"Yorgunluk sadece bedende olmaz. en çok da yürekte hayaller de umutlar da olur.

"Yorgunluk sadece bedende olmaz.en çok da yürekte hayaller de umutlar da olur."
"Kimin ne kadar işine yarıyorsanız, o kadar değerlisiniz. Fazla söze gerek yok !"
“iyi niyetini kaybetmene gerek yok.değerini bilmeyen insanları kaybetsen yeter."
"İnsanların ellerinden hayalleri alınacak olsa, başka ne zevkleri kalır?"
"Cehaletle deha arasındaki gerçek fark nedir biliyor musunuz? Dehanın sınırları var cehaletinse hiçbir sınırı yoktur."
Sözleri ne kadar anlamlı, ne kadar güzel ve özlü sözlerimizdir.
Pek muhterem arkadaşlarım, can dostlarım, “gurbet elde bana selamın yok mu diyen” yalnızlığı yüreğine kor olarak koymuş aziz hemşehrilerim...
Güzel insanlar, bizleri küçük ölümden sabahın ışıklarına gözlerimizi açan Allah'ımıza hamdolsun. Evlerinizden huzur ve mutluluk hiç eksik olmasın.
İnsanların ellerinden hayalleri alınacak olsa başka ne zevkleri duyguları kalır?
Alıyorlar işte!
Bazen de Kıh ...Kıh.... gülerek sefaletinle alay ediyorlar.
Söylediğin güzel sözler, verdiğin değer bir çift sözle onarılmaz yaralar açıyor..Düşündükçe yutkunuyor ve çare bulamıyorsun.
Neden mi çare bulamıyorsun?
Hani " Gözünün önüne bak!" derler ya! Biz gözümüzün önüne bakamadık. Körler mahallesinde ayna sattık. Devamlı sırt kaşıyıp, ense sıvazladık.
Öyle olmalıydık. Çünkü aynanın öbür yüzüne bakınca güçlü olman gerekiyor. Öyle an geliyor ki düşünecek akıl kalmıyor. El oğlu güzel akıl almış. Biz de bulunan ve mevcut aklımızı yok yere harcamışız.
İşte şimdi? Bizim Kırşehirli Şemsi Yastıman üstadımızın sözlerini hatırladım. "NEYLEYİM DENİZİ IRMAK İSTİYOM."
Hiç bir şey de gözüm yok. Olmadı da. Kaderin çizdiği yolda gitmek,ona inanmak, böbürlenmemek, kibirlenmemek en doğrusu diyorum.
Bunun adına da KADER diyorlar.
Ömür çok kısa. Öyle an gelir ki nasıl geçtiğini anlayamazsınız. Yalnız kimseyi kırmayın. Küçümsemeyin. Rızkı veren Allah. Geldiğimiz yeri bilelim yeter.
Her şey sizin istediğiniz gibi olsun can dostlarım.
Kırşehir’de insanlarımız bazen eskileri yad eder, sevdiklerine özlemle kavuşmayı bekler. Hasretle yananlarımız olduğu gibi nefretle ananlarımız da yok değil.
Oysa özlem, hasret duymak, sevdiğine kavuşmak, o mutluluğu ve sevinci yaşamak ne güzel şeydir.
İşte Kırşehir’de bir hikâye. Bir hasretlik öyküsü, hasretle yanan öyküsü…
Kırşehir’de küçücük bir dağ köyü. O yıllarda elektriği yok, suyu yok, yolu hiç yok. İnsanlar geçimlerini zor temin ediyorlardı. Şimdiki gibi tarım aletleri yok. Varlıklı olan ailelerin 2 çift, biraz durumu zayıf olanların 1 çift öküzü bulunurdu. At sadece birkaç kişide var...
Elli yıl önce bulunduğumuz yörede yolların asfaltı yoktu. Sadece bir araba geçecek kadar kırma taştan yapılmış yol vardı. Şehre gidecek insanlar bu yola çıkar, birkaç saat beklerdi. O devrin meşhur üzeri açık arabalarından bir tanesi gelir, sevinçle arabaya binerlerdi. Yolda geçen arabanın tozundan, arkadan gelen araba yaklaşıp yolu zor bulurdu. Köprüler taştan yapılmıştı. Daracıktı. Bir kamyon zor geçerdi. Yolun bazı yerleri çok virajlı olduğu için, arabalar hızını alamaz, köprüden aşağıya yuvarlanırlardı.
Kışlar çok çetin geçer, 1-1,5 metre kar yağardı. İnsanların, hayvanlarına yiyecek temin etmeleri oldukça zordu. Yağan karlar uzun süreli kalkmaz her taraf buz tutardı. Su bulunmadığından; çok uzak yerlerde bulunan kuyu veya çeşmelere hayvanlar götürülüp oralarda sulanırdı. Kendi içecekleri suları da hayvanların üzerlerine koydukları ağaç heybe içerisindeki testi veya tenekelerle getirirler, birkaç gün idare ederlerdi.
Köyün tek odalı bir okulu vardı. 1. sınıftan, 5. sınıfa kadar tüm öğrenciler aynı anda bu sınıfa dolarlar, öğretmenlerinin hazırladığı programa göre ders işlerlerdi. O zamanlarda kame tatili 3 dönemden oluşuyordu.
Bahar yaklaşıyor... Ana, baba ve çocuklarda bir heyecan. Baharla birlikte koyunlar kırlara çıkarılır, ala karlı yerlerde gezdirilirdi. Koyunların kuzulama mevsimi. O soğukta doğan kuzular takip edilir, eşek üzerindeki heybe veya eski kilimlere sarılarak üşümeleri önlenirdi. Akşam sahiplerine teslim edilen kuzuların karşılığında, müjde olarak 1 yumurta almak ne büyük keyifti! O kuzular koyunluk denen yerde, tahta ile çevrilmiş barınakların içerisine konur, koruma altına alınırdı. Onların melemeleri, anneleri ile birlikte bir araya gelmeleri insanlara büyük bir zevk verirdi. Ahırdaki hayvanların altları temizlenir, tımarları yapılır, onlara bir çocuk gibi bakılırdı. Bu arada evde bulunan çocuklar büyür, köydeki okulundan mezun olurlardı.
Okulun kapanması ile birlikte 10-12 yaşındaki çocuklar, köy içerisine veya başka bir köye "boş gezmesin" diye çoban verilirdi. Bu çocukların işi terk etmemeleri için babaları tarafından ücretleri peşin alınır, o çocuk zorla da olsa çalıştırılırdı. O şekilde hareket edilmese tarladan çıkan mahsul, yiyeceklerine ve diğer giderlerine yetmezdi. İlkokulu bitiren çocuk il veya ilçede bulunan ortaokula yazdırılırdı. Okullar eğitimine başlamasına rağmen gününü tamamlamayan çocuk, okula gönderilmez, herkesten sonra giderdi. Bu çocuktan nasıl verim beklenirdi?
Kırsal kesimden gelen çocukların üzerinde bir ceket, bir de şalvar olurdu. Ayaklarında soğukkuyu dediğimiz lastik ayakkabılar vardı. Diğer çocukların arasında ayaklarını saklamaya çalışırlardı. Kravat alamazlardı. Bir de o zamanlar her öğrenci şapka giyerdi. Şapkayı almak bu durumdaki veliler için çok büyük külfet görülürdü.
Köyünden, tek derslikli okuldan ve tek öğretmenden ders alan bu çocuğun uyum sağlaması için aradan aylar geçerdi. Bulunduğu yerlerde, bir küçük oda tutarlardı. Evin sobası olmazdı. Vasıta olmadığı için yiyecekleri ayda bir getirilir, bu çocuklar nasıl okuyacaklardı? Kitaplarını alamazlar, yardımcı ders aletlerini hiç bilmezlerdi. Akşamları soğukta kıvranırlardı. Ancak yanında bulunan arkadaşlarının samimi davranışları bunların içini ısıtırdı. Okudukları yerde hafta sonlarını zor getirirler, hasretini çektikleri anne ve babalarına koşarlardı. Daha önce güttükleri kuzuları severler, hayvanların tımarlarını yaparlar, iki günlük zamanlarını hayvanlarını otlatmakla' geçirirlerdi.
Tekrar okula dönüş başlardı. Çoğu zaman, arabaya binecek paraları olmazdı. Sırtlarına biraz yiyecek sararlar. 10-15 km yolu yürüyerek giderlerdi. 3 saatte gittikleri bu yol, ders çalışma zamanı için çok önemliydi. Ancak yiyecek getirmeleri de gerekiyordu. Okullar kapanır. Tatile girilir, karneler alınırdı. Bizim gençlerin karne notları çok kırık olurdu. Babalarına ne diyeceklerdi? Halbuki bulundukları ortam çok kötü, çalışmalarına imkan vermezdi. Bazı gözü açık geçinen öğrenciler, babalarını kandırmak için kame üzerinde tahribat yaparlardı. Sadece kendilerini kandırırlardı. Ancak "Karamanın koyunu" sonradan belli olurdu. Yaptıklarının cezasını, bulunduğu okul idaresi verirdi. Çünkü notların aslı, okuldaki sınıf geçme defterinde yazılı idi.
Bütünlemeye kalan çocuklar yaz tatilinde iş izdihamı sebebiyle derslerine çalışamazlar, sadece tarlada çalıştırılırlardı. O yıllarda ilkokul ve ortaokulu bitirmek, çok büyük başarı sayılırdı. İlkokul ve ortaokuldan sonra bitirme sınavları yapılır, yıl içerisinde ne kadar yüksek not alınırsa alınsın, bitirme sınavında düşük alındığı zaman gelecek yıla kalınırdı. İki yıl üst üste kalan öğrenciye sarı kağıttan bir belge verilir, okuma hakkını kaybederdi.
Ulaşım ve haberleşme yok gibiydi. Telefon sadece varlıklı ailelerde ve büyük ticarethanelerde bulunurdu. Köylerde telefon olmazdı. Şimdi her gencin cebinde iki adet telefon veya iki hattı var. Okullar son derece güzel eğitim veriyor. İstemediğimiz kadar kitap var. Çeşitli kaynak kitapları var. Yiyecek, içecek, her şey bol. Kimse dışarıda değil. Devletin ve özel kişilerin açtıkları yurtlar var. Kalmaya ve okumaya elverişli yerler.
O dönemde bunca sıkıntılara rağmen, sağlam bir arkadaşlık vardı. Gerek kendi köyümüzden, gerekse çevre köylerden edindiğimiz arkadaşlarımızın büyük yardımlarını görürdük. Bizler de kendimize düşecek hiçbir yardımdan kaçınmazdık. Çok iyi dostlarımız olurdu. Aradan elli yıl gibi bir zaman geçmesine rağmen, bu insanlar birbirlerini hiçbir zaman unutmuyorlar. Çünkü çıkarları ve menfaatleri yok. İnsanlar her ne kadar doğduğu değil de, doyduğu yeri seviyorsa da, küçük yaşlarda bulunduğu yerin ortamını hiçbir zaman unutamıyor.
İçimde bir ateş yanar! Küçük ama doğduğum, büyüdüğüm, hayvan otlattığım yerler... Çok soğuk havalarda buzların üzerinde topaç döndürdüğüm, sapları ezen dövenin dişlerini sökerek, kızak yapıp kaydığım yerler. Dağlarının tepesine çıkıp, etrafı seyredip tertemiz bir hava almak. Dağda bulunan çeşmesinden buz gibi bir su içmek, her şeye değer gibi geliyor bana.
O kırma taştan yapılmış yollar, şimdi çift yol olmuş, asfalt yapılmış. İstediğin yere anında araba bulunuyor. Ama o eski mutluluk hiçbir zaman yakalanamıyor. Bazen eskilere dalarım. Dağlarından temiz hava alırım, o kayalıkların içerisinde geçerken içerime bir sızı düşer nedense? Neden hasret çekerim bilemiyorum?
Genç olsam. Yine oralara giderek tarlalarında, kayalıklarında gezsem istiyorum. Yaz sıcağında koyun ile kuzuların arkasında susuz kalsam. Yanmış ciğerlerin kebabı olsam. Dağarcıktan bir yufka ekmek çıkarıp, çökelek ve soğanla yesem. Geceleri karanlıktan korkarak hayvanları otlatsam. Karınlarını doyurduktan sonra çifte koşsam. Akşamlara kadar çalışmak istiyorum. Yorulup herk edilmiş toprağın üzerine yatarak, güneşin altında rahat bir uyku uyusam. Tarla fareleri yarım kalmış ekmeklerimi alsa kaçsa. Ciyak ciyak ötseler.
Tarladan gelirken (şimdi viran olmuş) bağa uğrasam. Kağnı tozları kaplamış parmak üzümlerini koparıp yesem. Dağarcığımdan çıkardığım kuru ekmekleri ufalayıp azık yapsam. Ah işte!
Yıpranmış bir beden. Yorulmuş bir kafa. Bozulmuş bir sağlık. Yaş mı ilerledi? Hayat şartlarımı bizi yıprattı bilemiyorum. Bugün yine yüreğimiz kabardı. Yine eskileri hatırladık. Kardeş şaire ait bir dörtlük geldi aklıma. Gözlerim sulandı.

O dörtlüğü sizlerle paylaşalım:
"Bizim köyden uzak, şehirler varmış
Orda mısın yoksa haber sal bana
Gece sokaklarda, ışık yanarmış
Kavuşmamız gibi, bir masal bana"

Şimdi her türlü imkanım olsa da, o günlerin hasretini çekiyor, o günleri özlüyorum. Gençliğimi mi yoksa sağlığımı mı kaybettim?