BOONNUK ÇAYLAR BENDEN

Önceleri zengin olmasalar da diğer köylülerine nazaran kapılarında koyun, keçi, inek, dana eksik olmaz, bu sayede kurulan vakit sofralarında yavan soğan yerine etli, yağlı yoğurtlu, peynirli gibi çeşitli hayvansal ürünlerle yapılan türlerlekarınlarını doyururlardı.

             Babaları Hamdi’nin Bekir çeşitli aralıklarla çıkan savaşlarda üç kardeşini kaybetmiş şu koskoca dünyada yapayalnız ve aynı zamanda ‘arkasız’ kalmış bu yüzden “beni döverler korkusuyla” kendisine karşı yapılan haksızlıklarda birazcık ürkek ve çekingen davranmış bunun verdiği üzüntüyle amansız bir hastalığa yakalanıp genç denecek yaşta ölmüştü.

            Sabri babası öldüğünde henüz on dört ya da on beş yaşlarındaydı. Anneleri Meryem kadın yetim kalan iki kızı ve oğlu Sabri’yi kardeşlerinin kendisine kol kanat germesinin yanında onların verdiği maddi ve manevi desteklerle büyüttü.

             Sabri gerek askere gidinceye kadar gerekse askerden geldikten sonra biraz da dayılarının “bizim yetim yeğen” diye ondan yardımlarını esirgemeyip bunun yanında biraz da şımartmalarıyla halk tabirince ‘başangı’ yetişmişti.

             Sabri her şeyin en iyisini giyinen, elindekini arkadaşlarıyla paylaşmasını bilen arkadaş canlısı birisiydi. Zamanla ondaki bu bonkerliği fark eden arkadaşları kendisine ‘Çıtak’ lakabını takmışlardı.

             Çıtak Sabri zamanla köyünde sevilen sayılan birisi olmuştu. Şehre gidiş gelişlerinde oralarda kendisine yakın arkadaşlar edinmişti. Gerek şehirdeki gerekse köyündeki arkadaşlarının ısrarıyla muhtarlığa adaylığını koyup çok genç yaşta seçimi büyük bir çoğunlukla kazanarak köyüne muhtar oldu. Sofrası ve eli açık birisi olduğundan şehirden ve çevre köylerden misafiri hiç eksik olmuyordu. Dört yıllık süresi bitince ısrarlara dayanamayıp tekrar köyüne muhtar seçildi.

             Çıtak Sabri Almanya Türkiye’den işçi alımına başlayınca ikinci muhtarlık döneminin ikinci yılı bitiminde “arkadaşlarım gider de ben onlardan geri galır mıyım” diye anasının onca yalvarmalarına rağmen dayılarının; “bacı bırak gitsin, havası gursağında bari galmasın, onun yapacağı işleri Allah’ın izniyle biz sana düşürmeyiz” güvencesiyle muhtarlıktan istifa ederek işçi olmak için Almanya’nın yolunu tuttu.    

             Almanya’da biriktirilen bir Mark Türkiye’ye getirildiğinde iki lira ediyordu. Paranın yüzünün sıcaklığını anlayan Çıtak Sabri zamanla Alman hükümetinin ‘isteyen eş ve çocuklarını getirebilir’ yasasından faydalanarak hanımı ve çocuklarını da oraya götürmesini bildi.

             Aradan geçen yıllar içerisinde babasının denetiminde büyüyen çocuklar bazıları gibi örf ve ananelerden ayrılmayıp iş güç sahibi olurlarken yaşlanan ve cebi para görüp zenginleşen Sabri ve hanımı Gülümser’de burunlarında tüten memleket hasretine dayanamayıp köyün yolunu tutmuşlardı.

             Teknolojinin ilerlemesiyle Sabri’nin gençliğindeki rezil yaşam sona ermiş çiftçilik ve hayvancılık yapmak kolaylaşmıştı. Gençler kedilerine düşen işlerle uğraşırlarken köyün yaşlıları da havaların iyi olduğu zamanlarda kahve önlerinde altlarına çektikleri sandalyelerle gölge takibi ederek oturuyor, sabahtan akşama kadar lafın birisini bitirip diğerine başlıyorlardı.

             Kahvecinin sandalyesini işgal edecek hem çay söylemeden orada beleş oturacaksın, yok öyle dava, orası kavak gölgesi değil ticarethane. Ne de olsa kahveci orasıyla ev geçindirecek. Bunun bilincinde olan Çıtak Sabri “oğlum Yaap içenlere benden çay getir” diyerek kahveciye seslenir, ağzı da iyi laf yaptığından her konuda bilgiçlik taslayarak kimseye konuşma sırası vermez, çok zaman bir türlü bırakamadığı sigarası bu yüzden elinde sönerdi.

             Çıtak Sabri kimseye gık dedirtmeden muhtarlığından ve o günlerin zorluklarından, siyasetten, gelmişten, geçmişten, ekonomiden bir bilirkişi edasıyla ‘herkes beni dinliyor kanısıyla’ bıkıp usanmadan söz eder, ayrılacağı zaman da kahveci Yakup’u çağırarak içilen çayların hepsinin parasını verirken orada başkalarının konuşma hakkını gasp ettiğinin farkında bile olmazdı.

             Şerafettin fakir bir ailenin okuyup öğretmen olma hevesiyle yanıp tutuşan tek oğluydu. O ne kadar okuma hevesinde olsa da ‘çiftin ucundan oğlum giderse kim tutacak’ korkusu babası Dilsiz Süleyman’ı kahrediyordu. Günün birisinde Dilsiz Süleyman’ ın kapısını eski emekli öğretmenlerden Yahya Efendi çaldı. Ankara Hasanoğlan Köyenstitüsü’ne devletçe okutulup ileride öğretmen yetiştirmek üzere öğrenci alınacağını, köyde öğrenci toplama görevinin vilayetçe kendisine verildiğini uzun uzun anlattı. Köyünde sessiz ve suskunluğuyla tanınan ve bu yüzden lakabı dilsize çıkan Süleyman Yahya Hocadan duyduklarıyla iyice lal oldu. Az sonra kendisini toparlayıp “sen bilirsin Hoca Efendi, oğlumun hakkında hayırlısı ne ise o olsun” diyebildi.

             Şerafettin’de tıpkı babası gibi sessiz ve sakin, soran olmadıkça konuşmayan, üstüne elzem olmayan şeylere karışmayan birisiydi. Bu huyundan dolayı okulda arkadaşları ona zamanında köylülerin babasına taktıkları dilsiz lakabını şimdi kendisine takmışlardı.

             Şerafettin azimle okuyarak okulunu başarıyla bitirdikten sonra öğretmen olarak yıllarca yurdun çeşitli köy ve kasabalarında görev yapmış emekli olduktan sonra hanımıyla beraber köyüne yerleşmişti. Evinde kitaplığı vardı, isteyen öğrencilere evinin kapısını açarak onlardan faydalanmasını sağlıyordu. Tahsili ve kültürü zamanla kendisini yetiştirdiği için bayağı yerindeydi. Soran olursa her konuda bilgi donanımlıydı. Az konuşsa da öz konuşur, gerçekleri beyan eder, bilmedikleri konularda öyle ahkâm kesmez, kesenleri de yüzüne vurmasa da pek sevmezdi.

             Şerafettin Bey de diğer köylüleri gibi boş zamanlarında kahveye gelir, orada sohbetleri dinler yerine göre soran olursa cevaplar, böylelikle yıllardır hasret kaldığı köyü ve köylüleriyle hasret giderirdi. Sorulan sorulara cevap verirken ara sıra Çıtak Sabri’nin “yok hoca orası öyle değil, bence sen yanılıyorsun” gibi itirazlarına maruz kalır, ertesi günü işin doğrusunu ispatlamak için üşenmeden evinden ansiklopedi bile getirdiği olurdu. Köylü ona değil de belki de içtikleri çay hatırına Çıtak Sabri’den yana tavır alıyorlardı.

            Şerafettin Bey çifti çubuğu olmayan sadece devletin verdiği emekli maaşıyla geçinmeye çalışan birisiydi. Parası yok muydu elbette ki vardı, oğlan evereyim kız çıkarayım derken haliyle üç beş lira olan birikimini bunlarla bitirmişti. Hamdolsun muhannete muhtaçlığı yoktu, iyi kötü bir maaşı vardı, kendi yağıyla kavruluyordu. Onun canını sıkan tek şey Çıtak Sabri’den önce atak davranarak birkaç kez çay parası ödemesine rağmen köylülerin yine de Çıtak’ın sözlerini tasdik etmeleriydi. Ya bu köylü bir şey bilmiyor cahil kalmış, ya da sert tavırlı Çıtak’tan korktukları bir durum vardı.

             Bu tür durumlar Şerafettin Beyi bayağı rahatsız etmeye başladı, hatta bir ara göçü toparlayıp şehre taşınmayı dahi düşündü, gerisin geriye de “bir pireye bir yorgan yakılmaz” diye düşünerek bu huyundan vazgeçse de ara sıra kafayı buna takıp uykusuz kaldığı geceler oluyordu.

              Yine böyle uykusuz bir gecenin sabahında erkenden kalkıp acele bir kahvaltıdan sonra evde olan parasını yanına alarak ‘belki de yetmez’ kaygısıyla bir ahbabından ödünç bir miktar para alıp kahvenin yolunu tuttu. Kahve henüz yeni açılmıştı, selamlaşmadan sonra “Yakup, evladım bu gün içilen çaylar benden, al şu para sende kalsın” deyip kahvecinin şaşkın bakışları arasında sandalyesini alıp damın gölgesine oturdu. Aradan bir müddet sonra kahvenin önü kalabalıklaştı. En son Çıtak Sabri teşrif etti. Sandalyesine bir yer bulup oturduktan sonra “Yaaap, yavrum çaylarımızı geciktirme…”

             Bu söz üzerine sabaha kadar gözüne uyku girmeyip bu anı bekleyen Şerafettin Bey hışımla ayağa kalkarak “yoook öyle Sabri Ağaa, boon ağaşama gadar içilen çaylar benden, parasını peşin ödedim, boonnuk ben gonuşacaam sen dinenecek beni diğniyeceksin”.