Değerli hemşehrilerim, sevgili okurlarım,
Epeydir yazı yazamadım. Yazdığım yazıları bir yerlerde toparladım.
Yazayım diye bilgisayarın başına oturuyorum ama sonra bakıyorum yazılarımın içinde bir şekilde yazmışım. Kırşehir'de, belediyede görev değişikliği ile ilgili haberleri “Kırşehir Çiğdem”den takip ediyorum.
Bugün belediye borcu ile ilgili haberleri okuyunca bu konuda yazayım dedim ama... Bahçeci'den önceki başkan da 60-70 trilyon borç bırakmıştı. O tarihlerde yazmışım, bir başkasının parasını başkasının ihtiyacı için harcarken kişilerin nasıl keyfi davrandığını...
Bugün 400 trilyonun üzerinde borç... Yazık... O konuyu biraz daha araştırıp daha sonra yazarım, belki...
Kırşehir’in çiçeği burnundaki yeni Belediye Başkanı Sayın Selahattin Ekicioğlu'nun kamu olanaklarını ve kaynaklarını kullanırken "dindar geçinenler"den daha dikkatli davrandığını görüyor, davranacağına inanıyorum.
Bundan sonra zamanım elverdiği ölçüde yeniden yazmayı deneyeceğim. Ama yine daha önce gazetemiz “Kırşehir Çiğdem”de yazdığım yazının noktasına, virgülüne dokunmadan tekrar yayınlamayı uygun gördüm. Yıllar önce yazmıştım, ama mevcut haliyle de güncel.
Yazının ana fikri partiler iktidara geldiklerinde öncelikle kendi isimlerine ihanet ediyorlar....
Göreve yeni başlayan Belediye Başkanımız Selahattin Ekicioğlu’na başarı dileklerimle...
"Cumhuriyet" değerlerine saygılı, "halk"ı önde tutan "iyi" icraatlarını ilk alkışlayan, yanlışlarını ilk eleştiren olacağız.
İşte “Demokrat ve Adil” yazım…
Doğduğumda iktidarda Demokrat Parti vardı. Nüfus cüzdanımda “vilayeti Nevşehir, kazası Kırşehir” diye yazıyordu. Gençlik yıllarımda, bölük pörçük bilgiler yumağı arasında anlam veremediğim bir durumdu. Açıkçası doğduğumda Nevşehirli görünüyor idim, bir kaç yıl sonra tekrar Kırşehirli oldum ama Kırşehir eski Kırşehir değildi. Hacıbektaş ilçesi ile birlikte canlarını, can damarını kaybetmişti. Beş milletvekili çıkaran bir il, kuşa çevrilmiş, üç (bugün de iki) milletvekili çıkaran bir il haline getirilmişti.
Bunu yapan demokrat idi, yapanlar bugün “demokrasi şehidi” diye anılıyor. Onlar ki sadece siyaseten rakip oldukları Bölükbaşı ile, ona oy veren o zamanlarda Kırşehir’de yaşayanlara değil, sosyal ve tarihsel bütünlüğünü bozarak, zaman içerisinde ekonomisini çökerterek Kırşehir’de doğmuş doğacak her vatandaşa zarar verdiler, hakkını yediler. Bugün Kırşehir’de doğan her on çocuktan altısı, yedisi dışarıya gidiyor, yaşam mücadelesi için. Gelişemeyen, daha doğrusu demokrat olduğu iddiasında bir otokrat tarafından ekonomik olarak çökertilen Kırşehir’de ekmek parası kazanamayacağı için dışarı gidiyor.
Demokrat Parti gitti, geldi Adalet Parti. Çocukluk ve gençlik yıllarımızda hatıralarımızın önemli bölümünde Adalet Parti var. Babamın Adalet Parti seçim kazandıkça sevindiğini, ama annemin üzüldüğünü hatırlarım. Ülkeyi yönetenlerde demokratlık olmasa da ailemde babamın otoriter tavrı yanında demokratik hoşgörüsünün olduğunun altını çizmeliyim. Adalet Partili yıllar boyunca Kırşehir yine komşu illerin aldığı aslan payına imrenerek “adalet” bekledi. Adalet’in adaleti kendineydi. Deve kini gibi yüreklerine yükledikleri “Bölükbaşı”nın iline hizmet götürmek kimin haddine idi? Hirfanlı Barajında elektrik üretildi, Ankara’ya gitti de, yıllarca Kırşehir’e gelmedi.
İktidara da oy versek, oy verdiğimiz parti muhalefette de kalsa, yine “Bölükbaşı faturası” önümüze konuldu. Dünün kasabalarının bugün nasıl şehirleştiğini, zenginleştiğini ve geliştiğini gördükçe Kırşehir’e yapılan adaletsizlik yüreğimizde birikti, kümelendi. Devletimize, milletimize ve hatta bizlere bunu reva gören siyasetçilere ve devlet adamlarına kin biriktirmedik yine de…
Devlet kadrolarında çalışırken yüzlerce Kırşehirlinin devletin çeşitli ve önemli kadrolarında çalıştığını gördüm. Bu insanların çoğunun kendi ili için çırpındığının da tanığı oldum. Kırşehir’e bugün bile var olan şaşı bakışın altında bürokratik olmaktan çok “siyasi tercihler vardır” diyebilirim. Adaletli olmayan siyasî tercihlerin bir çok Anadolu ili gibi Kırşehir’i de tükettiği artık ayan beyan ortada.
Seçimlerle ele geçirilen iktidar gücünün nasıl kullanıldığının yüzlerce örneği ile görev yaptığım yörelerde karşıma çıktı. Orta Anadolu’nun geliştirilmesine yönelik projelere kaynak bulunamaz iken “ağır sanayi hamlesi” iddiası ile önemli kaynakları toprağa gömme hovardalığında bulunabilmişti siyaset erbapları. Orta Anadolu’nun ve bu çerçevede Kırşehir’in geri bırakılmış olmasının siyasi faturası bugün Türkiye’nin önündedir. Doğu ve Batı Anadolu arasındaki gelişmişlik farkı Türkiye için önemli bir dengesizlik ortaya çıkarmıştır.
İzmir’den çıkıyoruz, İstanbul’a gidiyoruz. Yol boyu işletmeler, fabrikalar… Tarım için muhteşem değerdeki arazileri betona gömmenin ülke tarımına verdiği zararı anlatmak zor değil. Bursa Ovasındaki şeftali bahçelerinin yerini sanayi siteleri, fabrika bacaları, işletme duvarları almış. Sakarya, Kocaeli fabrikadan batacak hale gelmiş. İstanbul’u hiç anlatmaya gerek yok. Tarihimizin ve kültürümüzün en değerli coğrafyasında örneğin Dilovası’nda, Gebze’de, çimento, akaryakıt, tiner, boya imal etmeye çalışmak en son akla gelecek çılgınlık olmalıydı. Bu aşırı sanayileşmenin yarattığı trafik ve çevre kirliliği de cabası. Komik olan manzara bu iken ilgili bakanlığın verdiği “tarım alanlarına inşaat yapmayın” kamu reklam spotları. Bu örnekler çoğaltılabilir.
Türkiye’nin ağırlık merkezinin Eskişehir-Sivas-Malatya-Afyon arasında değil de Marmara Bölgesinde olmasının tarımda, hayvancılıkta etkilerini hissetmesek de ilk acı faturasını 1999 Depremi’nde gördük. Binlerce can kaybının yanında Türk ekonomisinin yüzde altmışı depremden zarar gördü. Zarar o denli büyüktü ki, bir kaç yıl sonra Türk ekonomisi tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşadı, ekonomi çöktü. İktidar düştü. Depremden sonra Marmara Bölgesinden geçerken gördüğümüz manzara bu travmadan bile siyasetçilerimizin ve iktidarlarımızın ders almadığını gösteriyordu. Her yerde yapılaşma ve
sanayileşme uzmanların olası bir deprem uyarılarına karşın çılgınca devam ediyordu.
Bölgeler arasındaki bu sorun çözüm beklerken iktidar olanların hâlâ İstanbul ile yatıp, İstanbul ile kalkmaları, tüm çılgın projelerin İstanbul için üretilmesi, gerçekten çılgınlığın boyutunu anlatıyor. Açıkçası Doğu ile Batı arasındaki gelişmişlik farkına akılcı çözümler getirilmez ise, Türkiye’nin ağırlık merkezi olması gereken yere, ülkenin ortasına getirilecek şekilde hamleler yapılmaz ise bugün yapılan siyasi hovardalığın önümüzdeki yıllarda daha acı sonuçları olacaktır. Marmara Bölgesinde olması beklenen depremin ülkemizi bir daha ayağa kalkamayacak bir ekonomik çöküntüye uğratması gözü olanın göreceği, beyni olanın düşünebileceği bir sonuçtur.
Yaşamımızın sonraki yıllarında partisine Refah diyenler iktidarda huzursuzluğu, Doğru Yol diyenler yolsuzluğu, Anavatan diyenler bölünmeyi ülkemizin gündeminde ön plana getirdiler. Koalisyon dönemlerinden Kırşehir’e kalan belki bir tek Şeker Fabrikası. Kırşehir’in güney bağlantısını sağlayacak köprüler, yollar yıllarca sürüncemede bırakılırken İstanbul’daki havaalanı, kanal projelerini alkışlayarak yılları tükettik. Kızılırmak suyunu artırmak isteyen Devlet Su İşleri’nin Kılıçözü’nün kodunu bir metre aşağıya indirmesinin faturasını bağlarımızdaki, bahçelerimizdeki ağaçlar kuruduktan sonra fark ettik, yine çığlığımızı duyuramadık.
Basit projeler ile tarıma dayalı gelişebilecek ilimizde tarım yok olmanın eşiğinde. Şarap haram diye şarapçılık ve bağcılık öldürüldü, yok edildi, geri bırakıldı. Anadolu’nun şarap yapmaya en elverişli üzümlerinin yetiştirildiği tarihî kıraç bağlarımız yerleşime açıldı. Üçbin yıllık bağlık, bahçelik alanların imara açılmasıyla kendi seçtiklerinin eliyle bir kez daha hançerlendi Kırşehir. Tekel’in var olan işletmesi kapatıldı, bu zor koşullarda üzüm yetiştiriciliği yapanlar kurda kuşa yem edildi. Kırşehir’in Terme ve Karakurt Kaplıcaları çağdaş işletmecilikten nasiplenemedi yıllarca, Vilayet koridorlarındaki kısır hesaplaşmalara kurban edildi. Çıkan sıcak su varlığını seracılıkta kullanıp başkent Ankara’nın sebze ihtiyacına merkez olamadık. Yabancıya mülk satışında ilk beşe girdik, toprak vardı, su vardı, alıcı bulduk. Yabancı gelip işleyecek o toprağı, üretecek, ürettiğini satacak, biz yine
seyredeceğiz. Yıllarca o toprağı, o suyu kullanacak, tarımı çeşitlendirip, geliştirip, bir kaç saatlik mesafedeki pazara, tüketiciye ulaştıracak aklı, beceriyi gösteremedik, ekonomik olarak battık. Şehrin göbeğinde Kılıçözü’nü betona gömerek turist getirmeye soyunduk, bağlarımızı, bahçelerimizi, yeşilimizi korumaya para bulamadık, batırdık değerlerimizi.
Demokrat olanlar da, adaletli olanlar da tüm iktidar sahipleri aslan payını büyük şehirleri daha da büyütmek için dağıttı. Zenginin daha da zenginleştiği düzen böyle beslendi, gelişti. Adalet ve Kalkınma devrindeki durumu hiç sormayın. Bugün Kırşehir’de toprağın dönümü bir kaç bin lira, İstanbul’da metrekaresi o fiyata… Adaletli kalkınmanın özeti bu . Adaletle paylaşılmayan refahın getireceği adaletli kalkınma da bu kadar olacaktı elbette.
Aslan payı, adalet, kalkınma deyince, aklıma geldi. Zamanın birinde, bir ormanda, öykü bu ya hayvanlar aleminde bir araya gelmez hayvanlar bir araya gelmiş, Aslan, kurt, çakal ve tilki ava çıkmışlar. Bir ceylan avlamışlar. Aslana, hakkaniyete uymayacağını düşünseler de biraz korkularından “sen paylaştır aslan ağabey” demişler. Aslan da “olur” demiş ve kaşla göz arasında avı dörde bölmüş. Diğerleri avın dörde bölündüğünü görünce çok sevinmişler ve biraz önce aslan kardeşleri hakkında besledikleri kuşkudan
dolayı yüzleri kızarmış, utanmışlar.
Aslan kardeş dört parçadan birini almış: “Bu parça dörtte bir olarak benim payım” demiş. Herkes kafasını sallayarak onaylamış. Aslan ikinci parçayı almış… O ne? Bu parçayı da önüne koymamış mı?
– “Bu da hayvanı avlamak için en büyük çabayı ben sarf ettiğim için benim” demiş.
Diğerleri gönülsüzce, biraz isteksiz, başlarını sallayarak onay vermişler. Aslan kardeş üçüncü parçayı almış, “Bu da ormanlar kralı olduğum için benim” demiş. Diğerleri kerhen bunu da onaylamış ve vukuata meydan vermemek için son kalan parçayla yetinmeye karar vermişler.
Sevgili aslan kardeşimiz dördüncü parçayı da büyük bir pişkinlikle önüne koymuş ve “Bu da avı ilk defa ben görüp, size haber verdiğim için benim” demiş. Diğerlerinin ağzını kısa bir süre bıçak açmamış. Ne diyeceklerini şaşırmışlar.
– “Bir itirazı olan var mı?” diye sormuş aslan kardeş.
Çakal, “Sevgili aslan kardeşimiz, ormanların kralı oluşuna, güçlü kuvvetli oluşuna bir diyeceğim yok, ama bütün ava sen el koydun. Bize hiç bir şey bırakmadın. Bunun neresi paylaşmak, bunun neresi adalet?” der demez aslan çakalın üzerine saldırıp parçalamış ve oracıkta, anında, bir önceki av gibi paylaştırıvermiş zavallı hayvanı…
Ve tekrar sormuş, “Bu paylaşıma bir itirazı olan var mı?” Kimseden çıt çıkmıyormuş. Aslan bir inilti sesi duymuş, dönüp bakmış ki tilki ağlıyor.
– “Ne oldu Tilki kardeş, bir itirazın ya da memnuniyetsizliğin mi var?” diye sormuş.
– “Hayır” demiş tilki:
– “Sevgili aziz ve muhterem aslan kardeşimiz, şimdiye kadar şahit olduğum dünyanın en adaletli paylaşımı bu. Sizi gönülden tebrik ederim. Afiyetler olsun!”
Koca aslanın da gözleri dolu dolu olmuş, ağladı ağlayacak:
– “Tilki kardeş” demiş, “sen bu yüksek adalet bilgisine ne zamandan beri sahipsin?”
– “Çakalın akıbetini gördüğümden beri aslan kardeş, eşeğin akıbetini gördüğümden beri” demiş tilki, bir yandan hüngür hüngür ağlayarak…
Aslında kullandığımız her seçim hakkı geleceğimizi belirler. Kırşehirli olarak “çakallık etmenin alemi yok” diye tilki kurnazlığı ile iktidar çoğunluğunu elde edecek partilere kuyruk oluyoruz Bölükbaşı deneyiminden bu yana. Ancak aslan payının dağıtımındaki geleneksel tavır evlatlarımıza “okuyup adam olmak” dışında bir seçenek bırakmıyor.
Ülkemizin önünde ise “ağırlık merkezi”nin gerçekçi belirlenmesinden başka bir seçenek bulunmuyor…
Nedir derseniz, “diktörtgenin ağırlık merkezi köşegenlerinin kesiştiği noktadır” diyor matematik aklı…