Bizim çocukluğumuz, gençliğimiz çalışmanın, emeğin, alın terinin üretimin, tasarrufun çok, israfın, tüketimin az olduğu yıllarda geçti. Gencinden yaşlısına herkes çalışır, üretir ve ürettiğini tüketir, ileriyi düşünerek de evlerin kilerlerine bir şeyler stoklanırdı.

Bizim çocukluğumuz, gençliğimiz çalışmanın, emeğin, alın terinin üretimin, tasarrufun çok, israfın, tüketimin az olduğu yıllarda geçti. Gencinden yaşlısına herkes çalışır, üretir ve ürettiğini tüketir, ileriyi düşünerek de evlerin kilerlerine bir şeyler stoklanırdı. Hayat zordu, çalışmak, ekmek mücadelesi yapmak, rızık peşinde koşmanın bedeli ağırdı. Ekmeğin yanına katık olarak peynir bulunursa ne mutlu idi, ekmeği de, peyniri de vatandaş kendisi yapardı.
Hiç unutamam lisede okuduğumuz dönemlerde Kırşehir’de Balıkçı Burhan olarak bilinen ve kılıç özü çayında balık tutan merhum Burhan ağabeyimiz vardı. Burhan ağabeyimiz tuttuğu balıkları satarak geçimini sağlardı. Şimdi kent park olan, bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızda ikiz arası olarak bilinen alanın olduğu yerden başlar, stadyumdan çok aşağılara giderek balık tutardı. Burhan ağabeyimizin bir tane serpme ağası vardı, gözü gibi bakardı serpme balık ağına. Havaların çok sıcak olduğu bir gün saat iki veya üç arasıydı köprüden geçerken Burhan ağabeyi ırmağın kenarına oturmuş serpme ağasıyla uğraşırken gördüm.
Hemen yanına yaklaşıp selam verdikten sonra “Hayrola Burhan ağabey balık tutmak için sıcak bir saati seçmişin, biraz daha bekleseydin serin bir saatte balığa çıksaydın daha iyi olurdu” dedim.
Benim bu sözlerim karşısında Burhan ağabey “Okullarda ders olarak okutulacak güzellikte, çalışmanın, emeğin, alın terinin, üretmenin önemini belirterek bana rızık peşinde koşmak kolay değil, ekmeğin saati, zamanı, sıcağı soğuğu olmaz, onları hesap edersen açlıktan ölürsün, ekmek yiyemezsin, ekmek peşinde koşmak, para kazanmak uğraşmak ister, çalışmak ister, emek ister, alın teri ister, yorulmak gerekir bunları yapmadan ekmek parası kazanamazsın. Ben senin dediğin gibi havanın sıcaklığını, soğukluğunu, yazı, kışı hesap edersem ekmek parası kazanamam. Onun için soğuk, sıcak demeden çalışmam gerekiyor, balık tuttuğum serpme ağına bakmam gerekiyor, sökülen yerleri onarmam gerekiyor ki balık tutayım, tuttuğum balıkları satarak para kazanayım, emeğimin karşılığını alayım ve evime ekmek götüreyim, kimseye muhtaç olmadan geçinip gideyim demiş ve ilave olarak ta ne kadar yorulursan, alın teri dökersen, eziyet çekersen çek emeğinin karşılığına aldığın zaman çük şükür emeğim zayi olmadı diyerek alın terini siliyorsun ya işte o an otomatikman dinleniyorsun” demişti.
Gerçekten Kırşehir’in balıkçı Burhan ağabeyi ekmek parasını zor şartlarda kazanıyordu. Emek veriyor, alın teri döküyordu. Allah rahmet eylesin, ruhu şad, mekanı cennet olsun nur içerisinde yatsın.
Kırşehir’imizin balıkçı Burhan ağabeyinin bana söyledikleri aslında bir gerçeğin altını çiziyordu. Alın teri olmadan, zorluk çekmeden, yorulmadan, üretmeden, Anadolu tabiriyle yazın sıcağı, kışın soğuğu yemeden ekmek parası kazanılmıyordu. Burhan ağabeyimizin geçimini balık tutmakla sağladığı çocukluk ve gençlik yıllarımızda sadece balıkçı Burhan ağabeyimiz değil, nüfusun yüzde doksanı çalışarak, emek vererek, alın teri dökerek zor şartlarda kazanıyorlardı ekmek paralarını.
“Emek olmadan yemek olmaz” derlerdi büyüklerimiz.
Kırşehir’in Hızırağı’ndan Dinekbağı’na, Çukurçayı’dan, Bağbaşı Mahallesi’ne kadar olan alanlar bağ ve bahçelerden oluşmaktaydı. Herkes buraları ekip dikmekte, üretip satmakta evinin salçasını, pekmezini, reçelini kendi ürettikleri güllerden, vişnelerden, kayısılardan, ayvalardan, şeftalilerden yapmaktaydı. Yumurtasını beslediği tavuklardan, etini, sütünü, besledikleri koyunlardan, ineklerden temin ederlerdi. Türkiye genelinde olduğu gibi Kırşehir’de de nüfusun yüzde yetmişi köylerde yaşar, köylü tarlasında çalışır, koyununun, ineğinin, tavuğunun kısaca rızkının, ekmeğinin peşinde koşarlardı. Üretmek, çalışmak, alın teri akıtmak çok zordu. Ama her şeye rağmen herkes üreticiydi, herkes milli ekonomiye katkıda bulunuyordu, israf yapılmazdı, yazı ve kışı düşünülerek tasarruf yapılırdı.
Ancak şimdi günümüze bakıyorum da nüfusun büyük bölümü şehir merkezlerinde emek harcamadan, zorluk çekmeden, alın teri dökmeden, üretmeden tüketici olarak yaşıyor, hazıra konuyor. Tamamen tüketici toplumu olduk. Artık köylere şehirde bulunan marketlerden yoğurt, süt, salça, yumurta, tavuk ve et götürülüyor. İşte bu duruma bırakın üzülmeyi, ağlamamız gerekiyor.
Elbette ki yaşamak için tüketmek zorundayız, yemek içmek, giyinmek, barınmak ve ısınmak zorundayız. Ancak, bakıyorum da zorunlu ihtiyaçlarımızı tüketmeyi çoktan aştık, giderek har vurup harman savuran, ihtiyacımızdan fazlasını tüketen toplum olduk. Koca dünya bir alışveriş dünyasına döndü. Günümüzde gençler marka meraklısı oldu, ayakkabı, giysiler, kemer vs. giysilerde gözükecek marka ile saygınlık sağlamaya çalışır oldular. Bir üst modeli çıktıkça değiştirilen telefonlar, arabalar, ev eşyaları da cabası.
Asgari ücretle çalışan bir kişinin evinde bile, borçlanarak satın alınan son model LCD televizyon var. Kredi kartı borcu gittikçe kabarıyor, ödeyemeyecek hale geliyor, imkânsızlıklar içinde çırpınıp duruyor ve devletten af bekliyoruz.
Boş zamanlarımızda, kendimizi geliştirmek için bilim ve kültür ağırlıklı uğraşlar yapmak, kitap, gazete vs. okumak yerine, zamanımızı internette, cep telefonlarında, büyük alışveriş merkezlerinde gezerek, yiyip, içerek geçirir olduk. Dışarıdaki mis gibi havayı bırakıp, kendimizi yabancı kökenli büyük alışveriş merkezlerine kapattık. Çoğu kez dolaşırken temel ihtiyaçlarımızın yanında hiç de ihtiyacımız olmayan ürünleri de alabiliyoruz ister istemez. Ev yemeklerimizi bırakıp, hızlı pişirilen, trans yağlar kullanılarak hazırlanan sağlıksız yiyeceklerle karnımızı doyuruyoruz.
Tüketiyor da tüketiyoruz. Kısaca, ihtiyacımızdan fazlasını almaya ve tüketmeye başladık. Üstelik ürün pazarlama stratejilerinin gelişmesi, tüketin diye bağıran duygularımıza ve iştahımıza hitap eden reklamlar. Pazarlama teknikleri ile tüketime itilen bizler, büyüklü küçüklü şirketlerin ürettiği ürünlere sahip olurken, bunları imal eden şirketler de gittikçe büyüdü. Şirketler daha çeşitli ürünler imal ederken, insanlar da piyasaya yeni sürülen malları büyük bir iştahla alır oldular. İnsanlar malları alırken şirketler de daha çok kazandılar. Bu kısır döngü böylece sürüp gitti.
Neticede, bir tüketim toplumuna dönüştürüldük. Çağımızın son hastalığı ve bana göre bu çok büyük bir sorun, fakat insanlar bunu sorun olarak görmek bir yana böyle bir sorunun olduğunu bile bilmiyorlar. Mevcut düzen de bu sorunu körüklüyor.
“Tüketin” diye bağıran reklamlara bir sınırlama getirilmeli, insanlar bilinçlendirilmeli, bu konuda eğitilmeli, bu çılgınlık devam etmemeli ve bir an önce tüketim toplumundan emek veren, zorluk çeken, alın teri döken üreten toplum olma yolunu seçmeliyiz. Aksi durumda hayvanların yediği samanı dış ülkelerden almaya devam ederiz.