Kırşehir’de bir dedikodu kültürü var ki, sormayın gitsin!
43 yıllık bir gazeteci olarak benim duymadığımı birileri şıp diye duyuyor, hatta bana bir de haber ediyor, şöyle olmuş, böyle olmuş diye!
Biz de memlekette gazeteciyiz diye geçiniyoruz!
Böyle kültür görmedim doğrusunu söylemek gerekirse!
Meydana çıkmamış, gıcır gıcır dedikodular!
Vay anasına diyor, ağzım açık kalıyor bazen bu dedikodular karşısında…
Siyasette, ekonomide, çarşıda, pazarda ayağını sürüyüp gezenler mi çıkartıyor bunları, yoksa eli boş olanlar mı, yoksa dedikodudan geçinenler mi?
Bence sonuncu olanlar sanırım.
Hani bir söz vardır, “Yukarıda bir yalan söyledim, aşağıda kendim inandım” diye.
Dürüst olan, ancak bir yerde mecbur olduğu için yalan söylemek zorunda kalmış ise hemen yüzünün renginde belli eder nedense!
Çünkü yalan söyleyen kişinin ilk başvurduğu eylemlerden biri sıklıkla boğazını temizler, yutkunur gözlerini kaçırır, rengi atar.

Yani yalan söylemek böyle bir şey. Utanan, sıkılan, yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmeyen insanlar da belirir renk atma.
Neyse dedikodudan başladık, yalandan çıktık.
Siyasetçilerde yalan sanki onlar için olağan bir hal almış nedense.
Tek ayağında kırk yalan söylüyorlar!
Evet, ben oldum olası şu siyaseti hiç sevemedim nedense!
Çünkü siyaset kirli yapılıyor, kirletiliyor belki de bundandır.
Kırşehir’de dolaşan ve herkesi de çok etkilediğini düşündüğüm birçok dedikodu var ve bunlar zaman içinde dalga dalga yayılıyor!
Dedikodu adeta bir kültüre dönüşmüş gibi görünüyor.
Bırakın “komşuculuk” durumlarında yapılan dedikoduları... Meslekler de, siyaset de dedikodu hastalığının pençesine düştü. Bu nedenle dedikodu hayatımızın her alanına, her mesleğe girdi.
Belki bu da dedikoduyu, arkadan konuşmayı teşvik ediyor.
Aslında dedikodu iletişimin en kolay, en popüler, en basit yolu...
Adı üstünde: Dedikodu!
Bir emek, bir zahmet gerekmiyor dedikodu yapmak için... Zaten emek, zahmet, araştırma yapıldığı vakit, onun adı dedikodu olmaktan çıkıyor.
Bizim meslekte, yani gazetecilikte “dedikodu” ile “haber” arasında benzerlikler de var, ama ciddi farklar var. Her ikisi de bilgiye dayanır. Ama haber, doğru bilgiye dayanır. Teyit edilmiş bilgiye... Dedikodu gibi sadece duyma eylemiyle elde edilen bilgiye değil!..
Ama gelin görün ki bu dönemde “haber” ile “dedikodu” birbirinin içine fena halde karışmış durumda... Sosyal medyanın varlığı ve gazetecilik mesleğini icra edenlerin seviye problemi iyice düştü ne yazık ki!
Teknolojinin hızlı değişim ve dönüşümü, şüphesiz her sektör gibi medyayı da kendini yenilemeye mecbur bıraktı. Geleneksel gazetecilik, teknolojinin gelişimi ve buna bağlı olarak okuyucunun artan talepleri karşısında ayakta kalabilmek için kendini dönüştürmeye başladı. Okuyucular, artık her türlü haberleri internetten çok kısa zamanda takip edebiliyor.
Kamuoyunu ilgilendiren bir olay meydana geldiğinde artık her birey, akıllı telefonlar sayesinde etrafında olup biteni kaydederek sosyal medyada paylaşıp takipçilerine ulaştırabiliyor.
Hızla gelişen ve değişen bu çağda, iletişim etkinliklerinin yeniden inşa edilirken, basın meslek ilkeleri de ne yazık ki ayaklar altına alınıyor. İşini doğru yapanlar kadar, tehdit ve şantajla geçimini temin etmeye çalışanlar da her geçen gün artıyor ne yazık ki…
Elinde telefonu olan herkesin gazeteci olamayacağı bir gerçek. Çünkü gazeteciliğin de, gazetecilerin de belli kuralları ve kendi etik çerçevesi bulunan bir meslek olması gerekiyor. Bir gazeteci, tarafsız ve belirli ilkeler doğrultusunda haber üretmeli ki basına olan güven ve itibar atsın.
Ama gerek ülkemizde, gerekse Kırşehirimizde internette kendini basın ve gazeteci yerine koyup yalan, yanlış, gerçekle ilgisi olmayan, sanki dedikodu üreten kişi ve kuruluşlar karşımıza çıkıyor ve biz bunların yanlışlarını her gün düzeltmekten artık gına geldik ne yazık ki!
Yani delinin birisi bir taş atarmış ta kırk akıllı çıkaramazmış derler ya onun gibi bir şey.
İnternet çağında her şeye anında ulaşabildiğimiz gibi, anında yayılan her doğru ve yalanı da görebiliyorsun ne yazık ki!
Dilin kemiği yok ki, at atabildiğin kadar, yaz yazabildiğin kadar!
Tabi bir sahte hesaplarla yapılan iftiralar, hakaretler, çamurlar var ki onu hiç sormayın!
Kırşehir’de 43 yıldır yayınladığımız ve binlerce haber ve yorumlar kaleme aldığımız “Kırşehir Çiğdem” gazetesi olarak bizlerin böyle bir şansı yok. Yalanla, dolanla, dedikoduyla, tehditle, şantajla işimiz yok, olamaz da…

ANLAYANA…

Babalık böyle bir şey işte!

Kuzu etinden imal edilmiş yaprak döneri çok severmiş…
Bir gün canı yaprak döneri çok çekmiş. Babasının isteğini fark eden oğlu, almış babasını ve güzel bir lokantaya götürmüş… Baba, yemeği önce kendisi yemek istemiş… Ancak yaşlılığın verdiği zayıflık sonucu elleri titrediği için lokmayı ağzına götürmek istediği her seferinde üzerine dökmüş, yağı sakalına damlamış…
Lokantadaki insanların bakışları da pürdikkat onların üzerindeymiş…
Aşağılayıcı bakışlar, alaycı tavırlar, surat ekşitmelerle arada bir yaşlı babaya bakıyorlarmış. Bir süre sonra oğlu sabır ve itina ile lokmaları babasının ağzına koymaya başlamış…
Nihayet yemek bitmiş ve oğlu babasını alıp lavaboya götürmüş, elini-yüzünü iyice yıkamış, üstünü-başını silip temizlemiş, saçını-sakalını düzeltip taramış, gözlüklerini silip gözüne takmış, ardından da koluna girip dışarı çıkarmış…
Lokantada bulunanların hakaretamiz bakışları hâlâ onların üzerinde… Hiçbir bakışı umursamayan çocuğun ise yüzünde hep tebessüm varmış, babası çok sevdiği yemekten yiyip lezzet aldığı için…
Yemek parasını ödeyip çıkıyorlardı ki, arkalardan yaşlı bir amca seslenmiş:
– Hey evlat, burada bir şey bıraktığını unutmadın mı?
Az düşündükten sonra çocuk cevap vermiş:
– Hayır, masada bir şey bıraktığımı sanmıyorum!
Yaşlı amca:
– Hayır evlat, yanılıyorsun. Sen burada çok değerli bir şey bırakıp gidiyorsun!
Şaşkınlık içinde:
– Ne bırakmışım ki amca?!
– Sen burada, her evlat için bir ders ve her baba için bir umut bırakıp da gidiyorsun!…
Tam bir sessizlik hâkim olmuştu salona… Herkes yaptığından, düşündüğünden utanç duyuyordu…
Unutmuşlardı bir an, her sıkıntıda babalarına sığındıklarını:
- Baba! Şunu istiyorum.
– Baba! Bana şunu al.
– Baba! Şu okulda, şu üniversitede okumak istiyorum, şu kadar harç gerekiyor.
– Baba! Okul masrafları için şu kadar para lazım.
– Baba! Falan şehre gezmeye gitmek istiyorum, para ver.
– Baba! Doğum günümde bana ne aldın?
– Baba!…
– Baba!…
Ama bir defa olsun dememişlerdi sanki:
– Yanımdasın ya baba, benim için her şeye değer ve yeter!…
– Babam! Senin yanında olmak benim için bir dünyadır…
Hep sahip olmak istediklerimizden söylenip durduk, yokluklarımızdan sitem edip şikâyetçi olduk… Ama belki de hiç sormadık ona:
– Baba! Senin benden bir isteğin var mı?
Çoğumuza sormuşlardır kesin çocukluğumuzda, “Anneni mi çok seviyorsun, babanı mı?” diye. İlk başta “Her ikisini.” desek de az ısrar sonucu utanarak, sıkılarak kısık sesle, “Annemi.” diyorduk; buna rağmen baba içindeki acıyı bize hissettirmeden tebessüm ediyordu. Kim bilir, belki de herkesin yanında utanıyordu…
Ama bir gün gelir de kayıp giderse elinden, aile fertlerinin güzel yaşaması için ne tür zahmetlere katlandığını işte o zaman anlarsın…
Düşünüyorum da baba hakkında bir sure inmiş olsaydı, kesin babaya da yemin edilirdi:
Andolsun ekmek kokan nasırlı ellerine!…
Andolsun hep kaygı taşıyan gözlerine!…
Andolsun içine akan kutsal gözyaşlarına!
Andolsun keder dağına dönüşen yüce kalbine!…
Andolsun gururuna, garipliğine, kadri bilinmeyen kadrine!…
Cennet senin ayaklarının altında olmasa da…

***
Biraz da gülelim

Bastonunun ucuna lastik taksan!

Belediye otobüsü ağzına kadar dolu, yaşlı bir adamcağız ayakta. Elindeki bastonu otobüsün her kalkışında ve durusunda kayıyor ve adamcağız düşmemek için olanca gücünü harcıyor.
Bu sırada oturmakta olan gençlerden biri küstahça akil veriyor:
-Baba, baba, bastonunun ucuna lastik taksan kaymaz!
-Ah oğlum, demiş yaşlı adam, senin baban o lastiği zamanında taksaydı ben şimdi bu otobüste oturacak yer bulurdum!

***

Sevdiğim bir söz

“Dost kazığı başka kazıklara benzemez içine bir kere oturdu mu ömür boyu seni yer bitirir.”