Bir kâbus ki çöktü  ülkemin üzerine!..

Son yıllarda ülkemizin üzerinde kara bulutlar dolaşıyor; çöken kâbus; yaz, kış, bahar demeden her mevsim yıkıyor, yakıyor, can ve mal alıyor, bir türlü kurtulamıyoruz bu uğursuzluklardan…
İşte geçtiğimiz Temmuz ayı ülkeyi kavurdu, yaktı geçti. Günlerce sürdü yangınlar. Ağustos ayı ortalarına kadar devam etti.
Kara bulutlar çöktü ülkemin üzerine.
Her alanda bir kâbus yaşanıyor.
Bütün insanlar yorgun, yılgın, tedirgin, karamsar. Her an patlamaya hazır!
Akıl sır erdiremediğimiz olaylar yaşanıyor, cinayetler işleniyor her gün…
Seller, depremler, çığlar, orman yangınları, felaketler günlerdir acımasızca devam ediyor.
Bütün Anadolu kavruluyor, sıcaktan bir damla suya hasret Anadolu…
Barajlar, göller, göletler, ırmaklar kurudu.
Kırşehir’in Seyfe Gölü’nde artık canlı kalmadı. Flamingolar yok artık.
Çuğun Barajı’nda sular çekildi, yok artık eski suları…
Kızılırmak sessiz ve sakin şırıldayarak akıyor. Deli ve coşkulu aktığı günler mazide kaldı.
Ispallaz’dan çıkıp künk borular döşenerek İmaret’te akarak Emine Kadın Çeşmesi’den ve oradan Cacabey Camii’nin önündeki arklardan gidip çarşıyı sulayan sular hani? Tarih oldu hepsi!
Yok artık. Yeni nesiller inanır mı buradan suların akıp gittiğine?
Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli Horasan’dan Anadolu’ya gelirken Kırşehir’in Suluca Karaca Höyük’ü kendisine yurt olarak seçmişti.
Suluca Karaca Höyük’te onlarca değirmenler çeviren sular akıyordu yıllar önce buradan akan sular Çivril, Çiğdem, Küçük Kayı, Kayı Kisecik, Mikail, Pınarkaya, Altınyazı, Karacalı, Aksaklı, Babur köylerinin içinden geçerek Kesikköprü’den Kızılırmak’a döküldüğünü görüyoruz.
Kırşehir’in eski ilçemiz Hacıbektaş’ın eski adı Suluca Karaca Höyük’tü…
Bugün Hacıbektaş da bir damla suya hasret.
İşte Cemal Süreya dizelerinde bakın Kırşehir’in tarihteki eski adı Gülşehir’den, Türkçe konuşup, Türkçe yazan Aşıkpaşa’yı nasıl yorumluyor:
“Yunus ki sütdişleriyle Türkçenin
Ne güzel biçmişti gök ekinini,
Düşman müşman girmeden araya
Dolanıp bütün yukarı illeri
Toz duman içinde yollar boyunca
Canından sızdırmıştı şiiri;
Vasf-ı Hal'inde öyle esrikti
Acı dirliği Aşık Paşa'nın,
Günlük gibi havayı doldururdu.
Sevginin ve kimyanın öğretisi;
Bursa 'da otlar ağaçlar arasında
Kim yazdı günün aydınlığın
O diri o insan yüzlü beratını
Başka kim yazdı Emir Sultan'dan
Ve bakalım Balım Sultan Urum Abdallarından
Baba dostlarıyla kadınlarla
Birtakım ilişkilerden sıyrılarak
Çıkarak karıkocalığın dükkânından
Tuttu aynasında Kızıl Deli'yi;
Yağmur altında sicim gibi
Parasını serperken havuzlara
Aşık Garip unutmuştu kendini
Aklını fikrini takıp Mecnun'a,
Oralarda sevgili bir küfür gibi
Son yükselişi gibi bir sesin
Demirin taşın yergisiyle dolu
O çimenleri yeşerten nârâ
O dalga dalga yayılan
Anamın içi gibi ovalara,
Ve indi mi birden bire inen
Sımsıcak bir şafak gibi dağlara,
Sütbeyaz Ayvaz Kankırmızı Köroğlu;
Sen ki şu kısacık hayatında
Sevdin ve yaşadın kelimeleri
Bir gün bile düşürmedin kalbinden
Yarana bastığın büyülü deyimi
Niye mi koşarsın böyle ufka doğru
Pir Sultan mı ısmarladı seni
Kızılırmak’tan öte Sivas'a doğru
Yeryüzü gökyüzü ve sabah vakti
Bilece uçarsınız hastanız ulu
Alnında göğsünde parmak uçlarında
Kan pıhtısının ısrarlı bakışı
Siyaset meydanı hıncahınç dolu,
Ustamın gözlerindeki son damla mavi
Takılıp kalmış kirpiklerine,
Perçemi uysalca dolanmış darağacına, ;
Uzakta kavaklar kuşku sorulu
Bir tambur dehşeti sazında
Hazırlar kaderini Kadı Burhanettin'in
Olsa da bir gün Sivas 'a sultan
Fışkıracaktır kanı bir tuyuğ gibi
Azeri ağzıyla koçlara devran
Bir tuyuğ gibi elemsiz bir fıskıye gibi
Başı omuzundan kaydığı zaman;
Sen ki gözlerinle görmüştün 57'de
Babanın parçalanmış beynini
Kağıt bir paketle koydular mezara
İstesen belki elleyebilirdin de
Ama ağlamak haramdı sana
O günler istesen de istemesen de
Boğazında buruldu kaldı Türkçe
Mevsimlerin tülüne sarılı halde
Yıllarca dinlendirdin acını
Utandın ondan korktun bir bakıma
Sakladın geleninden gideninden;
Ve sen daha nice raslantılarla
Nice suçsuzun başında bulundun ki
Göğe urmak ister gözbebekleri
Nice şair nice duyarlık elçisi
Zehir Kazak zıkkım Gedayi
Bir buğday yüzlü zülfü doşaşığın
Özlemiyle karmış doğanın buyruğunu
Kütüğü nakıştan beter olmuş
Nar çiçeği Karacaoğlan: 
Yaz kış yapraklı Dertli Boran;
Ezilmişin tutanakçısı Kabasakal;
Dördüncü Murad'ın çılgınlığıyla
Yeniçeri bedenine nişanlar vuran
Seyrek asker Kayıkçı Kul Mustafa;
İşgal acılarından mavi bir lirizm çıkaran
Maliyeci şairlerin ilki Bayburt'lu Zihni;
Ve sürgün şairlerin ne ilki ne de sonuncusu
Yiğit ve açık Türkmen: Dadaloğlu;
Kamu kuşların yedi bin yıl
Tam bir danişmendlik içre uçtuğu
Ve gülün tek bir solukta
Köy köy dağılıp kahverengide
Kent kent kırmızıda toplandığı Gülşehri;
Kim bu Gülşehri öksüz Emrah kim?
Şems Banu ne olacak Kişverkişan nere kalesi?
Ya Ulu Camiin ünlü romancısı
Yalvaçlara kimlik kâğıdı dağıtan
Çekidüzeni unutulmaz Süleyman Çelebi?
Sen işte bunlarla bildin Türkçeyi
Bunlarla
Gelen giden obayı sevdi”
Evet sevgili okurlarım, “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” diyen Nazım’a da selam olsun.
Ya Kırşehir? Unutur muyum onu hiç? O hep avuçlarımda.