Bingöl’deki ilk kışımdı. 1994 yılının kara kışı. Aralıksız yağan kar birkaç saat içinde yolları kapatmış, yol boyu bodur meşeler kardan görünmez hale gelmişti. Kar görmemiş bir memleketin çocuğu değildim. Kırşehir’de de özellikle çocukluk yıllarımızda kar diz boyu yağardı. Hatta babam komşuya gidebilmek için kar içinde tünel azdıklarını bile anlatırdı. Bizler o kadarını görmedik.
Bir keresinde Ankara-Kayseri yolunu kapatacak kadar kar yağdığını hatırlıyorum. Belediye yolda kalanların evlerde misafir edilmesi için bir anons yapmıştı. Evimizde bir aileyi misafir etmiştik. Ama Bingöl’de o yıl yağan kar gibisini hatırlamıyorum. Neredeyse futbol sahasındaki kale direkleri kaybolmuştu kardan. Dağları, vadileri, ovayı beyaza boyayan kar örtüsünün kalınlığı yarım günde bir metreyi geçmişti. Kar yağışı kesildikten sonra tüm uğraşmalara rağmen devlet karayolu da, şehir içi ulaşımda felç olmuştu. Yarattığı tüm olumsuzlukların yanında ortalık bizler açısından biraz sakinleşmişti.
Kim organize etti tam olarak bilmiyorum, sanırım banka müdürü İrfan (Polat) haber verdi. Mangal yapacaklarmış, “uygun olursan gel” dedi İrfan. Jandarmanın Gazinosu’nun ilerisinde bir bağ evini tarif etti. İrfan Liseden sınıf arkadaşım Haksun’un (Küçükkatipoğlu) kız kardeşi Nursun ile evliydi. 1978’de Ankara’da Gençlik Caddesinde Haksun ile birlikte oturduğumuz dönemde tanışmıştık. Tesadüfen karşılaştık, İrfan da benim gibi o dönemin şartları nedeniyle ailesini Ankara’da bırakmış, Bingöl’e yalnız gelmişti.
“İbo Dayı”yı o mangal etkinliğinde tanıdım. Bir başka bankada hizmetli olarak çalışıyordu. Mangal için gelen diğer kişileri hayal meyal hatırlıyorum, bir başka banka müdürü, esnaftan birkaç kişi vardı. İbo Dayı bağ evinin duldasına karlar üzerine oturtulmuş mangalı yakmaya çalışıyordu. Hayatın kavurduğu bol çizgili yüzünde insanın içini ısıtan bir tebessümle ve keyifle işini yapıyordu. Hepimiz mangalın etrafında bir yandan ısınıyor, bir yandan atıştırıyor, bir yandan sohbet ediyorduk.
“İbo Dayı bize bir şiir okur musun” dedi İrfan’ın banka müdürü arkadaşı… İbo Dayı bizlere soran gözlerle baktı. “Oku” diye yineledik. Gözleri küllenen mangal içinde yanıp sönen kırmızılıklara daldı gitti. Duygulu dizeler döküldü dudaklarından;
“Sen çılgın uranyum parçası
Deli kısrak
Anımsa beni…
Dölleşsin hayallerin gerçekle
Bak aşkın bahçesinde
Çırılçıplak bıraktığın gençler
Şimdi hesap ister senden
Deli kısrak…
Gel atıl kollarıma
Aşkını göklere yazacağım
Sen daha küçük bir tayken
Okşayamazdı çocuklar yeleni
Seyis su varamazdı seni
Sen onbeş yaşında gemi ağıza aldın
Dağların karı, ovaların çayırı oldun
Deli Kısrak…
Gel, atıl kollarıma
Umut versin bağımız
Dillere destan olsun aşkımız
Deli kısrak
Gel benim ol, sadece benim
Yaşadığın çağ içerisinde
Altından olacak gem’in
Nalın tunçtan olacak
Gümüşten eğer’in
İbrişimden kolan’ın olacak
Deli kısrak…
Gel benim ol
Seni saraylarıma sultan
Eğer gelmez isen
Gönül tahtıma kurban edeceğim
Deli kısrak…
İbo Dayı’nın bu dizelere yansıyan yaşam öyküsü de Neşet Ertaş’ın “seni başka birisi için acı çekerken gördüm, bu beni sevmiyor oluşundan daha çok acıttı” diye anlatmaya çalıştığı türden bir şeydi. Sordum, çok anlatmadı. Bulanık gözlerle sisin, pusun, yeni yağmış karın tüm ayrıntılarını gizlediği vadiye baktı. “Sevdiğimi mutlu görseydim, bu kadar yüreğim yanmazdı” diye mırıldandı. 
Sönmemiş bir yürek yangınına mangalın içinde çıtırtılarla için için yanan köz eşlik ediyordu. Her gün karşılaşabileceğimiz sıradan insanların sıra dışı öykülerinden birisiydi İbo Dayı’nın öyküsü.
İnternette İbo Dayı’nın “Deli Kısrak” şiiriyle ilgili bir yanlışlık yapmayayım diye araştırma yaparken bir başka “Deli Kısrak” şiiriyle karşılaştım;
“Hoyrat rüzgârlara kafa tutan bir deli kısrak
Sere serpe bırakmış yelelerini
Çılgın mı çılgın o hırçın bakışlarıyla
Bağladı yüreğimi kıskıvrak
Şahlandı yüreğimde aşkının ateşi
Özlemin, acıların en acısı
Düşlerim sensizliğe hasret
Bırakıp gidesin diye mi sevdim seni
Sen neredesin, neredesin
Deli Kısrak…”
Şairi tanıdık bir isim; İzzet Selçuk Cumaoğlu… Şaire ilişkin açıklamayı aradım o sitede. “Şairin hayatıyla ilgili bilgi girilmemiş” notu vardı. Üzüldüm, siteye bilgilerini toparlayıp göndereceğim. Çünkü İzzet ağabeyi birkaç yıl önce tutulduğu kanser hastalığı nedeniyle kaybettik. Biz onu kaybetmiştik ama İzzet ağabey “bırakıp gidesin diye mi sevdim seni” dediği eşine kavuştu. Ama bizler tekrarı ve katılanların sayısı her sene azalan Lise Buluşmalarında eksikliğini çok hissediyoruz.
2009 yılıydı. Liseden sonra yıllar var ki, Cebeci’de oturan annesi ve babasıyla karşılaşmış, ama onunla hiç karşılaşmamıştık. Telefon etmişti, tanıyamamıştım, “Kırşehir’den posta müdürünün oğlu İzzet” diye kendini tanıtmıştı. “Kırşehir Liseliler Buluşması var, her yıl toplanıyoruz, bu yıl sen de gelir misin” diye sormuştu. Sonra Cebeci’de Hukuk Fakültesinin karşısında bir yerde buluştuk, etkinliğin davetiyesini verdi. Sonrasında birkaç kez daha görüşme şansımız olmuştu. O görüşmelerde öğrenmiştim eşini kaybetmiş olduğunu. Ama şair yönünü bugün öğrenmiş oldum. O da “acıların şair ettiği” insanlardan birisiydi.
Hangimizin gerçekleşmeyen hayalleri yok ki? Hangimiz böğründe sönmemiş bir yürek yangını taşımaz? Hangimiz bizleri oradan oraya savuran yazgının “tarka talaş” ettiği bir yaşamın kıyısında tutunmaya çalışmıyoruz ki? Hayat, yaşadıklarımız kadar yaşayamadıklarımızdır, yürek yangınlarıdır, çoğu zaman közlenmek bilmeyen bir tutkuyla için, için yanmaktır. Yaşam; yaşadıklarına, yaşayamadıklarına bir şekilde anlam katabilmektir. Birçoğumuz bunu başaramaz… Bunu başaranlar İbo Dayı, İzzet ağabey gibi acılarını dizelere, satırlara, renklere, tınılara, bestelere dökebilenlerdir.
İçlerindeki bir türlü közlenmeyen yangınlara anlam katarak bizlere anlatan İbo Dayı’ya da, İzzet ağabeye de rahmet diliyorum.
Unutulmasınlar…