DOĞALLIĞIMIZI NEREYE BIRAKTIK?

Eskiden yüzümüzde bir ifade vardı. Gülüşümüz kendimize aitti, kaşımız gözümüz olduğu gibiydi. Aynaya bakarken, “Bu benim,” diyorduk. Şimdi bakıyorum da, herkes birbirine benziyor. Dudaklar aynı, burunlar aynı, yanaklar aynı... Sanki tek bir kalıptan çıkmış gibiyiz.

Makyaj yetmedi, estetikle uğraşır olduk. Kendimizi düzeltmeye, beğenilmeye çalışırken, fark etmeden doğallığımızı yitirdik. Güzellik artık doğuştan gelen bir özellik değil; dışarıdan şekillendirilen bir projeye dönüştü.

Sosyal medyada gördüğümüz filtreli yüzler, gerçekte var olmayan beklentiler yarattı. Ve biz bu sahte gerçekliğe uymaya çalışırken kendimize yabancılaştık. Yüzümüz değil sadece, ruhumuz da yoruldu.

Oysa güzellik biraz da kusurda saklıdır. Bir çil, hafif yamuk bir burun ya da çizgi olmuş bir gülüş… Bunlar bizi biz yapan şeylerdi. Şimdi “mükemmel” olmaya çalışırken aslında birbirimizin kopyası olduk.

Sadece anlamaya çalışıyorum. Neden yetinemez olduk kendimizle? Neden bir başkasına benzemek bu kadar önemli hale geldi?

Belki de yeniden aynaya bakıp, “Bu benim” diyebilmenin zamanı gelmiştir. Makyajla değil, filtreyle değil… Gerçekten, içtenlikle.

Çünkü en çok da doğal halimiz yakışıyordu bize.

Konuyu sadece yorumlamak değil sosyoloji olarak da örneklemek istiyorum. Teorisyenlerin çerçevesinden birkaç örnek vermek gerekirse;

Bu değişimi yalnızca bireysel tercihlerle açıklamak yetersiz kalır. Toplumsal yapılar, medya ve kültürel baskılar bu dönüşümde ciddi bir rol oynuyor. Fransız düşünür Jean Baudrillard, bu durumu “simülasyon” kavramıyla açıklar. Ona göre artık gerçek değil, gerçeğin yerine geçen imgeler hüküm sürüyor. Estetikle, filtreyle ve dijital düzenlemeyle süslenmiş yüzler, birer “hipergerçeklik” halini aldı. O kadar çok sahteyle karşılaştık ki, doğal olanı garipsemeye başladık.

Yine E. Goffman, insanların günlük yaşamda birer "oyuncu" gibi davranarak sosyal rollerini sahnelediklerini söyler. Makyaj, estetik ve sosyal medya filtreleri bu sahnenin birer kostümüdür artık. Herkes, beğenilmek ve kabul görmek uğruna, kendi “sahne”sini inşa ediyor. Bu roller arasında “kendimiz”i kaybettiğimizi fark etmiyoruz bile.

Foucault ise modern toplumda bedenin kontrol altına alındığını, biçimlendirildiğini ve “norm”lara uydurulduğunu anlatır. Bugün bedene yapılan estetik müdahaleler, yalnızca bireysel seçimler değil, aynı zamanda toplumsal bir disiplinin sonucudur. Güzel olmak artık neredeyse bir “sorumluluk” haline getirildi. Çirkin olmak değil ama “doğal kalmak” bile cesaret istiyor.

Bu yüzden aynaya baktığımızda artık sadece yüzümüzü değil, başkalarının bizde görmek istediği "yeni bizi" görüyoruz. Kendi suretimiz, başkalarının onayıyla şekilleniyor. Ve bu şekillendirme bizi tek tipleştiriyor.

Tüm bu teoriler, bize şunu gösteriyor: Güzellik algımız yalnızca değişmedi; yönlendirildi, dayatıldı ve kalıplaştırıldı. Oysa insan doğası farklılıkla güzeldir. Biriciklikle anlamlıdır. Kendi olabilmek, bu çağda en büyük direniş belki de.

Belki yeniden başlamak gerek. Kusurlarımızı sevmekle, doğallığı savunmakla, kendimizi yeniden tanımakla. Çünkü ne kadar parlatılırsa parlatılsın, sahte olan hiçbir şey, içten gelen bir gülüş kadar etkileyici olamaz.

Ve güzelliğin en saf hali hâlâ aynadaki o doğallıkta gizli.

Peki sen, en son ne zaman aynaya makyajsız, filtresiz, saklamadan baktın?

Kendine, olduğu gibi…

Çünkü belki de en çok senin kendini böyle görmeye ihtiyacın var.

Güzelliği kalıplarda değil, kendiliğindenlikte aramaya ne dersin?

Haydi, doğallığa bir şans ver.

Kendin olmaktan daha güzel ne olabilir ki?