Bu ülke günlerdir aylardır ne acı ki Fetö’cü hainlerin rezaletlerini izliyor. Bu ülke günlerdir, haftalardır CHP’lilerin ve AKP’lilerin birbirlerine hakarete varan açıklamalarını ve restleşmelerini izliyor.

Bu ülke günlerdir aylardır ne acı ki Fetö’cü hainlerin rezaletlerini izliyor.
Bu ülke günlerdir, haftalardır CHP’lilerin ve AKP’lilerin birbirlerine hakarete varan açıklamalarını ve restleşmelerini izliyor.
Bu ülke günlerdir Amerika’da önce sanık, sonra tanıklığa terfi ettirilen ve yaptığı açıklamalarla ne hüneri varsa ortaya döken sahtekâr ve rüşvetçi iş adamı Reza’nın hezeyanlarını izliyor. Üstelik bu haine önce sahip çıkan Türkiye bunun için Amerika’ya iki defa nota bile vermişti. Bu durum Türk Milletini derinden yaraladı.
Bu ülke günlerdir ne yaptığı, ne konuştuğu anlaşılmayan ABD Başkanı Trump’un akıl almaz Kudüs kararını şaşkınlıkla, ibretle izliyor.
Bu ülke Yunanlıların Ege’de 18 adamızı işgal edip turizme açarken buraya kilise yaparken, Yunan Bayrağı asarken, Lozan’a göre suç değil miydi?
Yunan Cumhurbaşkanı ve Başbakanına sorulmalıydı, hatırlatılmalıydı Lozan’ın ne anlama geldiği… Zira Yunan Başbakanı Kıbrıs’ın işgal altında olduğunu söylemiş. Sadece müftü meselesi değil, Yunanlıların yıllardır yaptıkları anlatılmalıydı. Bu millet günlerdir bunları izliyor ibret ve hayretle.
Bu ülke günlerdir gerildikçe geriliyor. Siyasetçilerin uzlaşmacı bir dil yerine sürekli kışkırtmalarını izliyor. Her gün kadın cinayetlerini, hayvan katliamlarını hayret ve ibretle izliyor.
Bu ülke günlerdir, MHP’nin kayıtsız şartsız AKP’ye teslim olduğunu üzüntüyle izlerken, MHP’ye inat yeni kurulan İyi Parti’nin de dengeleri alt üst ettiğini görüyor. İlk seçimde ak koyun, kara koyun belli olacak.
İşte bunun içindir ki ülkemizin normalleşmeye ihtiyacı var. Ülkenin huzura, barışa, kardeşliğe ihtiyacı var Atatürk’ün Türkiye’sinin.
İşte bütün bunların daha fazla detaylarına girmeden Kırşehir’e ve özellikle kendime dönmek istiyorum.
Görüyor musunuz sahipsiz ve çaresiz Kırşehir’in dağlarına sisler çöktü yine!..
Hatta kış kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı.
Mevsim mi, artık kışa girdik, 2017’nin son günleri…
Yeni yıla şunun şurasında kaç gün kaldı ki?
Kimi zaman güneş ışınlarıyla yağmur damlaları toprağı birlikte ıslatırken, gökkuşağı oluşuyor.
İnanmıyorsanız çıkın Kervansaray’ın, Akbayır’ın tepelerine…
Dumanlar çökmüş üzerine Kırşehir’i izlerken, neler düşünecek, neler hissedeceksiniz…
Sobalar yanmış, dumanlar tütüyor kaderine terkedilmiş demokrasi gazisi Kırşehir’in üzerine…
Bir hüzün çöküyor yine içime…
Hemen her Aralık aylarında olduğu gibi çıkarım yükseklerine seyreylerim Kırşehir’i doyasıya…
Dün yine öyle yaptım dostum Doktor Erdal Ahat’la. Doktor Erdal bey bayıldı Kervansaray dağlarındaki ormanlara Kırşehir’in tüm dağlarının ağaçlandırılmasını istiyordu.
Ben de düşlüyorum yine. Bir şey mi başlıyor, yoksa yarım kalmış bir şey mi tükeniyor?
Benim gibi gazeteci de düşünür durur, memleketim Kırşehir’i yaşayarak, avuçlarıma alırım Kırşehir’i… Okşarım, örselerim, severim onu ölümüne…
Yazmadığım ne kaldı ki Kırşehir için?
Sonra zamana meydan okurcasına mı, yoksa zaman mı meydan okudu hayata bilemiyorum!
Saklama yaşını bilen bilir diyorlar!
Saklayacak neyim kaldı hayatta?
Kırşehir’de Karagüllü’ye söyletemedim gerçek yaşını… Otuz dokuzda takıldı kaldı, yukarı çıkmadı gitti bir türlü. Kırkına gelseydi damak attıracaktı dostlarına…
Kim bilir o da hüznünü böyle avutuyordur.
Onun için elimde kalem yazarım yıllar yılı, çocukluğumdan bu yana… Seve seve, duygu yüklü, özlem yüklü…
O kalemler ki eskidi, atıldı yerine geldi makineler.
Bilmem makinelerle yazıldıkça yazılar epeyce bir anlam değişikliğine uğradı mı ya da uğruyor mu?
Babalarımız eski yazıyı bir türlü bırakmamışlardı. Daktilolar çıktı da yazmak bambaşka bir nitelik mi kazandı ya da kaybetti?
Hani bir yazıya başlarken kendime bazen “vazgeç” derim. Yüzlerce yazım masamın üzerinde yarım kalmışı var, yayınlanmışı var, görevini yapanlar var! Kimilerini rahatsız eden yazılarım var.
Önüme seriyorum eski yazılarımı, yalnız başlıklarını okuyorum, üzülüyorum, elem duyuyorum! Doyamıyorum yazdıklarıma…
“Ah keşkem” diyorum.
Görüyorsunuz hep hüzün veren duygulanmalar var.
Yıllar geçti, şu hüzün sözcüğünün Türkçe karşılığını bulamadım gitti.
Sahi hüzün nedir?
Tanımını yapmak da güç, ağlamaklı bir şey de değil! Ya öyleyse ne olabilir?
Bilseydim tabi karşılığını yazardım.
Göz yaşartmıyor. Ağlamak, sızlamak da yok.
Hüzünlenmek nedir diye yazmak kolaya geliyor.
Bilmem okurlarım anlıyor mu benim bu duygumu, hüznümü? Anlamışlardır beni. Kırşehir’i benim kadar böyle çok seven gazeteci olmadığını biliyorlardır. Ama ben yine de ustam Dursun Yastıman’ı unutur muyum, saygısızlık edemem, o bir Kırşehir’dir. Ona buradan selâm gönderiyor, onun ellerinden, yanaklarından öpüyorum.
Hüzün diye dalıp gittim yine. Türkçesini bulamamışız. Belki de iyi olmuş dilimizde pek çok yabancı sözcük var Arapça’dan Fransızca’ya, İngilizce’ye. Benimsemişiz, yeri geldiğinde kullanıyoruz babamızın malı gibi!
Bıraksan hüzünleneceğiz hepimiz, oysa hüzün elimizi ayağımızı tutan yanlış bir davranışın belirtisi. Hüznü dillerimizden çıkarsak belki daha iyi olacak!
“Canlanmak, dirilmek, dayanmak, yaşamak varken niye kendimi başkalarının görmezden geldiği, duymazdan geldiği günlük yaşamsal olaylara kaptırıyorum?” diyorum kendime. Düşünüyorum da, benim yaptığım onurlu adamların işi. Çıkarcıların, sahtekâr ve kuyruk yalayıcıların, ihalecilerin, besleme ve hastalıklı kafaların işi olamaz diyorum.
Mutluluk, coşku, sevgi, aşk yok mu? Bu bana yeter.
Yıkılsın hüzün, yok olsun gitsin!
Bağımsızlığımızı, özgürlüğümüzü yaşamak belki de hüzün denilen şeylerden kurtulmak olmalı.
“Hüzünlendim ben yine” demeden pencereyi, kapıyı kapatın gitsinler istedikleri yere.
Benden uzak dursunlar da…
İşte bugün de böyle yazdım gitti ya…
Öyleyse yazımızı bir fıkra ile noktalayalım:
Adamın biri işlerinin yolunda gitmesi için Allah’a yalvarmış.
“Her şey iyi olursa ahtım olsun eşeğimi sırtıma alıp Galata Kulesi’nin tepesine çıkaracağım” diye yemin etmiş.
Hikâye bu ya, kısa süre sonra tüm sorunları çözülmüş ve yeminini yerine getirmeye gelmiş.
Eşeğini alıp Galata Kulesi’ne gitmiş, bakmış ki kule çok yüksek. Koca eşeği sırtına alıp dar merdivenlerden döne döne kulenin tepesine nasıl çıkartacak? İmkânsız!
Kapıda aksakallı bir Bektaşi varmış. Yeminini anlatarak ona akıl danışmış.
Bektaşi, “Her derdin bir çaresi vardır” diyerek sormuş:
“İçki içer misin?”
“Haşa içmem”
“Kumar oynar mısın?”
“Asla oynamam.”
“Gazete-kitap okur musun?”
“Vaktim yok ki nasıl okuyayım?”
“Tiyatroya, eğlenmeye, saza, caza, dansa gider misin?”
“Gavur adetlerini sevmem.”
“Çapkınlık durumun nasıl? Kadınlarla, kızlarla alem yapar mısın?”
“Asla yapmam!”
Ak sakallı Bektaşi, “Tamam” demiş meseleyi çözdük!
Eşeği kuleye çıkarmaya gerek kalmadı, lüzum da yok. Sen kendin çık. Yeminini yerine getirmiş olursun!