Ah gözü kör olası fakirlik, aradan geçen yıllar içerisinde açtığı yaralar kapansa da insan geriye dönüp şöyle bir baktığında her nedense tekrar kanamaktadır.

             Ülke savaştan yeni çıkmış, köyde savaşa katılanlardan çoğu geriye dönmemiş, ardında dul ve yetimler bırakırken dönenlerin çoğunda da eski halinden eser kalmamış, kimi kolunu kimi bacağını kaybetmişti. Hayat devam ediyordu, yaşamak için gereksinmeleri tedarik etme dönemi başlamış bu sebepten hızlı bir çalışma ihtiyacı doğmuştu. Köylük yerde insanların tek tutunacağı geçim kaynağı çiftçilik ve hayvancılıktan başka ne olabilirdi ki.

              Bu nesilden doğanların perişanlığı bir dönem devam etse de zamanla gözü açılanlar başka yerlerde iş bulma ümidiyle yola çıkmışlar önlerine çıkan tüm zorlukları yenerek kendilerini ayakta tutacak iş bulabilmişlerdi. Fırsatını bulanlardan parmakla gösterilecek kadarı da Hasan Oğlan Öğretmen Okuluna kayıt yaptırabilmişlerdi.

             Baba ve anasını ısrarlarıyla köyde kalanlar çiftin ucundan tutarak yaşamlarını idame ettirmişler kendilerinde olmayanları da “el değiştirdi” ilkesine dayanarak telafi yoluna gitmişlerdir. Kimi hırsızlık denen bu çalma hastalığını meslek edinerek evinin geçimini sağlarken kimileri de kesenin babasında olduğundan harçlık istemeye utandığı için anasının yardımıyla ambardan buğday aşırıp gece köy bakkalına satarak sigarasını ve nişanlıya götüreceği çerezini temin etmiştir.

              Yinik yemek için bir araya gelen arkadaşlar ya evlerinden birer tavuk aşırarak, ya da bulamayınca komşunun kümesinden ufak yollu hırsızlıklarla tedarikledikleri tavuk ya da horozlarla bu işin üstesinden gelmişlerdir. Hırsızlığı meslek edinmiş ve bununla nam salmış başka bir köyün gençleri kimin kızına ailesini dünür gönderse kız tarafı ”hırsızlık yapar yine de kızımızı aç koymaz” diye gelenleri eli boş göndermezmiş.

             Çeten Osman ile Onmaz Sabri havadaki uçan kuşların bile ürkerek geçtiği köyün tepeye yakın bir mahallesinde iki komşu çocuğu aynı zamanda iki iyi arkadaş olarak büyüdüler. Bu mahallede tavuk, horoz koyun kuzu gibi yenecek hayvanlar sahiplerinin yanında bile canları tehlikede yaşarlar her an mideyi boylama durumuyla karşı karşıya kalırlardı.

             Çeten Osman Onmaz Sabri’den belki üç dört yaş büyük olmasına rağmen bu onların arkadaşlığına bir engel taşımıyordu. Aradaki yaş farkını göz önünde tutan Onmaz Sabri Çeten Osman’a genelde “dayı” diye hitap ediyordu. Askerden geldikten sonra da arkadaşlıkları ara sıra ufak tefek kırgınlıklara maruz kalsa da eskisi gibi devam ediyordu. Zamanla her ikisi de evlenmiş çoluk çocuğa karışmışlardı.

             Çeten Osman babasının tek oğlu idi. Taşınmazlar babasının ölümünden sonra iki bacısının hissesine düşen paylarını ona vermeye razı olmasıyla bölünmemiş o da cukka dan malların üzerine otururken bunun aksine Onmaz Sabri fakir bir ailenin beş oğlundan biri olduğundan ailesiyle perişan bir yaşam sürmekteydi. Her ne kadar Osman ona yardım etse de elden gelen öyün karın doyurmuyor çiftçi durmak ve amelelik yapmakla geçimini zar zor temin ediyordu.

             Bu iki arkadaş “vurdum duymaz” bir yapıya sahiptiler, dünya yıkılsa umurlarında değildi. Mahallenin huylarını çocukluklarından beri eksiksiz kabullenmişler, elden kalır yanları yoktu. Zamanla Almanya işçi alımına başlayınca buna Osman heves etse de anası ve hanımının gönlünü alamamış bunun aksine Sabri bulup buluşturarak işçi olmak için oranın yolunu tutmuştu.

             Yaşlılık kapıya dayanmış eski günler çoktan geride kalmıştı. Sabri Almanya’dan döndükten bir müddet sonra kızını Osman’ın ikinci oğlu Servet’e vermiş arkadaşlıklarının yanında bir de akraba olmuşlar toruna torbaya karışmışlardı.

             Durmak bilmeyen acımasız yıllar iki arkadaşında belini bükmüş bedenleri beyninden gelen emirlere uymaz olmuştu. Onmaz Sabri evin avlusunda torunuyla haline bakmadan top oynarken düşüp ayağını kırmış şehirdeki hastanede tedavi olduktan sonra evine gelmişti. Sağ olsun hısımı Osman her gün ziyaretine geliyordu. Aradan on beş gün kadar geçtikten sonra oğlu Vahap’a, “ha oğlum evde sıkıldım, beni el arabasına bindir de köyün gayfesinin önüne götür, gonu gomşuyunan iki laflayım bari.”

             Olacak olurda bu kadarda tesadüf olmaz ki, akşam evinde usanan Osman hanımına “Fadime galk gidelim de şu hısımı bi daha yokluyalım, ara verirsek hatirlenir.” Evden ayrılalı az bir zaman geçmişti ki ortalığı “küüüt” ardından yandım anam” sesi çınlattı. Yolda taşa tökezleyen Osman da ayağını kırmıştı. O da gerekli tedaviyi yaptırmış aradan geçen zaman içerisinde evde usanmıştı. Geçmiş olsuna gelenlerden Onmaz Sabri’nin kahve önüne el arabasıyla götürüldüğünü duymuştu. Ondan geri kalır mıydı, üç kuruş harçlıkla kandırdığı torunu Şaban onu her gün kahve önüne götürüyordu.

             İki arkadaş getirildikleri kahvenin önünde buluşuyorlar, akşama kadar eski günleri yad ediyorlar, bazen gülüp bazen hüzünleniyorlar ettikleri yarenliklerle kendilerini dinleyenlere hoşça vakit geçirtiyorlardı.

             Yine buluştukları günün biriydi. Lafın birini koyup diğerine başlıyorlardı. Yanlarında oturanlar tahta sandalyenin sertliği kıçlarını acıttığı için bazen ayağa kalkıp geziniyor veya biraz köyü dolaşıp tekrar yanlarına geliyorlardı. Ama kendileri öylemiydi. Oturdukları üç sandalye adeta birer mahkumdular.

             Bu durum kimseye demeseler de zamanla ikisini de tedirgin etmeye başlamıştı. İçini dökmek için Onmaz Sabri, “Dayı bizim kime ne kötülüğümüz oldu, Allah bizi niye cezalandırıyor” diye ağlamaklı bir ifade takınarak sordu.

             Bir ayağı bir sandalyede, kırık ayağı bir sandalyede, bedeni başka sandalyede olan Çeten Osman kendisi gibi aynı şekilde oturan hısımı Onmaz Sabri’ye ne diyebilirdi ki. Yaşanmışlıkları şöyle bir gözünde canlandırdı, Allaha şükür mazisinde tertemiz ele avuca alınacak bir anıları yoktu. Onmaz Sabri ile vakti zamanında ne filmler çevirmemişlerdi ki. Köylünün kaç kez koyununu canavar yiniği yapıp kursaklarına atmadılar mıydı. Komşunun küllük te daha gık demeden horozunu iç etmediler miydi. Bir başka komşunun süt danasını beraber yerlerken adamcağızı da buyur edip “yi hacağa, malın gibi yi” diye eğlemediler miydi. Kümeslerde tavuk civciv demeyip midelerine indirmediler miydi. Bundan dolayı adı Çeten Osman’a çıkmadı mıydı. Bu ve buna benzer başlarından onca nahoş hadiseler geçmişti. Şimdi hısımının sorusuna ne cevap vermeliydi.

             Onmaz Sabri hısımından sorduğu soruya cevap alamayacağını biliyordu. Yanlarında oturan emsalleri ve çoğu kişi yaşadıkları bu olayları biliyorlardı veya unutmuş gözüküyorlardı. Ya da onlar da bu tür olayları gençliklerinde yapmışlardı da lafı o gözeye düşürmüyorlardı.

              Ya orada oturan gençlere ne demeli. Şimdi bu iki arkadaş kalkıp ta başlarına gelen bu uğursuzlukları gençliklerinde yedikleri naneler den olduğunu açıkça anlatsalar kendilerini dinleyen gençler oğul ya da torunlarına zamanla bunları kakınç etmezler miydi?

             İkisi de göz göze geldiklerinde de o an birbirinin içinden geçenleri okuyordu sanki. Çeten Osman kahveci İbiş’i çağırdı, “oğlum bana müsaade, hesapları al, benim torun gayfedeyse çağır da beraber beni el arabasına yükleyin, üzerime sıhlet geldi ellaam!