İpçi Erdoğan dağları ve doğayı çok seven birisiydi. Baharın gelmesiyle adeta yeşil bir örtüye bürünen dağlarda koyun, kuzu, kuş seslerinin birbirine karıştığı zamanlarda Pazar günleri dükkanların kapalı olmasını bahane ederek arkadaşı Halil İbrahim Gaya ile mantar bulma bahanesiyle akşama kadar o evlek senin bu evlek benim tepe bayır dolaşırlardı.
            Kuru temizleme işiyle geçimini temin eden Gaya çocukluğunda sığır çobanlarına çeltek giderdi. İşini kıvırdıktan sonra köylerinin dana çobanlığına terfi etmişti. Kaya olan soyadını köylülerinin önce babasına daha sonrada kendisine yakıştırmasıyla Halil İbrahim olan adı unutularak Gaya olmuştu.
            Askerden geldikten sonra şehirde namlı bir kuru temizlikçinin yanına çırak olarak girer, sanatının inceliklerini öğrendikten sonra da kendine olan güven ve cesaretiyle mesleği üzerine bir iş yeri açar.
            Erdoğan ile Gaya aynı köylü olmaları dolayısıyla samimiyetleri önceleri selamdan öteye gitmezken aradan geçen yıllar içerisinde dükkan komşulukları yanında iki candan arkadaş olurlar.
           Gaya çoban olmasından dolayı dağlardaki evleklerin yerlerini çok iyi bilirdi. Evlek otları normal otlardan daha koyu yeşil renginde ve yerine göre metrelerce süren ince uzunlukta olurlar. O yıllarda insanların çoğunda motorlu araç olmadığı için şehirle dağ arasındaki en az iki saat kadar süren yaya yolculuğuna mantar toplamak için kimse cesaret edemezdi. Bu yüzden dağlardaki mantarlar çobanlara ve yakın köylerden yaya yürümeyi göze alarak gelen mantar toplayıcılarına ya da şehre getiren satıcılara kalırdı.
            Erdoğan babasının otomobilini bir bahaneyle aldıktan sonra önceden sözleştikleri Gaya ile daha henüz güneş doğmadan dağlara ulaştılar. Gaya’nın dediğine göre güneş doğduktan sonra evleklerin otları iyi seçilemediğinden mantar bulmak zorlaşırmış. O gün bayağı mantar toplamışlardı. Nisan ayı sonlarında başlayan mantar toplama işi Haziran ayı ortalarına kadar devam etti. Ondan sonra mantarlar kurtlandığı için herkes gibi onlarda o yıl için mantar sezonunu kapatmış oldular. Aradan geçen yıllar içerisinde Erdoğan Gayanın sayesinde mantar hususunda her şeyi öğrenmişti.
            Bu mantara gidiş gelişlerin birisinde Erdoğan gezerken yerde bir yaşlık olduğunu fark eder, eline aldığı sivrice bir taşla toprağı biraz eştiğinde oradan az da olsa bir su çıktığını görür. Akşam olanları babasına anlatır. Bir müsait günde babası ile beraber orasını kontrole giderler.           
            Kırşehir Kervansaray dağlarında Boztepe yolu üzerinde İn denilen bu bölgedeki sızıntı suya güvenerek Erdoğan ve babası Hasan birlikte bir çoban çeşmesi yaptıktan sonra etrafına da ileride büyüyünce insanlar gölgesinde oturur düşüncesiyle bolca söğüt ağaçları dikerler.
            Aradan geçen yıllar içerisinde ağaçlar büyümüş, oranın methini duyan araç sahipleri aileleriyle beraber her hafta piknik yapmaya gelmeye başlamışlardı. O mevkide hayvan otlatan çobanlar oluşan kalabalıktan dolayı hayvanlarını doğru dürüst çeşmede sulayamadıkları için şikayetçi olsalar da bu durumlar Erdoğan’ın azmini kırmıyor ağaçlandırmaya hiç ara vermiyordu.
            Erdoğan babasıyla beraber çeşmenin alt kısmına on beş kadar “uzun ömürlü ağaç” diye ceviz fidanları dikmişlerdi. Aradan bir ay geçmeden cevizlerden üç adeti yerinden sökülerek çalınmıştı. Dağ başı değil mi, bekçisi yok ya kim kime tım tıma, buralar ıssız yerler. Babası öfkelense de Erdoğan; “baba bu işi zamana bırakalım, esen yeller bana buradan haber getirir, sen yeter ki sakin ol, canını sıkma” diye ona moraller vererek gönlünü almıştı.
            Erdoğan’ın doğaya olan bu hizmetleri dilden dile anlatılırken olanlar Kırşehir’de hayır sahibi esnaf Muzaffer Marşap’ın da kulağına kadar gider. Muzaffer ağabeyi ile Erdoğan zaten yıllardan beri  tanışıklardı. Bir gün Muzaffer Marşap Erdoğan’ın iş yerine gelerek “deli oğlan şu parayı al, çeşmenizin etrafına benim adıma yirmi adet ceviz dik, orada benim de hayırım olsun” der.
            Erdoğan Pazar günü şehirde kurulan ağaç pazarına gider, orada başka şehirlerden getirilmiş olan kamyonlara dayalı ceviz ve her tür ağaç fidanlarının yanında yerli yeni sökülmüş fidanları satan esnaflarda ağaç pazarında yerlerini almışlardır. Sağı solu dikkatlice dolaşarak cevizin iyisini ve ucuzunu araştır. Bir müddet sonra yerli meşhur Kaman cevizi satan birisiyle “bunun bir hayır işi olduğunu” ileri sürerek ele satılanlardan daha aşağı bir fiyata pazarlıkta anlaşırlar.
            Erdoğan cevizlerin düzgün olanlarını seçerken satıcı da diğer müşterileriyle ilgileniyordu. O sırada Erdoğan bir elinde ceviz bir elinde sigara tutan ufak boylu, başı kasketli, kendisinden on yaş kadar büyük bir tanıdığı ile göz göze geldi. Adam satıcıya “Erdoğan’ın cevizini bir eksik say hemşerim, onu ben götürüyorum” diyerek yoluna yürüdü. Erdoğan yerinden kalkarak hızlı adımlarla adama yetişti. “Ağabey Muzaffer Marşap’ın parasını ödediği bu ceviz fidanlarını bizim dağdaki çeşmenin etrafına dikeceğim, cevizini o adamın hayrına herkes yiyecek. Sen bu cevizi bahçene dikeceğin için orası sana ait olduğundan bunun cevizlerini sadece sen yiyeceksin, o yüzden aldığını fidanı yerine koy” diyerek eskiden beri huyunu hiç sevmediği bu adama kızdığından öfkeyle bir sigara yaktı.
            Erdoğan’ın cevizi elinden alacağını hesap edemeyen tanıdığı buna çok içerlemiş olacak ki kendilerini seyredenlerin yanında bayağı bozulmuştu. Gizlemeye çalıştığı o kızgınlıkla “yahu Erdoğan; siz cevizleri niye yukuya diktiniz, o ceviz fazla uzun ömürlü olmaz” derken dağdaki yaptığı hırsızlığı su yüzüne vurduğunun farkında bile olmuyordu.
            Erdoğan babasına ölünceye kadar bundan hiç bahsetmedi. Hırsız tanıdığının yıllar sonra öldüğünü duyunca onun cenazesine gitmişti, dağdaki çalınan o üç cevizi bahçenin bir köşesinde görünce tüyleri diken diken oldu. Kimse kabre giderken yanında bir şey götüremiyordu. Adamın damatlarından birisini bir kenara çekerek durumu olduğu gibi ona anlatmada bir mahsur görmedi.