlardı.
-Biraz sonra yanlarına yaklaşan bir adam “hemşerim bu namlı atı siz niye satın aldınız, delinin, huysuzun biri.”
-Adam daha lafını bitirmeden Sarının Mustafa yediği çifteyle aniden yere kapandı. Atı Yerköy’e giden bir pazarcının kamyonuna güç bela bindirdiler. Kamyonun kalkmasını bekliyorlar, atın yüzünden tren yerine kamyonla yolculuk yapmak mecburiyetinde kalıyorlardı.
-Onlar kamyon sahibini beklerken “ayraan bardağı on kuruuş… ayrancııııı… ayran” diye cam damacanayla ayran satan bir adamın sesiyle irkildiler. “Ayranım soğuk var mıııı içeen.”
-Sıcak yüzlerinden okunuyordu. Omar mahsustan geri dururken Sarının Mustafa karın doyurmaya ve içerkende üç sefer dinlenmeye ayrancıyla iki liraya anlaştı.
-Sarının oğlu bardakları diktikçe adamın gözleri fal taşı gibi açılıyor. “O koca karın nasıl dolar” diye pişman pişman seyrediyor, pazarlıktan dolayı kendisine kızıyordu.
-Mustafa’nın karnı öyle büyüktü ki köyde dilden dile dolaşır, oğlu küçük Mustafa’ya “babayın karnında ne var” diye sorduklarında “üç yılan, beş çiyan, on kurbağa……… var” diye sayar, milleti güldürürdü.
-On beşinci bardağı içen Sarının Mustafa para vermemek için ‘aniden çatlayıp ölmüş’ numarası yaparak olduğu yere nefessiz yığılırken o anda olayı dışarıdan biri imiş gibi seyreden Omar hemen atılıp “hemşerim senin ayran zehirli mi nedir? Bak adam herhalde öldü, polis çağırayım bari” derken ayrancı topukları yağlayıp korkudan kaçarken ayranı, parayı unutmuştu. Tokezlediği gibi yere serilmiş sırtındaki damacana parça parça olurken yerler beyaza boyanmıştı.
-Bindikleri kamyon üzeri hayvan yüklü olduğundan Yerköy’e ancak gecenin ilerleyen saatinde gelebildiler. Atı handa eşeklerin yanına yerleştirip karınlarını bir güzel doyurup otele yerleştiler. Sabaha kadar Sarının Mustafa gök gürültüsünü (!) andıran karın gurultularıyla taş gibi uyurken Omar la havle çekiyordu.
Sabah handan at ve eşeklerini alıp yola düştüler. Şu köy senin, bu köy benim, ala vere yaparak, atın bin bir eziyetine katlanarak günler süren yolculuktan sonra Karacaören’e ulaştılar.
-Omar’ın beyni zapt olunmayan, başlarına belanın belası olan bu atı ‘nasıl elden çıkarırız’ vesvesesiyle yorulmuş, çare üstüne çare düşünmekten günlerce gözüne uyku girmez olmuştu.
-Birden gözleri fal taşı gibi açılmış, ‘neden olmasın’ diye yerinden fırladığı gibi soluğu doğru ortağının evinde alması bir olmuştu.
-Cumartesi günü sabaha karşı köyden aldıkları birkaç hayvanla atı da yanlarına alarak satmak için Kervansaray dağından aşıp Pazar sabahı şehre ulaştılar.
-Omar; hayvanları Mustafa’ya teslim edip onu şimdiki stadyumun olduğu hayvan pazarına gönderirken kendisi de içki satılan bir dükkandan bir şişe kanyak alıp koşar adım hayvan pazarının yolunu tuttu. Daha pazara varmadan ortağına yeteşip atın ağzını güç bela bir eliyle açıp diğer elindeki konyağı azar azar ata içirdi. At önceleri beri öte kafayı sallayıp itiraz etse de tadından mıdır nedir o da işi oluruna bırakıp kanyağın tamamını içti.
-Yarım saat sonra deli dolu at gitmiş yerine bam başka bir at gelmiş etrafı alıcıyla dolup taşmıştı. Fazla pazarlık yapmadan sakinleşen atı anında bir doru atla değişip üste üç beş lira da fark alıp beş dakika sonra da bir çingeneye bol karla satarak Pazar yerini anında terk ettiler.
-Öyle acıkmışlar ki, zaten çarşıda pek uzakta değildi. Uzun çarşıda uğradıkları bir lokanta da güzel ala karınlarını doyururlarken gözleri ışıl ışıldı.
Dışarı çıktıklarında karşıda bir adam ‘tatlıcı tatlıcıııı yemezmisiniz, halkalı tatlılarım vaaar’ diye bas bas bağırıyordu.
Sarının Mustafa o koca karnından düşen pantolonunu göbeğine çeke çeke adamın yanına yaklaşıp “doyması kaç para hemşerim?” diye sordu.
-Satıcı ilk defa böyle bir soruyla karşılaşıyordu. “Hemşerim ben taneyle satarım, senin dediğine aklım ermez” derken bu karnı büyük adam çok yer düşüncesiyle bu pazarlığa pek yanaşamıyordu.
Uzun pazarlıklar sonucu doyumuna iki buçuk liraya arayı girenlerin sayesinde anlaştılar. Sarının Mustafa tatlıları lüp lüp atarken tatlıcı da bir yandan şerbetinden veriyor ki ‘tatlı adamı belki keserse, az yer bende para kazanırım’ düşüncesindeydi. Ama ne mümkün, Mustafa doymuyor habire atıştırıyordu. Omar “bu adam çatlar ölür de tatlıcıya bela olur” düşüncesiyle o anda oradan geçmekte olan bir polis memurunu durdurdu. “Şu karnı büyük adam tatlıcıyla doyumuna anlaştı, bir türlü doymak bilmiyor, eğer ölürse tatlıcının başı belaya girer, aman memur efendi sana yalvarıyorum olaya müdahale et.” Polis başını bir oyana bir bu yana çevirip Omar’ın yalvarmalarına dayanamadı.
Polis zar zor Mustafa’yı tatlılardan ayırırken tatlıcı parayı, pulu unutmuş artan tatlıları kurtarma telaşında iken yanından hışımla kaçan bir atın tekmelerine maruz kalmıştı. Meğer atı Dalakçılı biri pazardan satın almış ayılan at da pazarın kalabalığından ürküp kaçmış sahipleri arkada at önde çarşıda cirit atıyorlardı.

++++++++++++++++++++++++++++++

KÖRMÜ TARLANI BEKLE

Çıtak Ali Bahtışen Ali’nin en büyük oğluydu. Bahtışen Ali hanımına “belki ben erken ölürsem evde Ali eksik olmasın, ilk çocuğumuz oğlan olursa ona kendi adımı vereceğim” demişti.
Çıtak Ali fakir bir ailenin ilk oğluydu ama arkasından doğan kardeşleri de erkek olunca anasının bir yerde yardımcısı rolünü üstlenmişti. Sabah erkenden anası onu yataktan kaldırır, gözleri uyku mahmurluğundan açılmayan Ali’nin eline iki testiyi verip suya gönderir, sudan gelince de “kardeşlerine iyi saap ol” der kendisi de ahıra samanlığa koşuştururdu.
Yılları böylece geçtiğinde zamanla Ali’de akranları gibi palazlanmış, okuldan kalan boş zamanlarında da babasına çift de, çubukta yardım eder olmuştu.
Fakirlikleri bütün komşularında ve köylülerinde aynı olmasından dolayı Ali’ye bir eziklik ve aşağılık duygusu vermiyordu. Herkes gibi onlarda ailecek bulurlarsa tarhana çorbasına, bulgur pilavına talim ediyorlardı.
Kimsenin kimseden üstün bir yanı yoktu, herkes yoksul perişandı ama bu onlara dert değildi.
Çıtak Ali ergenleşmiş, aşşık oynama, düğünlerde turaya çıkma, kelle atma, kızlara ayna tutma yaşında, günlerini gün ederken her genç gibi onu da Dutlu Çeşmenin tepeden askere tertipleriyle uğurladılar.
Askerden döndüğü yıllarda Almanya’ya işçi akımı başlamış, elinde avucunda neyi var neyi yok herkes bu uğurda yollara dökülmüştü.
Ali’yi babası askerden geldikten birkaç ay sonra nişanlamış arayı fazla uzatmadan da düğünü yapmıştı. Bu sebeple de artık yaşlanan ve işlere yetişemeyen hanımını bir nebze olsun rahatlatmıştı.
Ana, baba, kardeşleri derken iki de çocuğu olunca Çıtak Ali’nin dar gelen baba evine başı sığmaz olmuş sabahlara kadar hanımıyla başlarını sağa sola çevirmekten saçları dökülmüştü. Bu böyle olmayacaktı. Babasıyla uzun uzun konuştuktan sonra o da herkes gibi Almanya’ya gitmeye karar verdi. Eldekiydi, ödüncüydü, derken üç beş lira tedarikleyip iki çocuğu ve gözü yaşlı hanımını baba evine koyup Almanya’ya turist olarak gitti.
Tutumlu bir yapıya sahip olan Çıtak Ali yıllarca çoluk çocuk hasretiyle yanıp tutuşarak çalıştı, çabaladı onların istikbalini temin ettiği kanısına varınca da kesin dönüş yapıp köyüne yerleşti.
Daha o Almanya’da iken baba ve anası ölmüş kardeşleri de okuyup devletin işine girmişler “kendimize ev alacağız tarlamızı da sen al” diye ağabeylerine elden beş aşağı satıp köyden alakayı kesmişlerdi.
Çıtak Ali Almanya’dan geldikten sonra köyüne güzel mi güzel bir ev kondurdu. Herkes şehre göçerken o yıllarca “köyüme hasret kaldım, yetti gayri, ölürsem de kalırsam da köyüm” diyerek gücünün yettiği kadar tarla satın alıp büyük çiftçi olmaya karar verdi.
Aradan zaman geçtikçe traktörü ve gerekli bütün zirai aletleri kendisini sıkıntıya sokmadan gücünün yettiğince tek tek kapıya çekerek yıllarca hayalini kurduğu çiftçiliği gerçekleştirirken bir yandan da fakirlikten çektiği sıkıntıların öfkesini ve intikamını alır gibiydi.
O gün sabahtan öğleye kadar oğlu ve çiftçisinin yardımıyla bir yandan biçerdövere ekin biçtirirken, bir yandan da traktörünün arkasına taktığı çifte römorkla evindeki ambara buğday taşımıştı.
İşine dört elle sarılmış çok ta yorulmuştu. Öğle vakti oğlu ve yardımcısını biçerdöver sırası beklemeleri için tarlada bırakıp kendisi de traktörün römorklarına yüklediği buğdayla köye döndü. Hanımı onun geleceğini bildiği için öğle yemeğini hazırlamıştı bile. Buğdayı ambara döktükten sonra kızının getirdiği bir dolu testi suyla kafasını, elini, yüzünü iyice bir yıkayıp sofraya oturduğunda kendince dünyanın en mutlu çiftçisiydi. Lokmaları ard arda atıştırıp bir yandan da hanımıyla dertleşirken “kızım çayın suyunu ocağa koyda hararetimizi alalım” tembihinde bulunuyordu.
-“Hanım; bu yıl Allah’a şükür mahsul iyi çıktı, hayırlısıynan şu kara gözlü Muradımı da bir everirsem deyme keyfimize, onların göçünü de şehirdeki eve atarsak gerisi Allah kerim”…….
Evleri köyün yüksekçe bir yerindeydi. Köy ve tarlalar ayaklarının altında adeta serili bir halı gibi duruyordu. Arada hanımına “tarlalara bak ta benim gözüm iyi seçmiyor, biçerdöver bizim tarlaya yaklaşmış mı” diye sormayı ihmal etmiyordu.
Çayı bardağa doldurmakla meşgul olan hanımı işi bittikten sonra o keskin gözleriyle etrafa dikkatlice bakıp “aman Ali senin az önce işlediğin tarlada bir traktör durup durup yürüyor mu nedir, bir de sen bak hele…..”
Çıtak Ali’nin gözleri artık eskisi gibi iyi görmüyordu. “Aman Minire benim Almanya’dan getirdiğim şu dürbünü sandıktan bir getiriver hele……”
Dürbün her şeyi ayan beyan gösterdiği için Çıtak Ali’nin çayı, bardağı bir tarafa attığı gibi koşup traktöre binmesiyle marşa basması bir oldu.
Köylük yerde tarlalar iki kısma ayrılır, o yıl için bir tarafa ekin ekilirken diğer taraf dinlenmeye (nadasa) bırakılırdı. Düşes Ahmet fakir mi fakir bir ailenin tek oğluydu. O da herkes gibi Almanya’ya işçi olarak yazılmış, gözleri bozuk, kulakları da az duyduğu için muayenelerde çürük çıkmıştı. Kaç sefer turist olarak kaçak yollardan teşebbüs ettiyse de şans buya hep yakalanmış, çoğunda hapis yatmış, “bu kadar da olmaz yeter artık” deyip kaderine razı olmuş zamanla bu sevdasından vazgeçmişti.
Kapısında bir iki inek, iki üç gürrük keçi, bolca da eşek bulunur, onları sabah köyün çeşmesine sulamaya götürürken köylüler “ula Düşes zengin bir eşeği barındıramaz maşallah sende sürüynen” diye alay ederlerdi.
Ahmedin babadan kalma biraz tarlası var olmasına vardı ama bu yıl onların çoğu nadasa bırakılan yerdeydi. Az tarladan az sap çıkacağından haliyle ondan çıkacak samanda kışın hayvanları aç koyacaktı. Çıkacak buğdayı seneye tarlaya tohum atmaya, belki un, bulgur yapmaya yetmeyecekti. Ama ona hiç sorun değildi. Köylüden veya akrabalarından buğdayı temin edebilirdi, fakat hayvancılıkla geçinen köylü sapı, samanı kendisine yetmiyor ki ona ödünç versin….
Düşes Ahmet bunları düşünmekten sabahlaraca uykusuz kalıyor. “nasıl bir ‘düşese’ düşerim” diye hayaller kuruyordu.
Yine uykusuz geçen bir gecenin sabahında kapısına bir traktör ve onun römorkunda onca insanın sesleri tavuk, horoz seslerine karışan bir gürültüyle yatağından doğruldu. Gelenler yakın köyden akrabalarıydı. Hoş beş, hal hatır, çay kahve derken laf lafı açıyor, kulağına gelen konuşmalara he, hü dese de hiç birisi Ahmet’in kafasına girmiyordu.
Dışarı öğleye yaklaşıyordu, gelen akrabalardan erkek olan iki üç misafirine “hadi traktörü çalıştır da köyün şöyle bir altını üstüne getirip gezelim” derken aniden beyninde bir şimşek çaktı. Hemen koşarak ahırdan bulduğu bir iki dirgen ve anadudu getirip “yahu hısımlar; şimdi aklıma geldi, bizim tarlayı dün işlettim, gidelim de hazır şu traktör buradayken benim sapı tarladan toplayıp getirelim, sonra çalarlar da hayvanlar aç kalır!...
Onlar tarlaya giderken Çıtak Ali’de ekini biçtirmiş köye dönüyordu. Karşıdan gelen traktörün yanına yaklaştığında dikkatlice bakınca onun römorkunda oturan Düşes Ahmedi seçebildi. Bir birlerine elleriyle selam verip herkes kendi yoluna devam ederken Düşes Ahmet kendi kendine “ula Düşes, yine dört ayağının üstüne düştün, hedi hayırlısı” diye iç geçiriyordu.
Biraz yolculuktan sonra “hısım traktörü durdur, aha şu tarla benim, hadi size zahmet acele edip sapı yükleyelim de öğle yemeğine yetişelim” derken etrafı da kolaçan etmeyi ihmal etmiyordu.
İşe öyle dalmışlardı ki top atılsa duyacak halleri yoktu. Acele çalıştıkları için terden adeta giyeceklerinin suyu çıkmış, acısan gözleri göremediği için bazen dirgen ve anadutları boşa sallıyorlardı. Yanlarında su testisi getirmediklerinden dolayı susuzluktan ağızları, dilleri kurumuş, bedenleri adeta domuzlar gibi kokuyordu…..
-“Selamün aleyküm, kolay gelsin ağalar, bende yardım edeyim mi?.....
Düşes Ahmet işine öylesine dalmıştı ki gelen traktörün sesini dahi duymamıştı. Selam veren sesi tanıdığında adeta nutku durdu, eli ayağı bir birine dolaştı, dili lal olup gözleri pel pel bakmaya başladı. Başı dönüyor, kafası zonkluyor, geriye dönüp verilen selamı almaya cesaret edemiyordu. Ne halt edecek, bu işin içinden nasıl sıyrılacaktı. Uyduracağı yalanlar acaba karşısındakini ikna edebilecekmiydi. Şaşkınlığı diz boyu idi, hayat da hiç böylesi başına gelmemişti.
-“Sana diyorum Ahmet Çavuş, sağır mısın? Niye bu yana dönmüyorsun? Utandın mı yoksa…..”
-Aradan geçen bir iki dakikada Düşes Ahmet kendini toparlamış, hiçbir şey olmamış gibi “ooo Ali Çavuş senmisin? Hoş geldin, iş telaşesinden sesini duyamadım. Hayırdır? Niye öyle kızgın gibisin?..... –Çıtak Ali delirmiş, deli danalar gibi kükrüyor, ağzından gelenleri bir bir sayarken karşısındakine vurmamak için kendisini zor tutuyordu. Olanları uzaktan gören oğlu Murat da birkaç köylüyle yanlarına gelmiş olanları anlamaya çalışıyordu.
-Düşes Ahmet baltayı taşa vurmuş, akrabalarının yanında on paralık olmuş, dönüşü olmayan bir hata yapmıştı. İşi pişkinliğe vurup suçluluğun verdiği cesaretle “KÖRMÜ TARLANI BEKLE HEMŞERİM” diye çıkışırken utancından yere bakıyordu.

+++++++++++++++++++++++++++

ŞA ŞA ŞART OLSUN GÜ GÜ GÜMÜŞ KÜMBETLİYİM
Horla - Karacaören Savaşları!

Horla köyü halkı şimdi ki yerleşim yerlerinden yıllar önce devlet tarafından Seyfe Gölü kenarındaki ‘Obruk Evleri’ denen mevkiye yerleştirilmiş, ekip biçmeleri içinde kendilerine hazineden arazi tahsis edilmiş bir kürt aşiretiydi. Yerleştikleri yer göle yakın olduğundan etraf sivrisinekten geçilmiyordu.
O yıllarda şimdi ki gibi sivrisinekle mücadele olmadığından dolayı köylü bu durumdan rahatsız olmakta, vücutları kaşımaktan yara, bere içinde kalmaktaydı. Gerekli tedavileri yapılamadığından ‘sıtma’ hastalığına yakalanıp ölüyorlardı. En kısa zamanda buradan başka bir yere taşınmanın hesabı içindeydiler. Ama bu nasıl olacaktı. Köyün ileri gelenleri bir araya gelerek düşünüp taşındılar, aralarında bir sözcü seçerek Karacaören’e gidip orada Kürdün Mehmet Çavuşu ikna edip o köyün arazisinden kendilerine bir kısım yer verilirse bu illetten kurtulacakları kanısına vardılar. Ne de olsa Kürdün Mehmet Çavuş çevrede sözü geçen birisi olduğu gibi ‘Kürt kökenli’ olmasından dolayı onların bu isteklerini yerine getirir kanısındaydılar.
Kurtuluş Savaşının yapıldığı yıllarda Anadolu’da bazı kişiler savaşa katılmamış, Ege Bölgesi’ndeki efeler gibi gruplar oluşturarak kimseye bağlı kalmaksızın kendilerini yurdun iç güvenliğini korumakla görevli addederek bazen iç isyanları bastırmışlar, bazen çoğu askerde olan ailelerin malını, canını, namusunu eşkıyalardan, hainlerden, hırsızlardan korumuşlardır. Savaş bittikten sonra gruplar halinde bir araya gelerek çıkan iç isyanların bastırılmasında Mustafa Kemal’in askerlerine katılmak için kendisine haber salmışlardır.
Haberi alan Mustafa Kemal onların Yerköy’de toplanmalarını, çıkan Yozgat isyanını bastırmak için kendilerine görev vereceğini, yalnız Büyük Millet Meclisi’nin görevlendireceği beş altı Milletvekili’nin Yerköy’e gelmelerini beklemelerini gelen elçiye iletir. Çok geçmeden gelen görevliler onları bir ay kadar eğitimden geçirdikten sonra Yozgat isyanını bastırmakla görevli askerlere dahil ettirirler.
Yozgat isyanı ve buna benzer isyanlarda devletin yanında olan bu kişileri Mustafa Kemal gerek parayla, gerekse maaşla ödüllendirmek isterse de bunu onlar kabul etmezler, isyanlar bastırıldıktan sonra da evlerine dönerler.
Bu kişilerden birisi de Kürdün Mehmet Çavuş’tur ki namı Ankara, Kırşehir, Kayseri, Nevşehir, Niğde, Yozgat illeri ile kaza ve köylerinde oralara yaptığı iyiliklerinden dolayı duyulur, anılır olmuştur. Halen Hacıbektaş ve çevre köylerinde uyumayan çocuklar ‘Kürdün Mehmet Çavuş gelir ha hemen uyuyun’ diye korkutulduğu söylenir…..
Horladan gelen heyeti ağırlayan Kürdün Mehmet Çavuş onları dinledikten sonra köylülerinin itirazlarına rağmen isteklerini yerine getirir, ‘Horlanın gedik’ denen dağın geri arkasındaki Seyfe Gölü tarafındaki araziyi ev yapmaları için verir.
Yine eskisi gibi Karacaörenliler ‘Parlak’ denen sulak yerde hayvanlarını sulayıp otlatıyor, çamaşırını, yününü, yatağını yıkıyorlardı. Aradan geçen yıllar içerisinde ‘ayrık hesabı saçakları yer tutan’ Horlalılar yapılan bu işlere itiraz etmeye, çöl denen araziye ekip dikmeye işlemeye giden Karacaörenlilere “köyün içinden geçmeyin, kendinize başka yol bulun köy toz içinde kalıyor” diye önce itiraz etmeye, sonra da tek düşürdüklerini dövmeye başladılar. Zamanla köylerine daha çok sahiplenip önce Parla ta hayvan sulamayı, temizlik yapılmayı, sonra da hayvanların yaylımını Karacaörenlilere güç birliği yaparak yasaklama yollarına gittikleri gibi daha da ileri giderek kendi hayvanlarını Karacaörenin ekilmiş tarlalarında yaymaya başladılar. Güdük İreşidin Hasan askerden yeni gelmiş, biraz gezdikten sonra köy kır bekçisi olmuştu. Atıyla araziyi gezerken tarlada yayılan Horla köyüne ait inek sürüsünü yanındaki bekçi arkadaşıyla toplayıp köy korumasına getirmeye çalıştığında yetişen Horlalılardan hem dayak yemişler, hem de ekinlerin yaylımını önleyememişlerdi. Bu ve bu gibi ufak tefek olaylar olsa da iki köyün ileri gelenleri ortalığı yatıştırırken Karacaörenliler yaptıklarından dolayı Kürdün Mehmet Çavuş’a ‘intizar’ yağdırıyorlardı. Bazen olayların büyüdüğünde Boztepe’den Jandarma gelip dövüşenleri ayırt ediyordu.
Günün birinde Hacı Mustafa’nın Halil, Kürdün Mamo, Topal Memmedin Musa ve Maacir Omar iki traktörle Parlağın yanındaki tarlalarını herk ediyorlardı. Az sonra oraya toplanan Horlalılar “burası bizim arazi ne bok yemeye herk ediyorsunuz” diyerek onları dövmeleri savaşın (!) başlamasının büyük kıvılcımı oldu. O gün köyde Hamitlerin Necibin düğümü ‘gelin getirme’ noktasında gelmişti. Evde toplanan kalabalık tören gereği kız evine gidecek oradan davul zurnayla gelin alınacaktı.
Düğün alayı büyük bir neşeyle evden çıkmış kız evinin yolunu yarılamışlardı ki savaş (!) çıktı duyumunu alan herkes düğünü derneği bir tarafa bırakarak olay yerine bulduğu atla, arabayla, yaya olarak ulaşmaya çalışırken gelini ancak on, ya da on beş kadar erkekle kadınlar ve çocuklar, kız evinden teslim almıştı. O gün Melaan Irza oğlu Ali’nin doğumundan dolayı savaşa (!) katılmadığı için çok üğündü. Kalabalık nüfusa sahip olan Karacaörenliler Horlaları alt ediyorlardı ki Badılı köyünden bazıları vicdanen buna dayanamayıp ellerine aldıkları silahlarla Karacaörenlilere ateş etmeye başlayınca bundan arkalanan Horlalılar karşı saldırıya geçtiler. Olaylara müdahalede yetersiz kalan Boztepe Jandarması’nın imdadına Çuğun’dan gelen askerlerde katılsa da olayları durduramıyorlardı. Nasıl haber edildi bilinmez Nevşehir’den gelen bir müfreze asker olaya dahil olup az nüfuslu Horlaları korumaya alınca naçar kalan Karacaörenlileri püskürttüler. Sıkışan Karacaörenliler Jandarmaya yakalanmamak için Seyfe, Dalakçı, Boztepe köylerine kaçışırken yakalananlarda Karacaörenli olmadıklarına vallah billah yemin ediyorlardı.
Karacaören’li Sağır Irzanın Mamo şehirde bir marangozun yanında çalışan on yedi yaşlarında bir gençti. O gün köyde izindeydi. Eline geçirdiği bir sopayla dövüşe katılmıştı ki yakalayan Jandarma elindeki köteği alıp birkaç darbe vurduktan sonra elini bağlayıp jipe attığında arabada kendisinden önce yakalanan yediği sopadan yüzü morarmış Mulla Memmedin Hidayeti yüzükoyun yatarken gördü.
Atılan kurşunlardan birisi Karacaören’li Şemsinin Maamıdın Saliye isabet etmiş, adam yerde kanlar içinde feryadı figan ederken olaya şahit olan Çolağın Şık Hasan bilincini kaybetmiş, ceketinin ucunu kafasına siper edip kaçarken “şeyini şey ettiğimin şeyleri erkekseniz atında beni de vurun” diye bağırıp kaçarken ceketinden kurşun geçemez sanıyordu. Neyse ki yanından geçen birkaç kurşun vınıltısının sesini duysada yara almamıştı.
Horlalı savaşa (!) katılan bir yaşlı adam eşeğini tarla anına yanaştırıp kendisini onun altına sakladığında eşeğin karnından gelen karın gurultularını mermi sesleri sandığından dolayı ‘kelimeyi şehadet’ getiriyordu.
Halisenin Ahmet savaşa (!) bindiği at arabasıyla katılmıştı. Karacaörenlilerin geriye çekilmesiyle köyü tarafını jandarma tuttuğundan aklına ilk gelen Kümbetteki kızının evine ulaşmayı denedi.
Atlara kamçıyı öyle sallıyordu ki arkasından gelen çelikçilere ait kamyonu jandarmanın jipi sanıyor bir an evvel kızının evine yetişmenin heyecanı içindeyken baygınlık geçiriyordu.
Güdük İreşidin Hasan askerde hatırı sayılır bir çavuş idi. Kendisini yakalamaya çalışan Başçavuşa “Kır bekçisi olduğunu, bu vesileyle devlet görevlisi sayıldığını” bin bir cinlikle anlatmaya çalışsa da oda yakalanan yirmi kadar köylüsüyle kelepçeyi takınıp Kırşehir Jandarma Karakolu’nun nezarethanesine atılmaktan kurtulamıyordu.
Nezarethane göz hapsinde tutulanlara tahsis edilmiş olup aynı zamanda karakolun odun, kömür ve erzak deposu görevini görüyordu.
Gözaltında tutulanlar penceresi olmayan bu karanlık oda da bir birlerini göremedikleri için seslerinden tanıyorlardı. Aradan geçen zaman içerisinde karanlığa alıştıklarında bir birlerini görmeye başlasalar da içerdeki havasız ve nahoş koku onları çok rahatsız ediyordu.
Dışarıdan içeriye sesler gelse de içerdeki konuşmalardan dolayı ne denildiği pek anlaşılmıyordu. “Ne demek bana kır bekçisi karşı geldi, onu zor zapt edip teslim aldım, o kimmiş de sana kafa tutar” diye başçavuşa kızan karakol komutanının bağırtısını duyunca gözaltında tutulanlar hemen konuşmalara kulak kesildiler.
Yediği fırçalardan dolayı kendisini zor toparlayan başçavuş “komutanım altın dişli biriydi…” diyebildi.
Konuşmalara kulak kesen Hasan uyanıklık yapıp dişlerine yerden aldığı kömürü sürse de ağzındaki yaşlardan dolayı altın dişi açığa çıkmış, yediği sopaları köyde kimseye dememeleri için içerdekilerine yalvarıyordu. (Serbest kaldıklarında Kürdün Mamo arkadaş olduklarından dolayı olayı köyde yaymış herkes Hasan’la dalga geçmişti. Hasan’da alt da kalır mı o da doğruca Mamonun anasına koşar “aman Meyrem bacı karakolda Mamoyu çok dövdüler, doktorun bana tembihi var, aman oğlun hanımıyla en az bir ayrı yataklarda yatacak….”)
Hacı İrbamın Hacı Karacaören’de muhtar azası olduğundan dolayı bundan faydalanıp köylülerini kurtarmak için şehirde çalmadık kapı bırakmasa da köy azasını kim tanır ki.
Şaşkın ve bi çare çarşıda dolaşıyordu ki karşıdan gelen köylüsü o günlerde şehirde amelelik yapan Tatoğlan Memmetaliyle karşılaşır.
Hal hatırdan sonra Memmetali köylüsünün tavırlarından bir şeyler olduğunu sezinler, sebebini sorduğunda da olayları öğrenmiş olur.
Yakalananların içinde ikisinin de kardeşleri vardır. Onları nasıl kurtaracaklarını birbirlerine fikir alış-verişlerinde bulunsalarda ellerinden bir şeyin gelmeyeceğini anladıkları için “açtırlar; hiç olmazsa şurdan biraz yiyecek bir şeyler alalımda kumandandan izin alıp karınlarını bari doyuralım” derler.
İki arkadaş nöbetçi komutanın odasında soluğu alırlar. Kem kümden sonra köy azası olduğu için söze titrek ve ürkek sesiyle kendisini tanıtan Hacı başlar. Dışarı akşam olmaktadır. Günün yoğunluğu ve yorgunluğunun verdiği stresle komutanın yüzünden düşen bin parçadır. Sabırla da olsa yinede Hacı’yı bir müddet dinler ama arkasını getirmesini beklemeden “defol şuradan şimdi seni de onların yanına atarım ha” derken bu kez kızgın gözlerini Memmetaliye dikerek “Senin derdin ne be adam yoksa sende mi Karacaörenlisin?...”
O an Memmetali üstünden kamyon geçmişe dönmüş, korkudan eli yüzü bembeyaz kesilmiş, dokunsan yere düşecek vaziyete geldiğinde Karacaörenli olmadığına yeminler ediyor fakat bir türlü komutanı ikna edemiyordu.
Komutan yerinden kalkıp tam ona vuracakmış gibi yaptığında “komutanım; şaş şa şart olsun ki gü gü gümüş Kümbetliyim, anamın adı şu babamın adı şu diyerek Kümbetli olan ebe ve dedesinin adını kendi ana baba adıymış gibi sıralarken kekemeliği ve onun getirdiği komiklik sinirden yüzü mosmor olan elleri titreyen komutanı gevşetmiş, adam güldüğünü onlara belli etmemek için öte dönüyordu.

+++++++++++++++

VEBALİ BİZE!
Çelikçiler

“İnsanlar en büyük mutluluğu tabiattan ve onun varlıklarından bir de severek yaptığı işten alır” diyenlere diyecek başka söz kalır mı bilmem.
İşini severek yapan ve ona dört elle sarılan kişi açta açıkta kalmaz. Her işin bir zorluğu vardır, mühim olan iradeyi ve azmi kaybetmeden sabredip sonu zarar da olsa meslek değiştirmeye kalkmayın inanın başarı kendiliğinden gelecektir.
Karacaören köyü konum itibariyle sırtını üç taraftan Kervarsaray Dağlarına yaslamış önü dümdüz ovadır. Boztepe, Horla, Badılı, Seyfe ve Dalakçı köyleriyle çevrili olan arazinin az bir kısmı ekim-biçim için bu köyü geçindirmeye kafi gelmediğinden dolayı köylü çiftçiliğin yanında hayvancılıkla da geçimini sağlamaya çalışmıştır.
O yıllarda fırsatını bulup okuyanlar devletin işçisi-memuru olmuşlar, diğerleri de amelelik yapmakla, çiftçi durmakla, imkanı olanlar köy köy çerçilik yapmakla ya da kahvehanecilikle, bakkalcılıkla geçimlerini temin etmişlerdir.
Bunun yanında bazı kişilerde canlı hayvan alım-satımlarıyla (inek, dana, tosun, koyun, keçi) uğraşmayı tercih etmişlerdir. (Çelikçilik).
Öykümüzün konusuna giren olayların başlangıcı atmışlı yılların ilk başlarından ele alınmış, mesleğin özellikleri anlatıldıktan sonra olayın mizah yönü işlenmiştir.
Karacaören’de canlı hayvan alımı-satımı deyince çevre köylerde de halen adları eskilerce anılan şuanda çoğunun kemikleri dahi çürümüş yaşayanı birkaç kişiyi geçmeyen adları dahi unutulanlardan ilk yapanlar Apo, Bal Memmet, Ukunun Halil (Danacı), Sarının Mustafa akılda kalanlardır. Bunlara birkaç yıl sonra İyibin Ahmet-Kardeşi İreşit, Kör Hasanların Bekteş, Sarının Eset, Güdük İreşidin Tahsin ile Kardeşi Hasan, Apoon Nahat katılmışlardır. Bunlar alım-satıma giderken eşeklere binip günlerce süren yolculuklar yaparlardı.
Zamanla köylünün cebine para girince eşeğin yerini kamyonlar almış gidiş gelişler günü birlik olunca da çelikçilik yapanlar çoğalmış, eşeklilerin son dönemlerinden kalma Aloon Dağıstan’ın önderliğinde Alagafa İrbaam, Deli Şöfor İrbaam-Kardeşi Emin, Topal Mamıdın Asim, Hamitlerin Omar, Aloon Metin, Kart Hidayet, Gadıoğlu Şık Memmet gibi adını sayamadığımız kişiler bu kervana dahil olmuşlardır.
Aradan yıllar geçmesine rağmen şuanda bile Karacaörenliler mesleklerinde doğru ve dürüst oluşlarından dolayı zirveye ulaşmışlar, ticaretlerinde kendilerine kem söz getirmemişler, (bir kaçı istisna) bir kişinin kurşunu dahi ödememezlik etmemişler, etseler zaten bu meslekten ekmek yiyemiyeceklerinin farkında olmuşlardır.
Atmışlı yıllarda köyünden eşeklerine binip yollara dökülen çelikçiler üçer beşer kişi ortaklaşa iş yapar içlerinden hesaba kitaba aklı erer bir kişiyi grup başı seçerler para pul alım-satım işinden o kişiyi mesul tutarlardı.
O yıllarda çek-senet ve bankayla pek iş görülmediğinden ticaret peşin parayla döndüğü için para taşımak (yolda belde eşkıyaya, hırsıza karşı) çok riskli olduğundan dolayı apayrı bir sorun olurdu.
Para için giyeceklere ayrı ayrı bölmeler dikilir paralar oralarda muhafaza edilir bir odaya misafir olduklarında içlerinden birisi sabaha kadar gözünü kırpmadan nöbet tutardı.
Köy köy dolaşan çelikçiler uzun pazarlıklar sonucu kâr edecekleri hayvanları satın alırlar otlata otlata açılış gününü bildikleri en yakın hayvan pazarına yetiştirip kârıyla satarlar yerine göre tekrar alırlardı.
Çelikçiler grup halinde sıraya koydukları bölgeleri gezerler, mesafenin kısalığına-uzaklığına göre gidiş-gelişler ayarlarlar, bu da haliyle on-on beş günü bulduğu olurdu. Genelde bu bölgeler Kaman, Bala, Keskin ve köyleri, Çiçekdağı, Yerköy, Yozgat, Şefaatli, Kozaklı ile köyleri, Mucur, Hacıbektaş Gülşehri, Nevşehir, Kayseri’ye yakın ilçe ve köylerden sonra Ortaköy, Niğde’nin ilçeleri ile köyler bölgesi gelirdi.
Ganlerce süren yolculuklarda en büyük sorun yiyecek, temizlik ve yatacak bir odaydı. Bazı köyler misafir almaz, bazı köy odalarında da başka misafirlerden yer kalmaz yahut yer bulunur hayvanları koyacak oda sahibinin ahırında yer olmaz, derken sorunların ardı arkası gelmezdi.
Mesleğe yeni başlayan kişinin muhakkak işi iyi anlayan biriyle ortakçı olması gerekir ki işi çabuk kavramalı, alış-verişle alınacak hayvanın kör mü, topal mı, hastalıklı mı, süt ineğiyse süt verimini, etlik mal ise kaç kilo geleceğini bilmesi gerekirdi.
Pazarlık alıcıyla satıcının birbirinin ellerini sıkı sıkıya tutmasıyla başlar, üç aşağı, beş yukarı arada para oynamamaktadır ki, bunu da ortada dolaşan meyancılar sağlar, böylelikle de alış-veriş bitmiş olur.
Pazarlıklarda ufak-tefek ticari yalanlara gerek duyulsada herkes bilir ki bu işin kılıfıdır. Kimisi satıma götüreceği hayvanını ahırdan çıkarırken rivayet olunur ki hanımını çağırıp hayvanın kulağına eğilerek “dört yüz” dedirtir, pazarda da yemin ederek alıcıya “anam avradım olsun dört yüzü duydu” diyerek pazarlığı alevlendirir. Çelikçiler arasında söylenir ki bir alıcı pazarda yukarda anlatılan rivayete benzer olayda “vay nebiyim neyini şeyettiğimin alıcısı bu hayvan o kadar eder mi de bunca parayı vermiş” deyince hayvan sahibinin silahından çıkan çıkan kurşunlarla ölür.....
Malûm hayvan alım-satıcıları arasında anlatılan hikayeler saymakla bitmez.
Adamın biri bir arkadaşının arkadaşından yirmi gün sonra “simental kırması dana” buzalayacağı söylenen bir inek satın alır. Değil yirmi gün aradan iki ay geçmiş inek halen buzalayacak. Meğer satıcı paraya sıkışmış o gün için ineğin karnını yemle suyla iyice şişirmiş onlarda hayvanın yirmi gün sonra buzalayacağına kanıp almışlar. Alıcı arkadaşını her gün “bu inek ne zaman buzalayacak” diye sıkıştırmakta iken sabrı tükenen adam “ne yapayım abi aldığın ineğin yerine ben mi buzalayayım….” Diye çıkışınca arkalarındaki kavgayı güç bela ayırırlar.
Seksenli yıllarda askerden gelen iki arkadaş “eli boş tayfası” gibi köy içinde “şura senin bura benim gezmekte olup babadan cep harçlığı istemekte onların zoruna gitmektedir. İçlerinden biri askere gidinceye kadar köyünde sığır güttüğü için hayvandan iyi anlamaktadır. Diğer köylüleri gibi çelikçilik yapıp üç, beş lira kazanmayı onlarda istemekte bunun hayalini kurmakla günleri geçse de sermayeleri olmadığından karamsarlık içindedirler.
Köylülerinden birinin faize para vermekte olduğunu bildikleri halde “ya bize vermez ise” korkusundan dolayı cesaret edip bir türlü adamın kapısını çalmazlar.
Bir gün “Denize düşen yılana sarılır” misali bütün cesaretlerini toplayarak gidip adamın misafiri olup ‘ağızlarındaki baklayı’ çıkarırlar. Adam biraz naz yapsa da gelenlerin hallerine acıyarak hanımının da ısrarıyla onlara kısa vadeli bol faizli üç dört dana edecek bir parayı verir.
Parayı kapan iki arkadaş nakliyesini ödedikleri bir çelikçinin yanına katılarak kamyonuyla alış-verişe başlarlar.
Aradan geçen süre içerisinde biraz para kazanmışlar yüzleri gülmekte fakat faize para aldıkları adam her gün birisinin evinde misafir olup gecenin geç vakitlerine kadar onları rahatsız etmesi sorun yaratmaktadır.
İş bilir faizci bu gelişlerinden birinde “filan ile falan oğlum evde ‘sağlımlık inek’ yok, bu hafta bana iyi süt veren bir inek getirin, bir hafta muayyer kullanır, memnun olursam parasını öderim aman yüzümü yengenize kara çıkartmayın….” İneği getirirler. Bir hafta onu sağan adam “yok çocuklar yengeniz memnun olmadı bunu götürüp satın yenisini getirin…..” Bu olay bir değil iki değil tam beş hafta sürer ve faizci bu zaman zarfında süt parasından kurtulur.
Uyanık geçinen çelikçilerden birisi sabahın köründe hayvan pazarının kapısında yerini alır, hayvanını pazara satmaya gelen köylüye hayvanının değerinin iki katını verir, fiyatı duyan köylü akşama kadar bunun üstünde veren alıcı bekler, kimse de almayınca üstelik akşam olup alıcı da kalmayınca uyanık geçinene hayvanı tekrar köyüne götüremeyeceğinden dolayı yarı fiyatına satıp ihtiyaçlarını karşılarmış.
Doksanlı yıllarda Malya D.Ü Çiftliği’nde çalışan bir Yozgatlı “süte para vermektense bari bir inek alayım da hem boş vakitlerimde onu otlatır günümü değerlendiririm, hem de yağa, yoğurda, süte para vermem” diye akıl eder. Uzun araştırmalar sonunda çiftliğe yakın köylerden birisinde çelikçilik yapan falanda yeni buzalamış bir ineğin olduğunu öğrenip yola dökülür.
İşin aslında çelikçi bu ineği evine sağımlık olarak alır almasına da inek sütünü evin hanımına sağdırmamakta, tepik atmakta ama danasını emzirme de bonkör davranmaktadır.
Uyanık çelikçi bir şeyden haberi olmayan gördüğü bütün çelikçilere “bu ineği paraya sıkıştığımdan dolayı satacağım, alan olursa haberiniz olsun giddiğiniz yerde söyleyin sizi de gönüllerim” duyumunu yayar.
Arada sırada ineği danaya emzirmekte, dana daha doymadan hemen kenara çekmekte, haliyle ineğin memesi süt dolduğundan dolayı her gün biraz daha şişmektedir.
Aradan beş gün ya geçer, ya geçmez,  Yozgatlı uyanık çelikçinin ahırında soluğu alır, gözlerine inanamaz öyle ki ineğin memeleri sütten neredeyse patlamaya gelmiştir. Adam heyecandan ne diyeceğini şaşırır, ineğe öyle bir “Maaşallah” çeker ki buna kendisi de hayret eder. Pazarlık öyle pek fazla uzun sürmez. Yozgatlı ineğin yularından tutup ahırdan çıkarırken uyanık çelikçi de danayı peşinden getirmektedir. Tam o anda önlerine çıkan evin hanımı “ihtiyacın mı var ne diye ineği satarsın, utanmıyor musun” diye yalancılıktan “feryad figan” edip ağlarken “timsah gözyaşları” dökmektedir. “Bak gördün mü hemşehrim benim hanım bile ineğin satımına dayanamadı, ah elim daralmasa onu satarmıyım.” “Göreceksin bu ineğin sütü seni ve aileni çimdirir, (banyo yaptırır) 15-20 kilo süt verir, fazlası da Araplı köyünü doyurur” dediğinde inek ve boz danası kamyona yüklenmiştir bile….
Geriye dönüp bakınca insan ömrü “bir gün batımı” kadar olduğu anlaşılıyor. Günler, ayları, aylar, yılları kovalarken aradan geçen süre içerisinde Karacaören’li çelikçiler başı Apo yaşlanmış, ticari işlerini tamamen oğlu Nahate bırakırken kendisi de kenara çekilmişti.
Nahat babasının yanında iyi bir çelikçi olarak yetişmiş, alış-veriş yaptığı köylerde ve hayvan pazarlarında adı anılan bir esnaf olmuş, kimseyi kapısına alacaklı getirmezken kasap kapılarında ve hayvanlarını kaptırdığı kişilerin kapısında alacağını bekler olmuştur.
Köyde herkes onun bilgi ve tecrübesinden yararlanmak için ortakçı olmaya can atmışlardır.
Sağımlık inek, etlik ya da kurbanlık hayvan alacaklar onun yolunu bekler olmuşlardır. Kendisine “bu hayvan nasıl, etliğe yarar mı, inek iyi süt verir mi, ya da kurbanlık için bu hayvan kesilir mi” sorularına o uzun boyunu bükerek kamburlaştırıp alıcının boyunun seviyesine ayarlayınca ortaklarına bakarak “vebali bize hemşerim” derken sağ elini  sol döşüne yumruk yapıp hızlı hızlı vurarak “daha ne soruyorsun” diye itimat kazanmaya çalışırdı. Bu yıllarca devam ederken bir gün ortaklarından biri dayanamayıp “Nahat ağa alış-verişlerinde hep bizi kastederek ‘vebali bize’ diyerek lafı kestirip atıyorsun, biz bu hayvanları dışarıdan toplayıp alıyoruz haydi iyi çıkmaz ise neden hepimizi vebal altında bırakıyorsun….”
Sigarasından derin bir nefes çeken Nahat “arkadaşlar ben sizi neden vebal altında bırakayım, ben yemin ederken size değil” o anda sağ eliyle cekenin sol iç cebindeki çividen yapılmış bizi çıkararak “ben ‘vebali bize’ derken bu bize yemin ediyorum” dediğinde ortakları gülmekten dizlerini dövüyordu.

+++++++++++++++++++++++

ENİŞTE MANTI!

Gözlemeciler…

Anadolu insanı çok eskilerden beri geçimini tarım ve hayvancılıktan temin ettiği için yiyeceğini de bunların getirisi olan besin ve ürünlerden yaparak yaşamını devam ettirmiştir.
Eskiden köyler şehirlere göre mahrumiyet yerleri olduğundan oradaki imkanların kendilerinden olmadığından (çarşı-pazar) elindeki ürettiği ürünlerden çeşitli şekillerde yaratıcılığını kullanan maharetli hanımların gayretiyle adı saymakla bitmeyen yöresel yiyecekler üretme gayreti içinde olmuşlardır.
Ateşte pişecek yiyecekler için çatma veya duvara bacalı ocaklar yaptıkları gibi, un ve unlu mamülleri pişirmeye de tandıra gereksinim duymuşlardır.
Tandır yapmak için tespit edilen havlunun içindeki bir yerde toprak enine ve boyuna takriben bir metre eşilir, buraya mahir ustaların özel toprağın çamurundan yaptıkları dışarda kurutulup iyice tavını alan tandır ocağı yerleştirilir, hava alıp iyi yanması için de dört beş metre uzunluğunda “külle” denen havalandırma yolu yapılırdı.
Yıllar önce külleye kıldan yapma futbol topunu kaçıran çocuğun birisi topu oradan çıkarması için ablasına külleyi göstererek “külle” diyemediğinden “bacı künye, bacı künye” diye çağırır. Olaya şahit olan lakap takma da maharetli birisi çocuğu her gördüğünde “bacı künye, bacı künye” diye çağırmasıyla şimdi rahmetli olan öğretmeni köylü halen bu lakapla tanır bilir.
Tandırdaki dumanın çıkması içinde “punara” dediğimiz baca yapılır. Bazıları bunun ustasını başka köyden getirir, güya köylüye “benim tandır sizin ki gibi tütmüyor” diye hava atardı.
Yufka ekmek yapacak olan evin hanımı tandırda yakacağı saçkıyı, (sap saman) oklavayı, pişirgeci, tahtayı, sacı hazırladıktan sonra önceden ‘öndüç’ (ödünç) taktığı komşu hanımlara bir kaç gün once haber eder, onlarda kararlaştıralan günde “tandırlık ya da tandırlı ev” denilen yerde toplanırlardı.
İki saat önceden mayalanmış hamur yuvarlak beziler haline getirilir, bunları sacda büyük gelmemesi için özenle aynı ölçüde olmasına gayret gösterilirdi.
Köyün birinde adamın biri hanımı öldüğünden dolayı oğluyla ekmek pişirmekteyken bezileri açan oğul bunların büyük olduğunu babasına sitem dolu sözle ifade ederse de onun “oğlum Refik, beziler büyük, öndüce verecek değiliz ya dil dil at, böl böl at” cevabıyla şaşkına döner.
Evin ihtiyacına göre iki tahtalık veya üç tahtalık ekmek edilirken tahta başındaki hanımlar ekmek tahtasında bezileri oklavayla açar, açılanı da pişiriciye oklavayla teslim eder, oda bunu özenle sacın üstüne yayarken tandıra da bir yandan ‘saçkı’ (yakacak) atmayı ihmal etmez. Sacın üstündeki ekmeği “pişirgeç” denen (iğde ağacından yapılan) deynek çubukla alt üst yapıp yakmadan pişirmeye özen gösteren kadın bir yandan da türkü söylemeyi ihmal etmezken diğer kadınlarda kendi aralarında hem şakalaşır hem de dedikodu yapmaktan geri kalmazlardı.
O yıllarda buğdaylar şimdi ki gibi ilaç görmediğinden dolayı doğal tadındaydı. Onun unundan yapılan ekmeğin kokusu köyün ta öbür ucuna yayılır, kokuyu alanlar yanlarına aldıkları yumurtayı, yağı, firek, (domates) soğan, bulursa patlıcan ekmek edilen evin yolunu tutarlardı.
İştahla yenilip tadına doyum olmayan, yedikçe insanın yiyesi geldiği şimdilerde adı değişen benim köyümde ise halen yumurtalı, yağlı, firek-soğan böreği diye anılan bu yiyecekler kimin iştahını kabartmazdı ki…
Yufka ekmek işini tamamlandıktan sonra tandıra üzlük (topraktan yapılma) içerisine kemikli et, kayısı kurusu, yarma, yağ su karışımı marmelat konur bunada benim köyümde ‘keşkef’ denen yemek türü atılırdı. Eğer ekmek edimi soğuk havalara dek gelirse tandırda ayak uzatarak oturup laflamanın muhabbeti başka olurdu.
Üretken hanımların yaptığı işler bir yufka ekmek yapımıyla biter mi. Benim köyümle anılan “yapıştırma” denen bir tür varki sorma gitsin. Hamur bezileri takriben on- on beş santim eninde ve boyunda üç dört yufka ekmek kalınlığında açıldıktan sonra yumurtanın sarısı ve beyazının barışımı yüzüne sürülüp tandıra yapıştırılır. Çıtır çıtır yenirken tadı damağımızdan gitmeyen bu yiyeceği yapan kadınlar kaldı mı bilmem…
Yapılışı ve malzemesi yapıştırmanın aynısı olan ondan daha kalın ve daha yumuşak, fosur fosur kabartmalı adı üstünde Bozlapa (Boztepe) çöreğini yapan o hünerli kadınları nerede bulmalı?..
Yine bunların yanında Karacaören’in boz ama çok lezzetli ‘bazlaması’, Horla köyünün ve kürt aşiret köylerinin yufkadan biraz daha kalın o ekşimsi tadıyla yiyene bir daha yediren bizim ‘Lavaç’ kürtlerinde “nan” dediği ekmeği tekrar yemek kısmet olur mu bilemem…
Köylerde olduğu gibi şimdilerde şehrimizin kenar mahallelerinde genelde köyünden göç edip gelen ve müstakil evlerde oturan kadınların ‘yufka ekmek’ geleneğinin yanında kış hazırlığına ekledikleri mantı ve erişte hamur işi çeşitleri vardır.
Mantı ve erişte hamurunda kullanılan marmelatın birbirinden pek farkı yoktur. Un, tuz, yumurta, su karışımıyla elde edilen hamur önce küçük beziler haline getirildikten sonra ekmek tahtasında oklavayla elli altmış santim eninde açılır. Açılan bu ekmek üç santim eninde uzununa kesildikten sonra küçük şeritler halinde kesilip işlem tamamlanmış olur.
Eriştenin mantıdan tek farkı sacda kavrulup gevretilmesidir. Erişte yağlı ya da şekerli olarak pişirilip yemeklerin yanında yardımcı yemek (aparat) olarak yenir.
Mantı yemeği etli, salçalı, sarımsağı bol yoğurtlu adlarla çeşitli şekillerde sofralarımız da yer alırken ilerleyen teknolojinin geleneklerimize vurduğu darbeden erişte, mantı, yufka ekmek, lavaç, çörek, börek, bazlama ve çığırtma da nasibini almıştır.
Maharetli hanımların yaptığı bu tür yiyecekler yerini makinalaşmaya bırakırken bu durumda iş görmeye üşenen bazı hazırcı hanımların işine yaramış yeni bir iş sektörününde doğmasına yol açmıştır.
İşini bilen bazı kişiler bu gibi hanımların ya da yapmak isteyip de apartman dairesinde oturmasından dolayı yapamayanların ihtiyaçlarını gidermek için işi ticarete dökme yoluna gitmişlerdir.
Şehrin muhtelif bölgelerin de “nasıl olsa masrafımı çıkarırım, hem de para kazanırım” zihniyetiyle fahiş fiyata dükkan kiralanarak adına “gözlemeci” denilen çeşitli isimlerde anılan iş yerleri açılmıştır.
İşler böyle olunca o mühit de eskiden beri işyeri çalıştırıp kirada oturan ‘asıl esnafların’ kiralarının da artmasına sebep olmuşlardır. Öyle bir zaman geldi ki her nereye baksan falan-filan gözlemeci tabelalarından başka tabela okunmaz olmuştur.
Araştırdığım kadarıyla şehrimize ilk gözlemeci dükkanını “oğlum boşta gezmesin, akşam evini bilsin, işi olunca mesuliyeti olur, kopuğun, kaçığın peşine takılmaz” diye Salih Çağlar adında biri oğluna açmıştır.
Aradan bir ay geçmesine rağmen işlerin iyi gitmediğini gören Salih’in arkadaşları bunun doğru dürüst meslek olmadığını, derhal işyerini kapatmasını, yapacaksa büyük şehirde yapmasını her gelişlerinde kendisine hatırlatırlar. Arkadaşlarının fazla ısrarına dayanamayan Salih Bey oğlununda rızasını alarak “zararın neresinden dönülürse kardır” hesabı işyerini kapatır. Oğluda girdiği imtihanda gardiyanlığı kazanıp iş güç sahibi olur.
Salih Bey’in açtığı günden bu yana meslekle ilgili on dükkan açılırken on beş dükkan kapanmak da olsada işini rayına oturtup mesleğinde isim olanları da gözardı etmememiz lazım.
Ünal Çarşısı Eski Ankara Caddesi cephesinde boşalan dükkanı hanımının ısrarlarına fazla dayanamayan emekli Erdal Yılmaz gözlemeci açmak için kiralar.
Kiraladığı işyerini belediye ve il sağlık kurulunun yasalarına uygun şekilde dizayn ederek donatmış, en lüks makinaları da alırken “kar edeceğim yerden masrafı esirgemem” diyerek paraya acımamıştır. Çağırdığı tabelacıya da işyerinde imal ettiği yiyecek maddelerini vitrinin camına sırasıyla yazdırmıştır.
İşleri iyi gittiğinden dolayı yüzü gülmekte, bastırdığı kartvizi de eşe dosta dağıtırken onlardan birisinin “bana erişte ve mantı lazım hani sende bunları göremiyorum” ifadesiyle karşılaşır.
Erdal Bey bunun üzerine komşusu bilgisayarcıya “erişte, mantı bulunur” diye bir kağıda yazdırıp camın görünecek bir yerine iliştirerek erişte-mantı satımına da başlamış olur. Terziyan köyünden berber Hacı yıllarca müftülük civarında mesleğini icra etmiş zamanla gözlerinin iyi görmediğine kanaat getirince sanatını bırakmış fakat evi o civarda olduğu için eviyle çarşı gidiş-gelişlerinde devamlı Eski Ankara Caddesini kullanır.
Gidiş gelişlerinin birinde vitrindeki kağıda yazılmış yazı gözüne farklı bir şekilde takılır. Ömrü anasının pişirdiği sonradan hanımının önüne sofrada koyduğu o güzelim “bol acılı, yerine göre etli, salçalı, bol samırsak ilaveli yoğurtlu mantının” acaba daha adını bilmediği bir çeşide de varmış da ben farkında değilmişim veisine kapılır.
Okuyup aldandığı yazının etkisinde kalmış bütün şaşkınlığı üstünde etrafına aval aval bakarken durumu anlatacak birini aramaktadır.
Ben saatler ileri alındığı günden itibaren eski saate göre bir müddet hareket ettiğimden dolayı dükkanımı komşulara nazaran biraz daha erken açmış ve dışarıya kucak kucak ip çıkarırken berber Hacı’nın şaşkınlığının farkına varmakta gecikmedim.
Hacı’yla ayak üstü selamlaşırken bana gözlemeciyi göstererek birşeyler dediğini fark ettim ama aramızın sekiz on metre oluşundan hem de sol kulağımın ağır duyuşundan ne dediğini pek anlamıyordum.
Hacı yanıma ağır ağır yaklaşırken bir yandan da “ula sağır tulla sen ömründe hiç ENİŞTE MANTISI duydum mu?.. Yedin mi?..” diye soruyordu.
Sabah sabah Berber Hacı da her halde sıyırmış (!) diye kendi kendime o an için hayıflanırken beni kolumdan çeken Hacı vitrindeki yazıyı gösterdi.
Meseleyi hemen anlamış hazır cevaplılığımdan istifade ederek “oğlum Hacı sen nasıl kör, ben nasıl sağır olduysam tabiki erişte de bizim gibi adama enişte olur” dediğimde kahkahalarımız oradan geçen ambulansın siren sesine karışıyordu…

++++++++++++++++++++++++

‘OYUMU SANA ATTIM EMMİOĞLU’ Belli belli!

 

27 Mayıs 1960 ihtilaliyle Demokrat Parti görevden uzaklaştırılmış, Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuştu. Bu vesile ile yönetimdeki bütün kadrolara asker kökenli ve CHP yanlısı kişiler atamayla iş başına getirilmiştir.
Öyle ki, köylerde dahi Demokrat Parti görüşlü muhtarlar görevden azledilmiş, yerlerine atamayla o köyün ileri gelen CHP kökenli kişilerine muhtarlık görevi verilmişti.
Karacaören köyünde de muhtarlık yapan Rıza Duman görevinden alındığı gibi üstelik o günlerde izinde olan bir asker köylüsünün, “Cemal Gürsel'e benim yanımda sövdü” diye iftira edip şikayetiyle cezaevini boylarken yerine Çavuşun Mustafa (Azzim Kağ) getirilmişti.
Çavuşun Mustafa göreve gelir gelmez edindiği CHP bayrağını damına asıp aylarca dalgalandırmış, Demokrat Parti'li köylülerinin de böylelikle düşmanlığını kazanmıştı.
Sivil idareye geçilince yapılan seçimlerde gerek askeriye, gerekse CHP korkusuyla bu parti mensubu muhtar adayı İreyize’ye (Feramiz Avşar) köylü oy verip muhtar seçmişti.
1964 muhtarlık seçimlerine gelindiğinde bütün yurtta olduğu gibi Karacaören'de de CHP'nin imajı silinmiş Adalet Partisi hükümet olmuş, artık onun borusu ötüyordu.
Hamid’in Kadir otuz yaşlarında girişken bir delikanlıydı. Köyün kalabalık sülalelerinden kendisine oy toplayacak muhtar azalarını ayarlayıp onlarla görüşerek fikirlerini aldıktan sonra muhtarlığa adaylığını koydu.
O dönemde yaşları otuz ile otuz beş arasında değişen köyün girişken, civan gibi delikanlılarından muhtar azası adayları “er lakabıyla anılır” Güdüğün İreşid’in Hasan Ali, Çavuş'un Ali, Garamyalların Ali, İyib’in Yağmur, Kürdün Mamo, Tayır Hoca’nın Cevcet'di. Bunlar Adalet Partisi görüşünü benimserken, karşılarındaki aday da CHP görüşlü Kara Sali’ydi…
Yapılan seçimleri büyük bir oy farkıyla Hamid’in Kadir ve ekibi kazanıp göreve başladılar.
İlk işleri dönemin Kırşehir Valisi olan Sedat Kırtepe'nin huzuruna çıkmak oldu. Köyün dert ve sorunlarını dile getiren bu gençlere Vali çok iltifat gösterip adeta onlara hayran kaldı. Adam Karacaören'e gidip gelişlerinde köye adeta aşık olmuş, akşam şehre dönmeyi canı istemez bir hal almıştı.
Onun görev süresince köyün Kervansaray Dağı’ndan başlanarak yolu yapılmış, her mahalle başına altı-yedi kadar çeşme, kafi gelmeyen eski okulun biraz ilerisine tekrar bir ilkokul ve selektör binası yapılıp hizmete sunulmuştu.
Aradan geçen süre içerisinde köye elektrik gelmesi için plan proje çizilmiş fakat muhtar Kadir'in görev süresi dolduğundan bu başka muhtara nasip olmuştu.
Görev sürelerinin dolmasına az bir zaman kala Hamidin Kadir; Almanya'ya işçi olarak gideceğini, bir daha aday olmayacağını, içlerinde adaylığa talip olan varsa şimdiden meydana çıkmasını arkadaşlarına 'açık ve net' olarak anlatır.
Güdüğün İreşid’in Hasan fakir bir ailenin en küçük oğlu olup köyünde ilkokulu bitirmiş zamanla kendisini her yönüyle geliştirmiş uyanık ve zeki bir gençtir.
Şehirle köy arasında minibüsüyle yolcu taşımakta, aynı zamanda Adalet Partisi İlçe ve Ziraat Odası yönetiminde olması dolayısıyla her gün bir ayağı şehirdedir. Kadir'in muhtarlık yaptığı dönemde onun baş azası olması münasebetiyle iyi kötü daire çalışanlarını ve müdürlerini tanımış, köyün yarım kalan işlerini tamamlamak ve daha mamur hale getirmek için aday olmayı kafasına koymuştu. Köyün ileri gelenlerini bir araya toplayarak onlarla fikir alışverişinde bulunduktan sonra aldığı onayla muhtar adaylığına soyunur.
Almanya'ya işçi akımının başlamasıyla köyün erkek nüfusu bir önceki seçime göre göze batar bir şekilde azalmış, haliyle kendisine aza adayları bulmakta zorluk çekmektedir.
Sabahlara kadar yanan lüksün ışığında yapılan toplantı üstüne toplantılarla aza listelerini oluştururken aynı zamanda aza olmaya hevesli bazı kişileri ya küstürmekte ya da listesine almayı düşündüğü aza adaylarını rakibi muhtar adayı Kara Sali'nin listesine alındığını öğrenmesiyle üzülmektedir.
İnce eleyip sık dokumayla aradan geçen zaman içerisinde bu işin üstesinden gelmeyi başarır. Şimdi asıl işin zor yanı olan seçmenden oy alma taktiğidir.
Karacaören gibi bir yerde muhtar adayı olmak, hele seçmenin oyunu toplamak öyle zor ve beceri isteyen bir iş ki, köye muhtar değil milletvekili oluyorsun sanki. İşin içinde particilik var ya, bugün bile o köyde seçmen kardeşine oy vermez, tuttuğu partinin adayına yani 'partiye' oy verir.
Güdüğün İreşid’in Hasan arkadaşlarıyla ve yandaşlarıyla gece ev ev toplantılar yapmakta, gündüz de kapı kapı gezerek oy avcılığı taktikleri uygulamakta, bazen hem arkadaşı aynı zamanda rakibi Kara Sali’yle karşılaştıklarında birbirlerine başarı dilemekte, incitmemeye gayret göstermektedirler. Seçmenden oy istemek ona boyun bükmek, her “Evet ben oyumu sana vereceğim” diyene inanmak çok zor şey…
Kimi el uflayarak fakirliğini ima edip bir şeyler demek isterken, kimisi de yıllar evvel yapılan bir kusuru öne sürerek, “Utanmadan bir de benden oy mu istersin” diyerek terslerken, bir diğeri eğlenircesine, “Arkadaş ben oyumu falana söz verdim kusura bakma” demesine katlanmak sabır ve metanet ister.
Seçmen açık ve net olarak oy kullanacağı kişiye kendisini inandırsa da ne bileceksin ki, onun sana oy verip vermediğini. Oy pusulasında isim yazsa kabul olmaz. Bunun yanında seçimler gizli oy, açık tasnifle yapılmakta olduğundan kimin kime oy verdiği nasıl bilinmez...
Köylerden birinde seçimlerde kapısına oy için gelen bir muhtar adayına, “Oyum senin, azminden dönenin avradını falan falan edeyim” diye söz verdiğinde hanımı bu küfre içerleyince, “Benim azmime senin aklın ermez” ifadesiyle ettiği küfre rağmen oyunun garanti olmadığını belirlemektedir.
Günler günleri kovalarken nihayet seçim günü kapıya geldi. Sabah yeni camide kurulan sandıkta köylü yavaş yavaş oy kullanırken orada bulunanlar, “Aha şunun oyu bizim, aha şunun oyu rakibimizin” diye ellerindeki kağıda oy yazımına başlamışlardı bile.
Hasta olanlar evinden bir bir getirilirken okuması yazması olmayanlara da, “Oy kullanamaz onun yerine ben kullanabilir miyim” diye yakınları sandık başkanına rica minnet yalvarıyorlardı. (Bir oy bir oy...)
Kaaler sülalesi bu seçimde, “Hasan bize aza vermedi” diye kızıp akrabalığı bir yana bırakarak Kara Sali'nin safında yer almışlardı. Fakat Kaalerin Kemal bütün ikazlara ve tehditlere rağmen “Hasan'ın bana iyiliği çok, ben oyumu ona vereceğim” diye onlardan ayrı düşmüştü.
Vakit ikindiye yaklaşırken hararet daha çok artmış, adeta köyde rakipler arasında oy savaşı başlamış bu yüzden ara sıra ufak tefek olaylar olsa da araya girenler tarafından ayırt ediliyordu.
Sığır çobanı Sali'nin hanımı Pakize fakirliği kendine dert etmeyen emmisi Etem gibi şakacı ve nüktedan bir ev kadınıydı. İşlerini bitiren köylü kadınları bir damın gölgesinde oturur onun güldüren hikayeleriyle vaktin nasıl geçtiğini bilmezlerdi.
Pakize kadın köyde bir ölü olursa hemen ölenin evine koşar, orda edilen ağıtları bir teyp gibi beynine nakşeder, işin komik kısımlarını adeta bir artist gibi rol yaparak laf götürüp getirmeyi huy edinmemiş arkadaş çevresine olanları canlandırarak anlatıp ortalığı gülüp geçirirdi. Köyde kel kafalı bir adam ölmüştü. Bacısı onun için, “Sırma saçlı kardeşim” diye ağıt yakıyordu. Pakize durumu hiç kaçırır mı, yanındaki arkadaşının kulağına eğilerek “Zade gurban oluyum sen hiç ölen bu falanın kafasında bir tel saç gördün mü(?)” diye sorarken ikisi de gülmemek için adeta dişlerini kırarcasına sıkıyorlardı.
Güdüğün İreşid’in Hasan seçim stresini atmak için Cinder Ali'nin kahvesinde biraz oturmuş, fakat içindeki “ne olacak” sıkıntısı orada fazla oturmasına müsaade etmemiş kendi evinin arkasındaki yol ile camiye doğru 'oy atımını' izlemek için yürüdüğünde emmi kızı Pakize'yle bir komşusunu oy kullanmış evine dönerken birden karşısında görünüverir.  Pakize'nin yanındaki kadın Kara Sali'nin emmi kızıdır!
Yılların uyanık Hasan'ı birden her şeyi anlar “eyvah ki eyvah” diye iç geçirir fakat bunu karşısındakine belli etmez. Zaten yapı icabı sabırlı bir kişiydi.
O anda Pakize'nin yüzü bembeyaz kesilmiş, adeta ne yaptığını bilmeyen şaşkın bir kadın haline gelmiş, eli ayağı titremeye başlamış, ne ağlayacağını, ne güleceğini bilmeyen bir hal almıştı…
Kendisini biraz toparladıktan sonra rol ustalığından medet umarak suçluluğun utangaçlığını bir yana bırakıp, “Vaa emmioğlu; maşallah herkes seni konuşuyor, bu köye anca sen muhtar olur, sen yönetirsin, vallahi Hasan kazansın diye her gün dualar ediyorum…” dedi.
Hasan ortalık biraz soğusun diye kızgınlığını Pakize'ye belli etmemeye çalışarak karşısındakine “yaptığından utansın” hesabıyla değerinden fazla itibar göstererek kocasının güttüğü ineğe, danaya, çocuklarına kadar tek tek hal ve hatırlarını sorar…
Pakize; Hasan'ın bir şeyi anlamadığına kanaat getirerek bu düşüncesinden aldığı cesaretle kendisini daha da güçlü kılarak, “Allah yardımcın olsun EMMİOĞLU OYUMU SANA ATTIM” der...
Hasan onun pişkinliğini gördükten sonra “bir oy için bir kadını kırmanın ne alemi var” düşüncesiyle, “Belli; emmim kızı belli!” diyerek yoluna devam eder.
Hasan seçimi oylar sayılırken lüküsün bir anlık sönmesiyle  ….. adlı sandıkta görevli bir öğretmenin oylarını çalmasıyla (öyle bilindi) seçimi üç oyla kaybeder.
Aradan bir müddet sonra da köyden şehre göçüp kaybedişi kazanca çevirip hiç olmazsa çocuklarının istikbalini kurtarır.

+++++++++++++++++++++++++++

ALLAH’IN İŞİ BELLİ Mİ OLUR! Fakirin yalanı...

Karacaörenli İpçi Erdoğan ÇALIŞKAN

21/12/2013 - 08:19

 

Zarife'nin İreşit, Kırşehir'in fakir mi fakir, köyünde yaşayan, kimsenin azında-çoğunda olmayan, kendi halinde birisi idi. Yazın amelelik, kerpiç kesme, bağ belleme gibi işlerle uğraşır, bazen de başka köylere ırgat durur veya baba mesleği çobanlıkla geçimini temin ederdi.
Hanımı Zekiye de yerine göre parasıyla köylünün yaşlılarına veya hastalarına bakar, gündeliğe, çamaşıra, 'temek' kesmeye (hayvan pisliğinden yapılan yapma, kerme), yufka ekmek yapmaya giderdi.
İkisi oğlan biri kız çocuklarının bu ve bu gibi işlerle geçimini temin etmekle günleri ardına bakmadan uçup giderdi. Büyük oğulları Ahmet çocuk olmasına rağmen fakir olmalarından dolayı isteklerinin karşılanmamasına çok içerler, bu yüzden dolayı da doyumsuz bir hırsa kapılır, baba ve anası onu ikna etmekte çok zorlanırlardı. Ahmet köy bakkalında satılan naylondan yapılma oyuncakları almaya parası olmadığı için bu ihtiyacını damların üstü kiremit olmayan köy evlerinin yağmur suyunun boşluğa akmasını sağlayan tenekeleri sökerek (çörten) giderirdi. Onlarla oyuncak araba yapar, bu yüzden de köylüler lakabını 'Çörten Ahmet' koymuşlardı.
Çörten Ahmet'in üç kardeşiyle giydiği bir çift soğuk kuyu (cebaliş lastiği) ayakkabıları vardı. Ayak büyük küçük fark etmezdi. Onu kim giyerse diğerleri yaz kış yalın ayak gezer, bundan dolayı da üçünün de ayakları nasır bağlamıştı. Kışın herkesin ayağı soğuktan titrerken Çörten Ahmet yalın ayak buzda kayık kayardı.
Ahmet bu şartlar altında ilkokulu zar zor bitirdikten sonra babası diğer köy çocuklarına özenip “bari ben çektim, o çekmesin, okuyup da adam olsun” diye onu Kale Ortaokulu’na kaydettirdi.
Üç köy çocuğu ile şehirde bir ev tutup lisede okuyan akrabalarından birine de Ahmet’e göz kulak olmasını tembihleyip oğlunun bir ay yetecek ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra köyüne döndü.
Şehir hayatı köy hayatı gibi değildi. Gözü açılan Ahmet sinemanın birinden çıkıp diğerine koşuyor, sahipsizliğin ve içindeki fakirliğin ezilmişliğinden doğan hırsla kendini daha serbest görmek istiyor, haliyle de ulaşamadığı şeylerde edindiği arkadaşlarına ikna için yalana ihtiyaç duyuyor, derslerini de ihmal ediyordu. Ayda bir gelen babası durumdan haberi olmasa da lisede okuyan köylüsünü ziyaretinde meseleyi anlamış anlamasına, ama oğlunun sınıfta kalmasını engelleyememişti.
Zarife'nin İreşit bulup buluşturup ertesi yıl Ahmet’i tekrar okutmaya çalışsa da oğlu o gözeye hiç basmamış nihayetinde okuldan belge (iki yıl üst üste sınıfta kalana verilir) alıp köyüne dönmüştü.
Aradan geçen süre içerisinde Ahmet bazen babasına yardım etmiş, bazen kaytarmış, zamanla bıyıkları terlemiş iri yarı bir delikanlı olmuştu.
Köylerinde bir yakınları Ankara'da radyo, telsiz, televizyon tamir kursuna gidiyordu. İzine geldiğinde Zarife'nin İraşit’le karşılaşır. Hal hatırdan sonra Ahmet'i sorar o da 'Oğlunun bir kazmaya sap olmadığından' bahseder.
Ahmet'in de çocukluk arkadaşı olan Şuayip bu duruma çok içerler, “Eğer İreşit emmi bütçen el verirse Ahmet'i de bir ay sonra açılacak kursa kayıt yaptıralım, hiç olmazsa bir sanat öğrenir açıkta bari kalmaz” deyip oradan müsaade alıp ayrılır.
Bir ay sonra Zarife'nin İreşit oğlu Çörten Ahmet'le Ulus'taki modern çarşıda bulunan kursa köylüsü Şuayip'in de aidatı “Bunlar çok fakir yiyecek ekmeklerinin parasını buraya yatıracaklar” diye müdürü ikna edip düşürmesiyle kaydını yaptırmış olur.
“Yedisinde ne ise yetmişinde de insan aynı olur” diyen atalarımız boş dememişler. Ahmet palavralarına kursta da devam ettiği gibi kursu zamanla ikinci plana itmiş, Şuayip'in ikazlarını da göz ardı etmiş, bir gün de “Sana ne sen işine bak” diyerek onu azarlamış, arkadaşını da kendinden soğutmuştur.
Akşama kadar Ankara'nın altını üstüne getirip gezmekte, üstelik sonradan arkadaş edindiği bir otobüs muaviniyle de bazen ona yardım amacıyla başka şehirlere gidip gelmektedir.
Çörten Ahmet aradan geçen üç dört ay süre zarfında kursu-mursu bir tarafa bırakmış, otobüs muavinliğine başlamış, içinde yıllarca kendisini kemiren hırsının isteklerine yetişemez olduğu gibi ezeceğine ona hep ezilmiştir.
Anası Zekiye kadın her gün “oğlum da oğlum” diye ağıtlar yakmakta, “Dümüksüz herif git de şu oğlanı bul-buşur, ölümü, sağ mı?” demektedir.
Aslında kocası Şuayip'ten aylar sonra gelen mektupla her şeyi öğrenmiş, ama Ankara'ya gidecek parası olmadığından işi oluruna bırakmıştı.
Mahsenli köylüleri terminalde çalıştıklarından hemşehrilerini gözetip kollarlardı. Zamanla onlar Çörten Ahmet'i tanımışlar, hakkında malumat öğrenmişlerdi.
(…) Köyüne Ahmet'in babasına haber ilettikleri sırada Ahmet'in köye askerlik pusulası gelmişti. Zarife'nin İreşit Ankara'ya gelip sorup soruşturduktan sonra oğlunu bulup zar zor ikna ederek köyüne getirir. Bir müddet sonra da Çörten Ahmet Samsun'da Sıhhiye Acemi Er olarak asker olur. Dört ay eğitimden sonra da Konya'nın Höyük ilçesine dağıtımı çıkar.
Höyük ilçesi Konya ile Isparta arasında yüksekçe bir yerde kurulmuş, halkı genelde çiftçilikle geçinen, dinine, vatanına, bayrağına bağlı bir yurt köşesidir. Ahmet, Höyük'te askerliğe başlayalı biraz olgunlaşmış, hayatı daha yakından tanımış, görevine sadık bir asker olmuştur.
Hasta askerlerin listesini çıkartıp revire, daha önemli olanları ilçenin sağlık ocağına götürüp getirmekte, buraların el atamadığı hasta askerleri de Konya'daki asker hastanesine götürmektedir. Bu gidiş gelişlerinin birisinde orada çalışan bir hemşireyle göz göze gelir ki o an ciğerinden sanki bir parça düşmüş, ateşinden sanırsın koca hastane yanmıştır!..
Götürdüğü askerlerden birinin yarası biraz ağırdı. Ahmet durumu bölük komutanına bildirdi. Orada bir hafta refakatçi kalması gerekiyordu. Bir gün yaralı askeri sedyeye hemşireyle beraber bindirip filme götürdüler. Dönüşte de tekrar beraber getirip yaralıyı sedyeden indirip yatağına koyarlarken yanlışlıkla birbirinin bileklerini kavradılar. İşte ne olduysa o anda oldu.
İki çift gözün çakışmasıyla önce eller titredi, sonra kalpler yerinden fırlayacakmışçasına çarptı.
Aşk denilen şey buydu işte.
Bu gidiş gelişlerdeki buluşmalar zamanla büyük bir aşka dönüşmüş. Aysel hemşireyle asker Ahmet birbirine yanık iki sevdalı bülbül olmuş görüşemedikleri her an sanki onlara bir asır gibi geliyordu.
Ahmet köyüne izinli geldiğinde durumu ailesine anlatsa da onu kim dinler! Küçük kardeşi Mesut köyden bir kızı kaçırmış, biraz hapis yatmış, sonra kız tarafı razı gelince evlenmiş, haliyle elde avuçta beş kuruş kalmamıştı ki Ahmet'i nasıl nişanlasınlar?
İzin dönüşü Ahmet'in morali çok bozuk olsa da bunu Aysel'e belli etmez. Yine eskiye dönerek fakirliğin, ezikliğin öfkesini yalanla çıkarma yoluna gitmiş, memlekette şuyumuz var, buyumuz var demeye başlamış, “Babam nişanlanmamıza razı, ama şehre göç ediyorlar. Orda kardeşime iş kuracaklar sonra buraya gelip ailenden seni isteyecekler” derken hırsından kıp kırmızı olduğunun farkında bile değildir.
Ahmet izine gittiğinde Aysel ailesine durumu açmış, ama “Oğlan henüz asker, daha işi gücü bile yok. Hele şimdi bunun sırası değil” diye ters cevap almıştı.
Ahmet'in askerliği bitmeye yüz tutmuştu. Son bir gayretle bölük komutanına durumu anlatıp beraberce Konya'ya nişan takmaya gitseler de, kız babasının “Ben kızımı akrabamdan falanın oğluna ta onlar küçükken 'beşik kertmesi' yaptık, kusura bakmayın komutanım” deyip yol göstermesiyle bütün hayalleri suya düşmüştü.
Bir ay sonra da tezkeresini alan Ahmet vedalaşmak için önce Konya'ya, oradan da hastaneye sevdiğini görmek için uğrar. İki aşık tel tel dökülen gözyaşları arasında vedalaşırken bir yandan da yanlarında bulunan nişan yüzüklerini birbirlerinin parmaklarına takarak nişanlanmış olurlar.
Köy Ahmet'in başına dar gelmekte, akşama kadar ağzında aşk türküleri dağ bayır dolaşmaktadır. Kara sevda herhalde bu olmalı… Ne yaptığını bilmeyen Ahmet kendini Konya'da hastanede nişanlısı Aysel'in kollarında bulur.
Hoş beşten sonra evlenmeye karar verip bindikleri otobüsle Kırşehir'e gelip resmi nikah yaparak köylerine gelirler.
Aysel köye gelince gördükleri gerçekler karşısında şok olsa da aşk galip gelir, Ahmet'in yalanlarını affeder.
Aysel'in anne ve babası sağı solu araştırsa da adres bilmedikleri için kızlarının Ahmet'le kaçtığına kanaat getirip durumu adli mercilere bildirmekten başka ellerinden bir şey gelmez.
Aile araya girenlerin de gayretleriyle gelinle Ahmet'e düğün günü belirleyip hazırlıklara başlarken oğullarına da “Ayıp olur siz telefonla Aysel'in ailesini düğüne davet edin” diye talimat verirken, çağrılan imama da dini nikâhlarını kıydırdılar.
Ahmet komşunun telefonundan Aysel'in anne ve babasını düğüne davet ederken, onların altına serecek yatak ve yorganları olmadığı için “Ben sizi düğüne davet ediyorum ama siz sakın yola çıkmayın Aksaray-Kırşehir arası kar ve tipiden kapalı” yalanına başvurarak gelmelerini engellemeye çalışır.
“Temmuz ayının içinde kar ve tipinin aslı ne! Bu nasıl işmiş?” diye veise kapılan Aysel'in babası o zaman ki .… adlı otobüs firmasını arayarak durumun öyle olmadığını anlayıp ertesi günü köye hanımıyla gelip misafir olur.
Hoş beşten sonra “Sahi Ahmet sen telefonda bana ne diyordun? Ben sıcaktan terliyorum bu nasıl iş?” der.
Şaşkınlığı üzerinden atan hazır cevap Ahmet “Baba ALLAH'IN İŞİ BELLİ Mİ OLUR? O iki gün önceydi, bu gün de böyle” deyiverir.

+++++++++++++++++++++++++++

ŞART OLSUN GÜMÜŞ KÜMBETLİYİM Horla-Karacaören Savaşları!

 

Horla köyü halkı şimdiki yerleşim yerlerinden yıllar önce devlet tarafından Seyfe Gölü kenarındaki 'Obruk Evleri' denen mevkiye yerleştirilmiş, ekip biçmeleri için de kendilerine Hazine’den arazi tahsis edilmiş bir Kürt aşiretiydi. Yerleştikleri yer göle yakın olduğundan etraf sivrisinekten geçilmiyordu.
O yıllarda şimdiki gibi sivrisinekle mücadele olmadığından dolayı köylü bu durumdan rahatsız olmakta, vücutları kaşımaktan yara, bere içinde kalmaktaydı. Gerekli tedavileri yapılamadığından 'sıtma' hastalığına yakalanıp ölüyorlardı. En kısa zamanda buradan başka bir yere taşınmanın hesabı içindeydiler. Ama bu nasıl olacaktı! Köyün ileri gelenleri bir araya gelerek düşünüp taşındılar, aralarından bir sözcü seçerek Karacaören'e gidip orada Kürt’ün Mehmet Çavuş’u ikna edip o köyün arazisinden kendilerine bir kısım yer verilirse bu illetten kurtulacakları kanısına vardılar. Ne de olsa Kürt’ün Mehmet Çavuş çevrede sözü geçen birisi olduğu gibi 'Kürt kökenli' olmasından dolayı onların bu isteklerini yerine getirirdi.
Kurtuluş Savaşı’nın yapıldığı yıllarda Anadolu'da bazı kişiler savaşa katılmamış, Ege Bölgesi'ndeki efeler gibi gruplar oluşturarak kimseye bağlı kalmaksızın kendilerini yurdun iç güvenliğini korumakla görevli addederek bazen iç isyanları bastırmışlar, bazen çoğu askerde olan erkeksiz ailelerin malını, canını, namusunu eşkıyalardan, hainlerden, hırsızlardan korumuşlardır. Savaş bittikten sonra gruplar halinde bir araya gelerek çıkan iç isyanların bastırılmasında Mustafa Kemal'in askerlerine katılmak için kendisine haber salmışlardır.
Haberi alan Mustafa Kemal onların Yerköy'de toplanmalarını, çıkan Yozgat isyanını bastırmak için kendilerine görev vereceğini, yalnız Büyük Millet Meclisi'nin görevlendireceği 5-6 milletvekilinin Yerköy'e gelmelerini beklemelerini gelen elçiye iletir. Çok geçmeden gelen görevliler onları bir ay kadar eğitimden geçirdikten sonra Yozgat isyanını bastırmakla görevli askerlere dahil ettirirler.
Yozgat isyanı ve buna benzer isyanlarda devletin yanında olan bu kişileri Mustafa Kemal gerek parayla, gerekse maaşla ödüllendirmek isterse de bunu onlar kabul etmezler, isyanlar bastırıldıktan sonra da evlerine dönerler.
Bu kişilerden birisi de Kürt'ün Mehmet Çavuş'tur ki namı Ankara, Kırşehir, Kayseri, Nevşehir, Niğde, Yozgat illeri ile kaza ve köylerinde yaptığı iyiliklerinden dolayı duyulur, anılır olmuştur. Halen Hacıbektaş ve çevre köylerinde uyumayan çocukların 'Kürt’ün Mehmet Çavuş gelir ha hemen uyuyun' diye korkutulduğu söylenir.
Horla'dan gelen heyeti ağırlayan Kürt'ün Mehmet Çavuş, onları dinledikten sonra köylülerinin itirazlarına rağmen isteklerini yerine getirir, 'Horla’nın gedik' denen dağın geri arkasındaki Seyfe Gölü tarafındaki araziyi ev yapmaları için verir.
Yine eskisi gibi Karacaörenliler 'Parlak' denen sulak yerde hayvanlarını sulayıp otlatıyor, çamaşırını, yününü, yatağını yıkıyorlardı. Aradan geçen yıllar içerisinde 'ayrık hesabı saçakları yer tutan' Horlalılar yapılan bu işlere itiraz etmeye, çöl denen araziyi ekip dikmeye, işlemeye giden Karacaörenlilere, “Köyün içinden geçmeyin, kendinize başka yol bulun köy toz içinde kalıyor” diye önce itiraz etmeye, sonra da tek düşürdüklerini dövmeye başladılar. Zamanla köylerine daha çok sahiplenip önce Parlak’ta hayvan sulamayı, temizlik yapılmayı, sonra da hayvanların yaylımını Karacaörenlilere güç birliği yaparak yasaklama yollarına gittikleri gibi daha da ileri giderek kendi hayvanlarını Karacaören'in ekilmiş tarlalarında yaymaya başladılar.
Güdük İreşid'in Hasan askerden yeni gelmiş, biraz gezdikten sonra köy kır bekçisi olmuştu. Atıyla araziyi gezerken tarlada yayılan Horla köyüne ait inek sürüsünü yanındaki bekçi arkadaşıyla toplayıp köy korumasına getirmeye çalıştığında yetişen Horlalılardan hem dayak yemişler, hem de ekinlerin yaylımını önleyememişlerdi. Bu ve bunun gibi ufak tefek olaylar olsa da iki köyün ileri gelenleri ortalığı yatıştırırken Karacaörenliler yaptıklarından dolayı Kürt'ün Mehmet Çavuş'a 'intizar' yağdırıyorlardı. Bazen olayların büyüdüğünde Boztepe'den Jandarma gelip dövüşenleri ayırt ediyordu.
Günün birinde Hacı Mustafa'nın Halil, Kürt’ün Mamo, Topal Memed'in Musa ve Maacir Omar iki traktörle Parlak’ın yanındaki tarlalarını herk ediyorlardı. Az sonra oraya toplanan Horlalıların, “Burası bizim arazi ne halt yemeye herk ediyorsunuz” diyerek onları dövmeleri savaşın (!) başlamasının büyük kıvılcımı oldu. O gün köyde Hamitlerin Necip’in düğünü 'gelin getirme' noktasında gelmişti. Evde toplanan kalabalık tören gereği kız evine gidecek oradan davul zurnayla gelin alınacaktı.
Düğün alayı büyük bir neşeyle evden çıkmış kız evinin yolunu yarılamıştı ki savaş (!) çıktı duyumunu alan herkes düğünü, derneği bir tarafa bırakarak olay yerine bulduğu atla, arabayla, yaya olarak ulaşmaya çalışırken gelini ancak 10-15 erkekle kadınlar ve çocuklar, kız evinden teslim almıştı.
O gün Melaan Irza, oğlu Ali'nin doğumundan dolayı savaşa (!) katılmadığı için çok üğündü. Kalabalık nüfusa sahip olan Karacaörenliler, Horlalıları alt ediyorlardı ki Badılı köyünden bazıları vicdanen buna dayanamayıp ellerine aldıkları silahlarla Karacaörenlilere ateş etmeye başlayınca bundan arkalanan Horlalılar karşı saldırıya geçtiler. Olaylara müdahalede yetersiz kalan Boztepe Jandarmasının imdadına Çuğun'dan gelen askerler katılsa da olayları durduramıyorlardı. Nasıl haber edildi bilinmez Nevşehir'den gelen bir müfreze asker olaya dahil olup az nüfuslu Horlalıları korumaya alınca naçar kalan Karacaörenlileri püskürttüler. Sıkışan Karacaörenliler Jandarmaya yakalanmamak için Seyfe, Dalakçı, Boztepe köylerine kaçışırken yakalananlar da Karacaörenli olmadıklarına vallah billah yemin ediyorlardı.
Karacaörenli Sağır Irza’nın Mamo şehirde bir marangozun yanında çalışan 17 yaşlarında bir gençti. O gün köyde izindeydi. Eline geçirdiği bir sopayla dövüşe katılmıştı ki yakalayan Jandarma elindeki köteği alıp birkaç darbe vurduktan sonra elini bağlayıp cipe attığında arabada kendisinden önce yakalanan yediği sopadan yüzü morarmış Mulla Memed'in Hidayet’i yüzükoyun yatarken gördü.
Atılan kurşunlardan birisi Karacaörenli Şemsi’nin Maamıdın Sali'ye isabet etmiş, adam yerde kanlar içinde feryadı figan ederken olaya şahit olan Çolağın Şık Hasan bilincini kaybetmiş, ceketinin ucunu kafasına siper edip kaçarken “Şeyini şey ettiğimin şeyleri erkekseniz atında beni de vurun” diye bağırıp kaçarken ceketinden kurşun geçemez sanıyordu. Neyse ki yanından geçen birkaç kurşun vınıltısının sesini duysa da yara almamıştı.
Horla savaşına (!) katılan bir yaşlı adam eşeğini tarla anına yanaştırıp kendisini onun altına sakladığında eşeğin karnından gelen karın gurultularını mermi sesleri sandığından dolayı 'kelimeyi şahadet' getiriyordu.
Halise'nin Ahmet savaşa (!) bindiği at arabasıyla katılmıştı. Karacaörenlilerin geriye çekilmesiyle köylü tarafını jandarma tuttuğundan aklına ilk gelen Kümbet’teki kızının evine ulaşmayı denedi.
Atlara kamçıyı öyle sallıyordu ki arkasından gelen çelikçilere ait kamyonu jandarmanın jipi sanıyor bir an evvel kızının evine yetişmenin heyecanı içindeyken baygınlık geçiriyordu.
Güdük İreşid'in Hasan askerde hatırı sayılır bir çavuş idi. Kendisini yakalamaya çalışan başçavuşa, kır bekçisi olduğunu, bu vesileyle devlet görevlisi sayıldığını bin bir cinlikle anlatmaya çalışsa da o da yakalanan 20 kadar köylüsüyle kelepçeyi takınıp Kırşehir Jandarma Karakolu'nun nezarethanesine atılmaktan kurtulamıyordu.
Nezarethane göz hapsinde tutulanlara tahsis edilmiş olup aynı zamanda karakolun odun, kömür ve erzak deposu görevini görüyordu.
Gözaltında tutulanlar penceresi olmayan bu karanlık odada birbirlerini göremedikleri için seslerinden tanıyorlardı. Aradan geçen zaman içerisinde karanlığa alıştıklarında birbirlerini görmeye başlasalar da içerdeki havasız ve nahoş koku onları çok rahatsız ediyordu.
Dışarıdan içeriye sesler gelse de içerdeki konuşmalardan dolayı ne denildiği pek anlaşılmıyordu.
“Ne demek bana kır bekçisi karşı geldi, onu zor zapt edip teslim aldım, o kimmiş de sana kafa tutar” diye başçavuşa kızan karakol komutanının bağırtısını duyunca gözaltında tutulanlar hemen konuşmalara kulak kesildiler.
Yediği fırçalardan dolayı kendisini zor toparlayan başçavuş “komutanım altın dişli biriydi” diyebildi.
Konuşmalara kulak kesen Hasan, uyanıklık yapıp dişlerine yerden aldığı kömürü sürse de ağzındaki yaşlardan dolayı altın dişi açığa çıkmış, yediği sopaları köyde kimseye dememeleri için içerdekilere yalvarıyordu. Serbest kaldıklarında Kürt'ün Mamo arkadaş olduklarından dolayı olayı köyde yaymış herkes Hasan'la dalga geçmişti. Hasan da altta kalır mı o da doğruca Mamo'nun anasına koşar, “Aman Meryem bacı karakolda Mamo'yu çok dövdüler, doktorun bana tembihi var, aman oğlun hanımıyla en az bir ay ayrı yataklarda yatacak” der.
Hacı İrbam'ın Hacı Karacaören'de muhtar azası olduğundan dolayı bundan faydalanıp köylülerini kurtarmak için şehirde çalmadık kapı bırakmasa da köy azasını kim tanır ki...
Şaşkın ve biçare çarşıda dolaşıyordu ki karşıdan gelen köylüsü o günlerde şehirde amelelik yapan Tatoğlan Memet Ali'yle karşılaşır.
Hal hatırdan sonra Memet Ali köylüsünün tavırlarından bir şeyler olduğunu sezinler, sebebini sorduğunda da olayları öğrenmiş olur.
Yakalananların içinde ikisinin de kardeşleri vardır. Onları nasıl kurtaracaklarını birbirlerine fikir alışverişlerinde bulunsalar da ellerinden bir şeyin gelmeyeceğini anladıkları için, “Açtırlar; hiç olmazsa şuradan biraz yiyecek bir şeyler alalım da kumandandan izin alıp karınlarını bari doyuralım” derler.
İki arkadaş nöbetçi komutanın odasında soluğu alırlar. Kem kümden sonra köy azası olduğu için söze titrek ve ürkek sesiyle kendisini tanıtan Hacı başlar. Dışarı akşam olmaktadır. Günün yoğunluğu ve yorgunluğunun verdiği stresle komutanın yüzünden düşen bin parçadır. Sabırla da olsa yinede Hacı'yı bir müddet dinler, ama arkasını getirmesini beklemeden, “Defol şuradan şimdi seni de onların yanına atarım ha” derken bu kez kızgın gözlerini Memet Ali’ye dikerek, “Senin derdin ne be adam yoksa sende mi Karacaörenlisin?” der.
O an Memet Ali üstünden kamyon geçmişe dönmüş, korkudan eli yüzü bembeyaz kesilmiş, dokunsan yere düşecek vaziyete geldiğinde Karacaörenli olmadığına yeminler ediyor, fakat bir türlü komutanı ikna edemiyordu.
Komutan yerinden kalkıp tam ona vuracakmış gibi yaptığında, “Komutanım şa şa şart olsun ki gü gü Gümüş Kümbetliyim. Anamın adı şu, babamın adı şu” diyerek Kümbetli olan ebe ve dedesinin adını kendi ana babasının adıymış gibi sıralarken kekemeliği ve onun getirdiği komiklik, sinirden yüzü mosmor olan, elleri titreyen komutanı gevşetmiş, güldüğünü onlara belli etmemek için öte dönüyordu.

++++++++++++++++++++++++++
KÖR MÜ TARLANI BEKLE!

 

Çıtak Ali, Bahtışen Ali'nin en büyük oğluydu. Bahtışen Ali hanımına, “Belki ben erken ölürsem evde Ali eksik olmasın, ilk çocuğumuz oğlan olursa ona kendi adımı vereceğim” demişti.
Çıtak Ali fakir bir ailenin ilk oğluydu ama arkasından doğan kardeşleri de erkek olunca anasının bir yerde yardımcısı rolünü üstlenmişti. Sabah erkenden anası onu yataktan kaldırır, gözleri uyku mahmurluğundan açılmayan Ali'nin eline iki testiyi verip suya gönderir, sudan gelince de “kardeşlerine iyi saap ol” der kendisi de ahıra, samanlığa koşuştururdu.
Yılları böylece geçtiğinde zamanla Ali'de akranları gibi palazlanmış, okuldan kalan boş zamanlarında da babasına çiftte, çubukta yardım eder olmuştu.
Fakirlikleri bütün komşularında ve köylülerinde aynı olmasından dolayı Ali'ye bir eziklik ve aşağılık duygusu vermiyordu. Herkes gibi onlarda ailecek bulurlarsa tarhana çorbasına, bulgur pilavına talim ediyorlardı.  Kimsenin kimseden üstün bir yanı yoktu, herkes yoksul perişandı ama bu onlara dert değildi.
Çıtak Ali ergenleşmiş, aşşık oynama, düğünlerde turaya çıkma, kelle atma, kızlara ayna tutma yaşında  günlerini gün ederken her genç gibi onu da Dutlu Çeşmenin tepeden askere tertipleriyle uğurladılar.
Askerden döndüğü yıllarda Almanya'ya işçi akımı başlamış, elinde avucunda neyi var neyi yok herkes bu uğurda yollara dökülmüştü. Ali'yi babası askerden geldikten birkaç ay sonra nişanlamış arayı fazla uzatmadan da düğünü yapmıştı. Bu sebeple de artık yaşlanan ve işlere yetişemeyen hanımını bir nebze olsun rahatlatmıştı.
Ana, baba, kardeşleri derken iki de çocuğu olunca Çıtak Ali'nin dar gelen baba evine başı sığmaz olmuş sabahlara kadar hanımıyla başlarını sağa sola çevirmekten saçları dökülmüştü. Bu böyle olmayacaktı. Babasıyla uzun uzun konuştuktan sonra o da herkes gibi Almanya'ya gitmeye karar verdi. Eldekiydi, ödüncüydü derken üç-beş lira tedarikleyip iki çocuğu ve gözü yaşlı hanımını baba evine koyup Almanya'ya turist olarak gitti.
Tutumlu bir yapıya sahip olan Çıtak Ali yıllarca çoluk çocuk hasretiyle yanıp tutuşarak çalıştı, çabaladı onların istikbalini temin ettiği kanısına varınca da kesin dönüş yapıp köyüne yerleşti.
Daha o Almanya'da iken baba ve anası ölmüş kardeşleri de okuyup devletin işine girmişler, “Kendimize ev alacağız tarlamızı da sen al” diye ağabeylerine elden beş aşağı satıp köyden alakayı kesmişlerdi.
Çıtak Ali, Almanya'dan geldikten sonra köyüne güzel mi güzel bir ev kondurdu. Herkes şehre göçerken o yıllarca, “Köyüme hasret kaldım, yetti gayri, ölürsem de, kalırsam da köyüm” diyerek gücünün yettiği kadar tarla satın alıp büyük çiftçi olmaya karar verdi.
Aradan zaman geçtikçe traktörü ve gerekli bütün zirai aletleri kendisini sıkıntıya sokmadan gücünün yettiğince tek tek kapıya çekerek yıllarca hayalini kurduğu çiftçiliği gerçekleştirirken bir yandan da fakirlikten çektiği sıkıntıların öfkesini ve intikamını alır gibiydi.
O gün sabahtan öğleye kadar oğlu ve çiftçisinin yardımıyla bir yandan biçerdövere ekin biçtirirken, bir yandan da traktörünün arkasına taktığı çifte römorkla evindeki ambara buğday taşımıştı.
İşine dört elle sarılmış çok da yorulmuştu. Öğle vakti oğlu ve yardımcısını biçerdöver sırası beklemeleri için tarlada bırakıp kendisi  traktörün römorklarına yüklediği buğdayla köye döndü. Hanımı onun geleceğini bildiği için öğle yemeğini hazırlamıştı bile. Buğdayı ambara döktükten sonra kızının getirdiği bir dolu testi suyla kafasını, elini, yüzünü iyice bir yıkayıp sofraya oturduğunda kendince dünyanın en mutlu çiftçisiydi. Lokmaları ard arda atıştırıp bir yandan da hanımıyla dertleşirken, “Kızım çayın suyunu ocağa koyda hararetimizi alalım” tembihinde bulunuyordu.  Hanımına da, “Bu yıl Allah'a şükür mahsul iyi çıktı, hayırlısıynan şu kara gözlü Muradımı da bir everirsem deyme keyfimize, onların göçünü de şehirdeki eve atarsak gerisi Allah kerim” dedi.
Evleri köyün yüksekçe bir yerindeydi. Köy ve tarlalar ayaklarının altında adeta serili bir halı gibi duruyordu. Arada hanımına, “Tarlalara bak da benim gözüm iyi seçmiyor, biçerdöver bizim tarlaya yaklaşmış mı” diye sormayı ihmal etmiyordu.
Çayı bardağa doldurmakla meşgul olan hanımı işi bittikten sonra o keskin gözleriyle etrafa dikkatlice bakıp, “Aman Ali senin az önce işlediğin tarlada bir traktör durup durup yürüyor mu nedir, bir de sen bak hele…” dedi.
Çıtak Ali'nin gözleri artık eskisi gibi iyi görmüyordu. “Aman Minire benim Almanya'dan getirdiğim şu dürbünü sandıktan bir getiriver hele…” dedi. Dürbün her şeyi ayan beyan gösterdiği için Çıtak Ali'nin çayı, bardağı bir tarafa attığı gibi koşup traktöre binmesiyle marşa basması bir oldu.
Köylük yerde tarlalar iki kısma ayrılır, o yıl için bir tarafa ekin ekilirken diğer taraf dinlenmeye (nadasa) bırakılırdı. Düşes Ahmet fakir mi fakir bir ailenin tek oğluydu. O da herkes gibi Almanya'ya işçi olarak yazılmış, gözleri bozuk, kulakları da az duyduğu için muayenelerde çürük çıkmıştı. Kaç sefer turist olarak kaçak yollardan teşebbüs ettiyse de şans buya hep yakalanmış, çoğunda hapis yatmış, “bu kadar da olmaz yeter artık” deyip kaderine razı olmuş zamanla bu sevdasından vazgeçmişti.
Kapısında bir iki inek, iki üç gürrük keçi, bolca da eşek bulunur, onları sabah köyün çeşmesine sulamaya götürürken köylüler, “Ula Düşes zengin bir eşeği barındıramaz maşallah sende sürüynen” diye alay ederlerdi.
Ahmet’in babadan kalma biraz tarlası var olmasına vardı ama bu yıl onların çoğu nadasa bırakılan yerdeydi. Az tarladan az sap çıkacağından haliyle ondan çıkacak samanda kışın hayvanları aç koyacaktı. Çıkacak buğdayı seneye tarlaya tohum atmaya, belki un, bulgur yapmaya yetmeyecekti. Ama ona hiç sorun değildi. Köylüden veya akrabalarından buğdayı temin edebilirdi, fakat hayvancılıkla geçinen köylü sapı, samanı kendisine yetmiyor ki ona ödünç versin…
Düşes Ahmet bunları düşünmekten sabahlaraca uykusuz kalıyor, “nasıl bir 'düşese' düşerim” diye hayaller kuruyordu.
Yine uykusuz geçen bir gecenin sabahında kapısına bir traktör ve onun römorkunda onca insanın sesleri, tavuk, horoz seslerine karışan bir gürültüyle yatağından doğruldu. Gelenler yakın köyden akrabalarıydı. Hoş beş, hal hatır, çay kahve derken laf lafı açıyor, kulağına gelen konuşmalara he, hü dese de hiç birisi Ahmet'in kafasına girmiyordu.
Dışarı öğleye yaklaşıyordu, gelen akrabalardan erkek olan iki-üç misafirine, “Hadi traktörü çalıştır da köyün şöyle bir altını üstüne getirip gezelim” derken aniden beyninde bir şimşek çaktı. Hemen koşarak ahırdan bulduğu bir iki dirgen ve anadutu getirip, “Yahu hısımlar; şimdi aklıma geldi, bizim tarlayı dün işlettim, gidelim de hazır şu traktör buradayken benim sapı tarladan toplayıp getirelim, sonra çalarlar da hayvanlar aç kalır” dedi.
Onlar tarlaya giderken Çıtak Ali'de ekini biçtirmiş köye dönüyordu. Karşıdan gelen traktörün yanına yaklaştığında dikkatlice bakınca onun römorkunda oturan Düşes Ahmet’i seçebildi. Bir birlerine elleriyle selam verip herkes kendi yoluna devam ederken Düşes Ahmet kendi kendine, “Ula Düşes, yine dört ayağının üstüne düştün hadi hayırlısı” diye iç geçiriyordu.
Biraz yolculuktan sonra, “Hısım traktörü durdur, aha şu tarla benim, hadi size zahmet acele edip sapı yükleyelim de öğle yemeğine yetişelim” derken etrafı da kolaçan etmeyi ihmal etmiyordu.
İşe öyle dalmışlardı ki, top atılsa duyacak halleri yoktu. Acele çalıştıkları için terden adeta giyeceklerinin suyu çıkmış, acışan gözleri göremediği için bazen dirgen ve anadutları boşa sallıyorlardı. Yanlarında su testisi getirmediklerinden dolayı susuzluktan ağızları, dilleri kurumuş, bedenleri adeta domuzlar gibi kokuyordu…
- “Selamünaleyküm, kolay gelsin ağalar, bende yardım edeyim mi?
Düşes Ahmet işine öylesine dalmıştı ki, gelen traktörün sesini dahi duymamıştı. Selam veren sesi tanıdığında adeta nutku durdu, eli ayağı bir birine dolaştı, dili lal olup gözleri pel pel bakmaya başladı. Başı dönüyor, kafası zonkluyor, geriye dönüp verilen selamı almaya cesaret edemiyordu. Ne halt edecek, bu işin içinden nasıl sıyrılacaktı? Uyduracağı yalanlar acaba karşısındakini ikna edebilecek miydi? Şaşkınlığı diz boyu idi, hayatta hiç böylesi başına gelmemişti.
- “Sana diyorum Ahmet Çavuş, sağır mısın? Niye bu yana dönmüyorsun? Utandın mı yoksa…”
Aradan geçen bir iki dakikada Düşes Ahmet kendini toparlamış, hiçbir şey olmamış gibi, “Ooo Ali Çavuş sen misin? Hoş geldin, iş telaşesinden sesini duyamadım. Hayırdır? Niye öyle kızgın gibisin?” dedi.

Çıtak Ali delirmiş, deli danalar gibi kükrüyor, ağzından gelenleri bir bir sayarken karşısındakine vurmamak için kendisini zor tutuyordu. Olanları uzaktan gören oğlu Murat da birkaç köylüyle yanlarına gelmiş olanları anlamaya çalışıyordu.
Düşes Ahmet baltayı taşa vurmuş, akrabalarının yanında on paralık olmuş, dönüşü olmayan bir hata yapmıştı. İşi pişkinliğe vurup suçluluğun verdiği cesaretle, “KÖR MÜ TARLANI BEKLE HEMŞERİM” diye çıkışırken utancından yere bakıyordu.

+++++++++++++++++++++++++++++++++++

AT, AYRAN, KONYAK, TATLI...

 

Çevre köylerin çoğunda okul ve okuma nedir bilinmezken Karacaören köyünde Habip Arıöz bin bir zorluklara göğüs gererek bir ilkokul yapmayı becermiştir.
“Çocuklarım okur da köyden dışarı gider çiftin çubuğun ucundan kimse tutmaz” diye korkan birkaç gerici okulu yıkıp yıksalar da, Habip Hoca bunlardan yılmaz, yıkılanı yakılanı tekrar tamir ederek köyün çocuklarının tahsilini yapmasını sağlar.Kapı kapı dolaşarak mezun olan çocukların Ankara'da ve Kayseri'de açılan Ziraat Mekteplerine kaydını yaptırmak için mücadele verirken, “Ula dürzüler çiftten, çubuktan fayda yok, o kimi kurtarmış da çocuklarınızı kurtaracak” diye yal yal yalvarır.Kimi ailelerde “çocuk hasretine dayanamamanın” korkusuyla, kimi aileler de “çifttin ucundan kim tutacak” diye karşı koysalar da Habip Hoca bu uğraşında başarılı olmuş okuyup başarılı olan gençlerin ekmek sahibi olmalarında önderlik yapmıştır.Okula kaydını yaptıran öğrencilerden bazıları okulu terk ederek, bazıları da babalarının geri getirmeleriyle bu olanaklardan yararlanamamıştır.
Okula gitmeyenler eğer babalarının imkanı varsa çiftin ucundan tutup ona yardım etmişler, imkanı olmayanlar da el kapısında çiftçi durmakla, amelelik yapmakla karınlarını doyurmuşlardır.Yağcı Hacı’nın Omar askerden geldikten sonra Güdük İreşid’in Hasan'la ortaklaşa bir müddet kahve çalıştırmış, sonradan da köy köy gezerek çerçilik yaparak, üç beş lira para biriktirmişti.O yıllarda Karacaören'de elinde parası olanlar canlı hayvan alıp satıyorlar (çelikçilik) iyi de para kazanıyorlardı.
Omar'ın aklı fikri bu işteydi, ama anlamadığı bir meslekti. Onun için bu işi anlayan biriyle yapmak istiyordu istemesine de herkes kendine geçinebileceği ortakçı bulduğundan dolayı aradığı arkadaşı bir türlü bulamıyordu. Birkaç sefer işin erbabı Sarının Mustafa'ya teklif ettiyse de “Ben Apo ve oğlu Nahat'le ortağım, onlardan ayrılıp seninle çalışmam ayıp olur” diye teklifini geri çeviriyordu.
Ömer hem çerçiliğe devam ediyor, hem de kendisine bir ortakçı arıyordu ki köyün birinde Mustafa'nın küçük kardeşi Sarının Eset'le karşılaştı. Eset de o gün için o köye hayvan almaya geldiğini, pazarlık yaptığı birkaç hayvanı da almaya parası yetmeyince caydığı durumu ayaküstü karşılaştığı Omar'a anlatmıştı. Omar hiç düşünmeden gidip hayvanları geri almasını, ortakçı olmalarını Eset'e teklif etti. Eset de kabul edip ortakçılığa başladılar.
Birkaç ay ortaklığa devam etseler de bu işten pek para kazanamıyorlardı. Çünkü Eset ağabeyi gibi ticaret ehli olmadığı için hayvanların kaç kilo süt vereceğini, kaç kilo et taşıdığını pek kestiremiyor bu da Omar'ın canını sıkıyordu.
Sarının Mustafa basit bir nedenden dolayı Apo ile ortaklığa son verince Omar'a el altından haber salıp işi beraber yapmayı teklif etmesiyle tetikte bekleyen Omar da ortağından sudan bir sebeple ayrılıp ortaklığa başladılar.
Sabah erkenden eşeklerine binen iki ortak hevesle yola döküldüler. Köyün birinden üç beş inek, dana, öküz, tosun alıp diğer köye ulaştılar.
Kimini fark alıp değişmekle, kimini satmakla köy köy dolaşarak bir hafta sonra Yerköy'e ulaştılar. Vakit akşama yakındı eşeklerini bir hana teslim edip hemen yanındaki otelden de kendilerine iki yataklı bir oda ayarladılar.
Yerköy küçük bir kaza (ilçe) idi. Biraz gezseler de oteldeki oda da yataklarına uzandıklarında yorgunluktan hemen uyumuşlar, horultuları gökten geliyordu.
Sabah ne de çabuk olmuştu, giyinip alt sokaktaki bir lokantada çorbalarını içtiklerinde güneş bir adam boyu yükselmişti. Hemen hayvan pazarının yolunu tuttular.
Pazaryeri o gün için çok kalabalıktı. Sabah gün doğmadan hayvanını satmaya, değişmeye gelenler pür dikkat müşteri kesiyorlardı.
Sarının Mustafa para kazandıracak hayvanları uzun süren pazarlıklar sonucu alırken satıcının gözünün yaşına bakmıyor, hayvanları beş metre ileride Omar'ın şaşkın bakışları arasında kârıyla hemen bir başkasına satıyor, tekrar alıyor, tekrar satıyor, paraya para demiyorlardı.
Alışveriş öğleye kadar devam ederken pazaryeri de yavaş yavaş tenhalaşıyordu. Oradan ayrılıp bir güzel karınlarını doyurduktan sonra Yozgat hayvan pazarına gitmek için tren garından biletlerini alıp kalkış saatine kadar garın çevresinde yarenlik ettiler.
Akşama doğru tren onları Yozgat'a getirdi. Trenden iner inmez otelden yerlerini ayırıp yorgun olan bedenlerini ötelin bitli yatağına teslim ettiler.
Ertesi günü Yozgat mal pazarına vardıklarında yer yerinden oynuyor, bağıranların, çağıranların pazarlık sesleri birbirine karışıyordu. Öğleye kadar beş on hayvan alıp sattılar iyi de para kazandılar.
Öğleyin pazar tenhalaşırken cins bir atı ucuz paraya satın aldılar almasına da atı bir türlü satamıyorlardı. Çünkü at delinin, huysuzun tekiydi. Arada şaha kalkıyor, çifteleri ardı ardına sallarken zapt etmede güçlük çekiyorlardı.
Biraz sonra yanlarına yaklaşan bir adam, “Hemşerim bu namlı atı siz niye satın aldınız, delinin, huysuzun biri” dedi.
Adam daha lafını bitirmeden Sarının Mustafa yediği çifteyle aniden yere kapandı. Atı Yerköy'e giden bir pazarcının kamyonuna güç bela bindirdiler. Kamyonun kalkmasını bekliyorlar, atın yüzünden tren yerine kamyonla yolculuk yapmak mecburiyetinde kalıyorlardı.
Onlar kamyon sahibini beklerken “Ayraan bardağı on kuruuş… Ayrancııı… Ayran” diye cam damacanayla ayran satan bir adamın sesiyle irkildiler.
- Ayranım soğuk var mıııı içeen.
Sıcak yüzlerinden okunuyordu. Omar mahsustan geri dururken Sarının Mustafa karın doyurmaya ve içerken de üç sefer dinlenmeye ayrancıyla iki liraya anlaştı.
Sarının oğlu bardakları diktikçe ada-mın gözleri fal taşı gibi açılıyor, “O koca karın nasıl dolar” diye pişman pişman seyrediyor, pazarlıktan dolayı kendisine kızıyordu.
Mustafa'nın karnı öyle büyüktü ki köyde dilden dile dolaşır, oğlu küçük Mustafa'ya “Babayın karnında ne var” diye sorduklarında “üç yılan, beş çıyan, on kurbağa var” diye sayar, milleti güldürürdü.
On beşinci bardağı içen Sarının Mustafa para vermemek için 'aniden çatlayıp ölmüş' numarası yaparak olduğu yere nefessiz yığılırken o anda olayı dışarıdan biri imiş gibi seyreden Omar hemen atılıp “Hemşehrim senin ayran zehirli mi nedir? Bak adam herhalde öldü, polis çağırayım bari” derken ayrancı topukları yağlayıp korkudan kaçarken ayranı, parayı unutmuştu. Tökezlediği gibi yere serilmiş sırtındaki damacana parça parça olurken yerler beyaza boyanmıştı.
Bindikleri kamyon üzeri hayvan yüklü olduğundan Yerköy'e ancak gecenin ilerleyen saatinde gelebildiler. Atı handa eşeklerin yanına yerleştirip karınlarını bir güzel doyurup otele yerleştiler. Sabaha kadar Sarının Mustafa gök gürültüsünü (!) andıran karın gurultularıyla taş gibi uyurken Omar havle çekiyordu.
Sabah handan at ve eşeklerini alıp yola düştüler. Şu köy senin, bu köy benim, ala vere yaparak, atın bin bir eziyetine katlanarak günler süren yolculuktan sonra Karacaören'e ulaştılar.
Omar'ın beyni zapt olunmayan, başlarına belanın belası olan bu atı 'nasıl elden çıkarırız' vesvesesiyle yorulmuş, çare üstüne çare düşünmekten günlerce gözüne uyku girmez olmuştu.
Birden gözleri fal taşı gibi açılmış, 'neden olmasın' diye yerinden fırladığı gibi soluğu doğru ortağının evinde alması bir olmuştu.
Cumartesi günü sabaha karşı köyden aldıkları birkaç hayvanla atı da yanlarına alarak satmak için Kervansaray Dağı’ndan aşıp Pazar sabahı şehre ulaştılar.
Omar; hayvanları Mustafa'ya teslim edip onu şimdiki stadyumun olduğu hayvan pazarına gönderirken kendisi de içki satılan bir dükkandan bir şişe kanyak alıp koşar adım hayvan pazarının yolunu tuttu. Daha pazara varmadan ortağına yetişip atın ağzını güç bela bir eliyle açıp diğer elindeki konyağı azar azar ata içirdi. At önceleri beri öte kafayı sallayıp itiraz etse de tadından mıdır nedir o da işi oluruna bırakıp kanyağın tamamını içti.
Yarım saat sonra deli dolu at gitmiş yerine bam başka bir at gelmiş etrafı alıcıyla dolup taşmıştı. Fazla pazarlık yapmadan sakinleşen atı anında bir doru atla değişip üste üç beş lira da fark alıp beş dakika sonra da bir Çingene’ye bol kârla satarak pazaryerini anında terk ettiler.
Öyle acıkmışlardı ki, zaten çarşıda pek uzakta değildi. Uzun Çarşı’da uğradıkları bir lokantada güzel ala karınlarını doyururlarken gözleri ışıl ışıldı.
Dışarı çıktıklarında karşıda bir adam 'tatlıcı tatlıcıııı yemez misiniz, halkalı tatlılarım vaaar' diye bas bas bağırıyordu.
Sarının Mustafa o koca karnından düşen pantolonunu göbeğine çeke çeke adamın yanına yaklaşıp “Doyması kaç para hemşehrim” diye sordu.Satıcı ilk defa böyle bir soruyla karşılaşıyordu. “Hemşehrim ben taneyle satarım, senin dediğine aklım ermez” derken bu karnı büyük adam çok yer düşüncesiyle bu pazarlığa pek yanaşamıyordu. Uzun pazarlıklar sonucu doyumuna iki buçuk liraya araya girenlerin sayesinde anlaştılar. Sarının Mustafa tatlıları lüp lüp atarken tatlıcı da bir yandan şerbetinden veriyor ki 'tatlı adamı belki keserse, az yer bende para kazanırım' düşüncesindeydi. Ama ne mümkün! Mustafa doymuyor ha bire atıştırıyordu. Omar “Bu adam çatlar ölür de tatlıcıya bela olur” düşüncesiyle o anda oradan geçmekte olan bir polis memurunu durdurdu.
- Şu karnı büyük adam tatlıcıyla doyumuna anlaştı, bir türlü doymak bilmiyor, eğer ölürse tatlıcının başı belaya girer, aman memur efendi sana yalvarıyorum olaya müdahale et.
Polis başını bir o yana bir bu yana çevirip Omar'ın yalvarmalarına dayanamadı.
Polis zar zor Mustafa'yı tatlılardan ayırırken tatlıcı parayı, pulu unutmuş artan tatlıları kurtarma telaşında iken yanından hışımla kaçan bir atın tekmelerine maruz kalmıştı. Meğer atı Dalakçılı biri pazardan satın almış ayılan at da pazarın kalabalığından ürküp kaçmış sahipleri arkada at önde çarşıda cirit atıyorlardı!..
++++++++++++++++++++++++++++