Bizi biz yapan değerler yok olmaya başladı 
  

Irmak kenarına toplanan kurbağalar kaderlerine, yaşadıklarına sitem etmek ve seslerini duyurmak için toplu olarak  bağırıyorlarmış. Bağıran kurbağaların arasında bir kurbağa bağırmıyormuş, bunu fark eden  kurbağalar seslerini keserek bağırmayan kurbağaya, “Sen neden bizimle birlikte bağırmıyorsun, halinden memnunsun her halde” deyince, bağırmayan kurbağa da, “Yahu arkadaşlar benim derdim de çok, çok ta zor günler yaşıyorum, benim de sizler gibi bağıracak çok nedenlerim var, amma yerim o kadar dar ki! Şimdi bağırırsam ağzıma su kaçar” demiş.   
İşte kurbağa misali benim de Kırşehir’le, Kırşehir’in sorunlarıyla, yaşadıklarımla, insanlarla ilgili  yazacak o kadar  konularım var ki neresinden, nasıl yazacağımı, neresinden başlayacağımı bilemiyorum. Ağzıma su kaçar diye korkuyorum.  
Geçmiş yıllarda yazmış olduğum bir  yazımda “kaderden midir, talihten midir, nedir bilemiyorum ama mutlu, güzel ve sevindirici olayların beni bulmadığını, nerede üzücü olaylar varsa beni  bulduğunu” yazmış ve inşallah önümüzdeki yıllarda  güzel, sevindirici olaylar denk gelir en azından piyangodan bir ikramiye çıkar veya bir küp gömü bulurum da huzura ererim demiştim. Dedim demesine de bu sözlerim ters tepti. Her şey aynı tas aynı hamam, yaprak kımıldamıyor, bir arpa yol gidilmiyor.  
Hepimizin bildiği gibi geçmiş yıllarda yapılan yol çalışmaları, kavşak düzenlemeleri  Kırşehir’de trafiği bayağı yoğunlaştırdı. Bir de bu etkenlere trafiğe çıkan araç sayısında artış olduğunu, bazı evlerde 2-3 arabanın olduğunu ilave edersek şehir merkezinde oldukça yoğun bir trafikle karşı karşıyayız. Aslında bu yoğunluk hoşgörü, karşılıklı anlayış ve sabırla halledilebilir ama ne yazık ki Kırşehir gibi küçük bir ilde gidebileceğiniz en uzak alana yürüyerek dahi bir saatte giderken, şehir merkezine tüm semtlere yürüyerek otuz dakika gidebilirken, maşallah arabası olan herkes her yere arabasıyla gidiyor, yakında tuvalete de arayla gidilirse hiç şaşırmam! Bunun sonucunda  trafik tamamen içinden çıkılmaz, çekilmez, sinir bozucu ve stresli bir hale geliyor. Kimse kabahati kendinde görmüyor. Biraz anlayışlı, hoşgörülü ve sabırlı olunsa veya yürümek tercih edilse sorun kendiliğinden çözüme kavuşacak. 
Ne yazık ki Kırşehir’de herkes sinirli, stresli, dokunsan barut gibi patlayacak ve  kavga çıkacak. 
Bu yazımı kaleme almadan önce gündüz saatlerinde Ankara Caddesi’nde yürürken 70-75 yaşlarından bir amcamızın dalgın, öfkeli ve kendi kendine konuşarak yürümesine şahit oldum. Laf aramızda biraz peşinden yürüdüm, “nereye kadar kendi kendine konuşarak, bu şekilde yürüyecek” dedim. 
Amcamız öylesine yürüyor ki sadece vücudu kaldırımda, kafası başka yerlerde, yanından geçenleri görmüyor, nereden, hangi  binanın önünden geçtiğinin farkında değil, sadece yürüyor ve konuşuyor. 
Acaba bu  amcamızın ne derdi var bir kendisi, bir de Allah biliyordur. Oğlundan mı dertli, kızından mı dertli, gelininden mi dertli, eşinden mi dertli, maddi sıkıntıları mı var yoksa çocukları dışarı mı attı diyerek düşündüm.  Ama  onu dışarıda kendi kendine konuşturacak, nereden, nasıl, kimlerin yanından geçtiğinin farkında olmayacak kadar büyük bir derdinin olduğu da kesin. 
Amcamız bir müddet yürüyüp Cacabey Meydanı’na geldikten sonra istemeden önünde yürüyen yirmi, yirmi beş yaşlarında bir kişiye (Erkeğe) çarptı. 
Eyvaaah! Vay anasına sen misin bana  çarpan yaşlı amcamızın ne bunamadığı kaldı, ne  gözünün körlüğü! Sözde yirmi, yirmi beş yaşlarındaki insan görünümlü muhterem ağzından geleni saydı. 
Yaşlı amcamız istediği kadar özür dilese de, görmediğini, kafasının başka yerlerde olduğunu, dalgın olduğunu söylese de fayda etmedi. “Zatı muhterem derdin varsa, dalgınsan çıkma dışarı, insanlara çarpmak zorunda mısın?” diyerek bayağı saydırdı. 
O esnada etrafta yürüyen, olayı görüp film gibi seyreden insanları  gözlemledim acaba birisi müdahale ederek “Ayıp yahu, baban, hatta deden yaşındaki adam sana bilerek mi çarptı? Utanmadan bir büyüğümüze bu kadar hakaret edilir, laf söylenir mi?” der mi dedim amma kimseden ses çıkmadı, tren seyreder gibi seyrettiler. 
Evet iş başa düştü, devreye girmek zorunda kaldım ve insan görünümlü zatı muhtereme haddini bildirerek “Utanmıyor musun baban yaşındaki büyüğümüze bu sözleri söylemeye: Kim kime isteyerek, bilerek çarpar. Bu amcamız beş dakikadır benim önümde yürüyor, sürekli kendi kendine konuşuyor, el hareketleri  yapıyor, gözü hiçbir yeri ve insanı görmüyor, kulağı duymuyor, amcamızı bu kadar görmez ve duymaz  eden bir derdi vardır belli ki”  dedim  muhterimi zatı susturdum, utandırdım, yaşlı amcamızın koluna girerek bayağı yürüdük ama  hiç konuşmadık, ayrılırken sadece teşekkür ve dualar etti. 
Önceden bırakın tanıdığımızı, tanımadığımız bir büyüğümüzün yanından dahi geçerken sigarayı saklarken, sesimizi yükseltmezken, saygıda kusur etmezken, şimdi, hakaretler ediyor, dövmeye kalkıyoruz. Toplum olarak nereye gidiyoruz bilemiyorum. Bildiğim tek şey büyüklerimize saygıyı, küçüklerimize sevgiyi, kültürel ve ahlaki değerlerimizi kaybettiğimizdir. 
Sabır, hoşgörü, anlayış kalmadı. Yaşam kalitesi arttıkça duyarlılık azaldı. 
Gösteriş ve maddi değerler peşinde koşarken, bizi biz yapan, birlik ve beraberliğimizi sağlayan birçok değerlerimizi kaybettik. Tabiri yerindeyse öz mayamızdan koparak GDO’su değiştirilmiş  mayaları kullanmaya başladık. 
Maalesef  bize büyük bir ülke kazandıran birliğimizi, kültürel ahlaki değerlerimizi yitirdik. Saygı, sevgi, hoşgörü hiç kalmadı. Babamız yaşında büyüğümüze hakaret edecek, dövecek hale geldik. Var olan dünyada hep birlikte huzur içinde güzel şeyler yaşandığını unuttuk. Şimdi ise herkesin ayrı bir dünyası var. Herkes kendi dünyasında mutlu olabileceğini zannederek başka dünyaları görmezden gelip yok sayabiliyor, umursamıyor, bencil takılıyor.
 Toplum içinde yaşarken toplum kurallarına uymuyor, görmezlikten geliyor, Büyüğünü saymıyor, küçüğünü sevmiyor. Eskiden anne babalarımıza gösterdiğimiz saygıyı dışarıdaki  büyüklerimize de  gösterirdik. Geldiğimiz noktada ise yaşlılarımıza, büyüklerimize saygı  azaldı hatta kalmadı. Evlatlar annesine babasına bakmaz oldu. 
Yaşlılarımızın  bakımları toplumsal bir sorun haline geldi. Ülkemizin her şehrinde, her ilinde huzur evi adı altında yaşlı bakım evleri çoğaldı ve biz bunlarla  utanacağımız yerde övünüyoruz. Örnek verecek olursak “Bizim Kırşehir’de o kadar modern, lüks  huzurevleri var ki bir görseniz” diyerek anlatıyoruz. Utanacak halimize övünüyor, ağlanacak halimize gülüyor, huzur evlerinin çoğalmasının toplum olarak değerlerimizi kaybederek çürüdüğümüzü gösterdiğinin farkında olmuyoruz. Bir evlat annesine, babasına kol kanat gerseydi büyüklerimiz övündüğümüz huzur evlerinde kalır mıydı bunu hesap edemiyoruz. 
Çağdaşlık, modern ve lüks yaşam, gösteriş merakı  aklımızı başımızdan aldı. Sadece “ben” diyor, başkalarını görmüyor, duymuyoruz. 
Herkesin birbirine karşı güveni azaldı, şüphecilik arttı. 
Engelli insanlara karşı toplumsal duyarlılık gitgide eksildi. 
Maddi varlıklarımız arttıkça, değerlerimiz azaldı. 
Şimdilerde herkes yoğun, yorgun ve tek başına. 
Birbirine karşı seviyor gibi görünen insanlar  gerçekte sevmeyen güvensiz, umutsuz, mutsuz, bencil, hoşgörüsüz ve tahammülsüz insanlardır. En ufak bir anlaşmazlıkta nasıl da hemen  yakıyorlar, yıkıyorlar sevgi duvarlarını. 
Geçmişten günümüze kadar gelen toplumsal değerlerimizi hızla kaybediyorken, toplum olarak kendimize bile yabancılaşmanın bizlere verdiği zararları fark edebilirsek, önce içimizdeki bize, sonra ailemize ve daha sonra da topluma faydalı, değerlerine saygılı, birbirini seven, anlayan, merhametli, hoşgörülü, bireyler olabilirde  komşusuna güvenip de kapısına  kilit vurmayan, karnı toksa aç olana lokma yollayan,  misafire döşek verip kendi yatmayan, büyüğünü sayan, küçüğünü seven, sabırlı, hoş görülü, anlayışlı, milli ve manevi değerlerden kopmayan  toplum olduğumuz zaman mutlu olabiliriz.
Biliyorum bir çoğunuz bana katılmıyor olacaksınız. Zaman bunu gerektiriyor diyeceksiniz. İşte bu nedenledir ki  gelecek bu günden daha karanlık olacak baba evladını, evlat babasını yok sayacak  bizi aile, toplum ve ülke olarak yıkanda bu olacak. Bizler yani atalarımız bu dayanışma,  bizi biz yapan  kültürel değerlerimiz, birlikteliğimiz, öz mayamızla, kuru ekmek ve  üzüm hoşafıyla cephelerde savaş kazanmış,  kurtuluş savaşını vermiş, Çanakkale’de, İnönü’de, Dumlupınar’da, Kocatepe’de bir fiil yurdun her karesinde bu inançla tek yumruk mücadele ederek, kanlarını bu toprağa ve bu bayrağa vererek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurdurarak seksen dört milyon nüfusa ulaşan düşmanlarımızın korktuğu büyük bir  ülke haline gelmemizi sağlamıştır. 
Gidişatımız gösteriyor ki, bizler yarın aynı mücadeleyi veremeyeceğiz bu Cumhuriyete sahip çıkamayacağız. 
Çünkü bizi biz yapan değerler yok olmaya başladı.