Kısa olan yaşamımızda başımızdan acı, tatlı ve mizahi yönde çok olaylar geçmiş, bu da zamanla suya yazılan yazılar gibi unutulup gitmiştir. Genelde mizahi olan olaylar çoğu utanılma ya da küçük düşürülürüm düşüncesiyle ya bir başkasının üzerine mal edilmiş ya da bilinen nüktedanlardan Nasrettin Hoca gibilerinin üstüne yıkılmaya çalışılmıştır.

Kısa olan yaşamımızda başımızdan acı, tatlı ve mizahi yönde çok olaylar geçmiş, bu da zamanla suya yazılan yazılar gibi unutulup gitmiştir. Genelde mizahi olan olaylar çoğu utanılma ya da küçük düşürülürüm düşüncesiyle ya bir başkasının üzerine mal edilmiş ya da bilinen nüktedanlardan Nasrettin Hoca gibilerinin üstüne yıkılmaya çalışılmıştır.
Ben Kırşehirli, bir Karacaören sevdalısı olarak, köyümde ve çevremde herkesçe bilinen, kahramanları köylüm ve yakınım olan, yaşamlarının çoğuna şahit olduğum kişilerin başlarından geçen olayların mizahi yönünü ele aldım. İlerde bunlara başkalarının sahip çıkmalarını önlemek için kağıda dökme gayretine girdim. Köyümde benim bildiğim İbişoğullarından Etem amca (Etem Fal), yine aynı sülaleden İbili amca, Balağın Hacı Hasan, Çolağın İbili, Tomür Abdullah gibi nüktedanlar, kimse alınmasın Nasrettin Hoca'ya taş çıkarır cinstendiler. Bu ve bu gibi şakacı Karacaörenlilerin başlarından geçen olaylar yerel olarak sadece köyde biliniyor, orada kalıyordu. Olayların köy dışına duyulup yayılmasında da, sınıfta öğretmenin en önde oturan öğrenciye söylediği sözün en son öğrenciye kadar değişmesi gibi değişime uğruyordu.
Bu değişimin burada noktalanması için ilerde bunların kâr kazanç düşünmeksizin, olayları öyküleştirip baki kalmasından yanayım. Öyküdeki olaylar 1900 yılından bu yana olan olaylar olup, devamını da benden sonra yaşayanlar yazmaya gayret etsin. Öykülerdeki ana tema her Karacaörenlinin bildiği veya yaşadığı olaylardır. Bilindiği gibi öyküler tarihi bir belgesel, aynı zamanda bir tarih değildir. Mekan ve kahramanlar pek önem taşımaz, olaylar öyle değil de böyledir, kişiler Ahamad ağa değil de Mehmed ağa olur. Ben öyküleri yaşamış, duymuş kişilerden kulaktan dolma bilgilerle, duyumlarla, çoğu kahramanları kendim yaratmakla, yeteneğimde var olan olayları süsleme sanatıyla yazdım. Öykülerde geçen kahramanlara akraba ve yakınlık hissine kapılıp koruma ve kollama yanlışlığına düşmeyip yaklaşımlarımı aynı ölçüde tutma gayretinde oldum. Öykü kahramanlarını küçük düşürmemeye, rencide etmemeye, onurlarını kırmamaya, mahkeme edip yargılamamaya, nesillerini ve mirasçılarını utandırmamaya dikkatim çok olmuştur. Öykülerimin başlığı ana temadır, olaylarda “Vaaa kül çıktı” da olduğu gibi kül bazen bir sigara paketinde, bazen de bardaktaki ayranda da çıkabilir.
Olaylara geniş açıdan girmedeki amacım o zamanlardaki köylülerin yaşamları, hayat tarzları hakkında okuyucularımı bilgilendirmek, konuları açıklığa kavuşturmaktır. Bu KAMYON KARACAÖREN'E giderde şoförün trafik kurallarına olan riayetini, VEBALİ BİZDE de canlı hayvan alım satımcılarının (çelikçi) yaşamlarını, BANA GADAK DADANDI da Karacaören'in misafirperverliğini, BU ARABA CAHANDEME giderde çevreyle olan yol ulaşımını, BİR KARACAÖRENLİNİN TARİFİNDE Karacaörenlinin eğitime verdiği önemi dile getirdim.
Öyküdeki kahramanlara, mekan ve tarihlerde yanılgılarım olabilir. Benim hiçbir Karacaörenli ile şahsi husumetim olmamıştır, esnaf olduğum için belki bazen benden alışveriş yapmamış olanlara kırgınlığım olmuş olabilir. Onu da yapım icabı zaman içerisinde unutmu-şumdur. Ben her köylüme alışverişlerinde başkalarına kefil olmuş, onların güvenilir kişiler olduğunu övmüş, acılarına ortak olup acım bilmişim, düğünlerinin hep davetlisi olmuşum, düğünlerimin başmisafiri olmuşlardır.
Öyküleri yazarken onların bilgisine başvurmuş, bana verdikleri destek, cesaretim ve şevkim olmuşsa da bazı yanlış anlaşılmalar olabilir. Doğacak hatalarımdan onların hoşgörüsüne sığınır, özür dilerim. Her şeyi içimden atamadığım, yıllarca hasretiyle beni kemiren Karacaören sevdasına yaptım, yapmaya, yazmaya, o toprakları ağaçlandırmaya, yerine göre çeşmeler yapmaya, arızalı olanları da tamir etmeye ömrüm ve gücüm elverdikçe devam edeceğim. Bu böyle biline. Bendeki bu hoş sevda bitmez diyerek öyküme başlıyorum.
Baharın gelmesiyle Damlacık’tan, Horla’ya, Seyfe'ye, Kocakaya'dan Boztepe'ye, Malya'ya, Güneyin Burnu'ndan Tereli’ye, Üçkuyu’ya, İn’e kadar her yeri beyaza boyayan karlar erimişti. Bunun akabinde doğa yemyeşil bir örtüye bürünmüş etrafı cıvıl cıvıl öten kuş sesleri çınlatıyordu. Güzden tarlalar ekilmiş, atlar, öküzler seneye lazım olur diye ahırlara çekilmiş, bunların çoğu da bakımsızlık ve yemsizlikten ölmüştü. Bu fakirin kaderiydi, nasıl olsa öküz aldıkları celepçiye borç tehiri ettirmeye alışmışlardı.
Tarlalarını eken köylü bahar gelmesiyle kış uykusundan uyanmış, iyi bir mahsul almanın ümidi ve duasıyla yazı bekler olmuştu. Mahsulünü kaldıracak, Yerköy Ofisi’ne gidecek, günlerce kuyrukta sıra bekleyip satıp parasını alacak, eksiğini, gediğini giderecek, oğlunu everip kızını çıkaracaktı. Bu hevesle baharı coşkuyla karşılayan köylü, kışın yıkılan evinin duvarını, tandırını, bacasını tamir ediyor, her yeri bembeyaz kireçle badana yapıyordu. Topraklık denilen mevkiden getirilen toprak, bolca sulandırılarak beyaz badanalı evlerin alt eteğine bir metre yüksekliğinde sürülerek kırmızı nakış veriliyordu. Bu öyle güzel kokardı ki, çocuklar bunu tırnağıyla kavlatıp yerdi.
Hayvanlar sığıra katılıyor, seneye ekilecek nadasa bırakılan tarlalar sürülüyordu. Sürümler genelde traktör herkeste olmadığından atların çektiği pulluklarla ya da öküzlerin çektiği karabasanla yapılıyordu. İlaçlama falan yapılamayan tohumlar kucaktaki çıkıdan alınıp elle tarlaya saçılırdı. Çiftçi bundan aldığı çok az bir verimle kıtlık olmaz ise geçimini kısıtlama yaparak sağlardı. Geçen yıl büyük bir kuraklık olmuş, daha Mayıs ayının başlarında yeşile bürünmüş ekinler sıcaktan sapsarı kesilmişti. Çoğu kimse civar köylere kerpiç kesmeye ameleliğe, ırgatlığa, çobanlığa gitmişti bile.
Mahsul sonrası ödemeye alınan öküzlerin parası celepçiye bir sonraki yıla tehir ettirilip, faizi de üstüne eklenilmişti. Bakkala, terziye, manifaturacıya olan borçlar köylüyü kara kara düşüncelere sevk etmişti. Ne düğünlerin, ne yaşamın tadı kalmış, sarılan cigaraların biri yanarken biri sönüyordu. Etem emminin şakaları, Goguyla oynanan küllemeçler, İmirze'nin “alımını aldın” takılmaları kimseyi mutlu etmeye yetmemiş, umurlarında dahi olmamıştı. Kıtlık artık geride kalmıştı. Hayvanlarını sığıra katan, tarlasını süren köylü artan zamanlarında evlek evlek dolanıp şu dağ senin, bu dağ benim kenger, mantar bulmaya dolaşıp vakit geçiriyordu.
Mantar evleklerinin çoğunu orman sahası sürülürken kaybetsek de şu an bile Dalgara, Yayla, Ağan Dağı etekleri, Güney’in arkası, Kurtderesi, Küçükmaden Deresi, Büyükmaden Deresi, Tereli, İn, Üçkuyu, İsmailsivrisi Dağı ve etekleri denilen yerlerde rastlamak mümkündür. Çizgi halinde koyu yeşil ot olarak bulunan evleklerde Mayıs ayı gelmesiyle mantarlar oluşur, bunları köyün yaşlısı, genci toplar, bunlardan bazıları da şehre getirip satar cep harçlıklarını çıkarırlardı. Kadir köyde Abile lakaplı asıl adı Mustafa olan, geçimini çiftçilikle sağlayan fakir bir ailenin küçük kardeşi Ömer'le iki oğlundan biriydi. Kadir, Ömer'den yaşça daha büyük olduğu için çiftin ucundan daha erken tutmuş, ilkokulu bitirdiğinde babası bana yardımcı olsun diye diğer Karacaörenli gençlerin gittiği gerek Hasanoğlan, gerekse Pazarören Ziraat ve Öğretmen Okulu’na göndermemişti. Kadir, babasının bir dediğini iki etmeyen, onun her yumuşuna koşan biriyken, sonradan yetişip gelen Ömer bunun tam tersiydi. Buyurulan işlerden kaytarmasını bilen, işleri Kadir ağabeyinin hoşgörüsünden istifade edip onun üstüne yıkan bir gençti. Kadir'i, babası çok geç evlendirip, başını bağlamıştı.
Kadir, derli, toplu, edepli, saygılı, arkadaş ortamını seven, köy düğünlerinin tadı, neşesiydi. Aynı zamanda dağ, bucak gezmeyi mantar, kenger toplamayı, neredeki evlekte daha çok mantar bulunduğunu bilir, bunu herkese söylemezdi. Bu yüzden de çok akranları onunla arkadaş olmak için can atardı. Günleri böyle geçer, Ömer'i bulamayan babası iş gördürmek için köşe bucak onu arar, o da babasına hiç gücenmezdi. Ömer'in kaypaklığından dolayı köylüleri Mustafa amcaya “Abile fos/Altın tas/Ömer gücük söz tutmaz/Tahta çürük mıh tutmaz” diye takılırlardı. Kadir'in boyu akranlarına göre sülaleden kime çektiyse biraz kısaydı, ama onun öyle ahesteli bir yürüyüşü vardı ki sokakları kostak kostak gezerdi. Herkes onun yürüyüşüne imrenirdi. Bu yüzden Kostak Kadir lakabını uydurmada gecikmediler. (Yukarıdaki dörtlük öğretmen Köksal Güler'den alındı.)
Boyu ufaktı, ama giydiği ona çakı gibi yakışır, diri ve atik bir vücuda sahipti. Onunla yürüyüş yapan arkadaşları arkada kalır, soluk soluğa ona yetişmeye çalışırlardı. Kadir, o gün de arkadaşlarıyla mantara gitmiş, ora senin, bura benim dağ bayır dolaşmışlardı. Güneyin Burnu’nda ekili olan tarlaları incelemişler, Boztepe yoluyla köye giriyorlardı.
Vakit akşama yaklaşmış, Arif'in Haceli abdestini almış, yavaş yavaş caminin yolunu tutmak için evinden aşağı iniyordu. Birden karşısından gelen gençleri görünce kendi gençliği aklına geldi. Biraz hüzünlendi.
Gözleri artık eskisi gibi görmese de yine de arkadaşlarının önünde kostak kostak yürüyen bacısının oğulluğu Kadir'i seçmişti. Kadir de, onu fark etmede gecikmedi. Bohçasından çıkardığı mantardan dayısına ikram edip, elini öptü. Hal hatırdan sonra Haceli, “Gençler, nereden gelip nereye gidiyorsunuz” diye sordu. Elindeki mantar çıkısını bağlamakla meşgul olan Kadir, arkadaşlarından önce atılıp, “Dayı mantar, kenger toplamakla vakti akşam ettik, gelirken de ekinleri yokladık” diye cevap verdi.
- Peki oğlum ekinler nasıl? Başak çıkmış mı? Boy atmış mı? Sararma var mı?
Kadir, kendi boyuna göre ekinleri beğenmiş, çok hoşuna gitmiş, bu yıl iyi mahsul alırız inşallah diye babasına müjdeleyecekti. El çabukluğu edip, “Vallahi dayı, ekinin boyu ta şurama geliyor” diye göbeği üzerine bir elini koyarken diğer eliyle mantar çıkısını tutuyordu.
Arif'in Haceli bir sağına bir soluna baktı üzüntülü bir şekilde, “DESENE OĞLUM BU YIL DA KITLIK VAR” dedi.
NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.