BENDE MİSAFİR ODASI YAPACAAMDA

                                             BENDE MİSAFİR ODASI YAPACAAMDA

            Evin avlusunda bir beri, bir öte olta atıyor, karabaş köpeği de ona eşlik ediyordu. “Hayırdır, derdin ne Sülemen emmi? “ diye birisi gelip hal hatır sormaya kalksa belki de bütün öfkesini ondan alacak kadar çok sinirliydi.

            Evi avlusunda dolaşmaktan yarım metreyi bulan karı çiğneyip dümdüz ettiğinin farkında birle değildi. Kar inadına yağıyor çıkan fırtınayla Sülemen’in ağzına burnuna doluyor adeta o da öfkesini sanki Sülemen’den alıyor gibiydi.

            Hanımı Sakine kadın ara sıra odanın penceresinin kırk yamalıklı perdesini aralayıp meraklandığı kocasını seyretmeye çalışıyor fakat ağzının buharı camı puslandırdığı için dışarıyı pek göremiyordu.

            Evliliklerinden beri kocasının huyunu bir türlü çözememişti. Adam kendisine meramını anlatmadan ‘sanki o derdini biliyormuşçasına’ kendisinden derman bekliyor, derdini söylemediği hanımının nasıl derman olacağını hesap edemiyordu. Gel gör ki Sülemen yine her zamanki gibi tafralar takınmış kendi kendine oflayıp, puflayıp duruyordu. “Derdin ne herif,  nedir bu suratsızlığın” diye sorsa da ondan bir türlü cevap alamamıştı.

            Ağzında kaçıncısını yakıp söndürdüğünü bilmediği sigarasıyla avluda ayak basmadık yer bırakmayan Sülemen çiğnediği karların basa basa buza döndürdüğünün farkında bile değildi.  Nasıl oldu kendiside anlamadı, birden ayaklarının yerden kesilmesiyle sırtındaki kuru kemiklerinin sesini duyar gibi oldu. Ayağındaki mest lastik ayakkabı kaymıştı. Yere düşmesiyle “gatır sıpaları adam mektubumun garşılığını bu gadar geciktirir mi?” diye kedi kendine mırıldandığında elinden düşen sigarasının döşünü yaktığını fark etti.

            Kendi fakirse de gönlü yükseklerdeydi, “ben fakırsam göönümde fakir daal ya ” diye ara sıra iç geçirdiği olurdu. Sakine ile evlendikten sonra üç oğlu iki kızı olmuştu. Kız evladı köylük yerde iki su dolu testiyi yerden kaldırıp çeşmeden eve taşır, hele de güzel olursa hemen gelin olurdu. Erkek çocukları için durum farklıydı. Fakir zengin kapısına oğlu için dünür gidemez kendi ayarındakilerin kapısını çalardı. Sülemen’in iki kızı gelin olmuş, fakat yaşları bir hayli geçmelerine rağmen oğulları fakirlik engeline takılmıştı. Fakirliği yanında şakacılığı bir an olsun elden bırakmazdı. Ara sıra “oğlum köylü kızını sizlere vermiyor, siz de gidip onların ahırlarındaki eşeklerini kaçırın” diye onlara takılırdı.

            Köyde iki kahve vardı. Genelde işin olmadığı kış günlerinde oraya gençler takılır kendi aralarında çeşitli kağıt oyunları, tavla, domino gibi oyunlar oynar boş vakitlerini geçirirlerdi. Yaşlılar ise vakit namazlarında sonra köy odalarına giderler oraya dışarıdan gelmiş çeşitli misafirlerle muhabbet eder bilmediklerini duymadıklarını onlardan dinlerler, oda sahibi vicdana gelirde bataryalı radyoyu açarsa haberleri dinlerlerdi.

            Oda açmak herkesin yapacağı değil, zengin adam işiydi, gelen misafirleri ağırlamak, isteklerini yerine getirmek, yataklarını ayarlamak, atlarına, eşeklerine ahır ve yem tedariklemek, çerçilerin at arabasındaki malzemelerini korumak görüldüğü gibi basit şeyler değildi.

            Oda sahiplerinin bazıları oda açmakla kendisini başkalarında yüksek görür, onlarla dalga geçer, engin tarafını görürse aşağılar, bu gibi saymakla bitmeyen hatalara düşerlerdi. Bu hakaretlere maruz kalanlar oda sahibine kızdığından birkaç gün odaya uğramasa da gidip vakit geçirecek başka yerleri olmadığından mecburen ‘tilkinin kümes hesabı’ oraya tekrar varmaya mecbur kalırlardı.

            Bu kişilerden biriside Sülemen çavuştu.  Askerliğini çavuş olarak yaptığından böyle anılmaktan gururlanırdı. Çavuşluk askerde kalsa da oradaki emir verme alışkanlığı Sülemen’nin sivil hayatında bir türlü omzundan atamadığı karakteriydi. Bir kış günü odalardan birisine gitmişti. Kış ayı olduğundan sırtına yamalıklarından ana kumaşı belli olmayan elden utanarak giyindiği paltosunu giymişti. Oda da bir müddet oturduktan sonra gürül gürül yanan sobadan sıcaklanıp terlemeye başlamıştı, paltosunu çıkarmaya gerek duydu. Ayağa kalktı, paltosunu tam sırtından sıyırmıştı ki “ooo ağamıza hızmat oda saabına düşer” diyen Şık Memmet paltoyu ondan önce davranarak oda kapısının arkasındaki askıya götürüp astı.  Sülemen çavuş buna çok içerledi, olanlar oradakilerin yanında itibarını etkilemişti. O bir çavuştu. Fakirde olsa onuruna düşkündü. Evde gaz lambasında yalnız oturdu da bir daha o odaya asla adım atmadı.

            Aradan geçen yıllar içerisinde ‘Allah kösengiyi dibine kadar yakacak’ değildi ya, Almanya Türkiye’den işçi talebinde bulununca bulup buluşturarak üç oğlunu da Almanya’ya gönderdi. Bir müddet sonra oğullarının gönderdiği Marklar elin içerişsinde Sülemen Çavuşun cebine dolmaya başlayınca onun oğullarına kim kız vermezdi ki.

            Oğulları yemeden içmeden mark biriktiriyor her izine gelişlerinde şehirden arsa, daire, dükkan gibi taşınmazlar alıyorlardı.  Ana ve babalarının ihtiyaçlarını karşılamaya kalksalar da Sülemen çavuş bunları kabul etmiyor, ”yavrularım bundan sonra eşeğin önceden yiyemediği ot şimdi yerse başına vurur” diye kabul etmiyordu.

            Sülemen çavuş normal köy yaşamına devam etse de onun aklı fikri oda sahibinin kendisiyle dalga geçmesiydi, bunu bir türlü hazmedemiyordu. Gece gündüz aklından çıkaramadığı tek şey bir oda açma fikriydi. Evi yol kenarında olduğu için köyün bir başından girip öbür başından başka köye gidecekler muhakkak onun kapısından geçeceklerdi.

            Oda açmak iyi güzelde bu hangi parayla olacaktı, çocuklarının gönderdiği üç beş mark ancak ev masrafları ve sigarasına yetiyordu. Birkaç kez mektup yazdırıp onlardan bu iş için para istemeye niyetlense de ”evlat babadan isterde baba evlattan isteyemez, ya vermezlerse” diye bu fikrinden çabuk vazgeçiyordu.

            Sonunda içindeki oda açma hırsına yenik düştü, bir komşu çocuğun çağırarak eline iki yumurta verip oğullarına durumu anlatan bir mektup yazdırdı.

            Buzda düştükten az sonra kendisini toparlayarak doğrulmaya çalışsa da bunu pek beceremedi. Bu yüzden hanımını çağırmak zorunda kaldı. Yatağa girdiğinde sağ kalçası ve sırtında ağrılar vardı, üstelikte farkında olmadan soğuktan üşümüş zangır zangır titriyordu. Sakine kadın sobaya yarım kerme attıktan sonra az kendine gelir gibi oldu. “Sakine” dedi “sen soruyon ben söölemiyom, gahrım gendime oluyo, uşağa mekdup attım, aradan bu gadar zaman geçtiği halda bi türlü garşılığını salmadılar, işde ben buna gızıyom” dedikten sonra olanları hanımına anlatmada bir mahsur görmedi.

            Aradan bir hafta geçtikten sonra Şehirdeki postaneye gelmesi için evine bir mektup gelmişti. Böyle bir şey ilk defa başına geliyordu, bayağı telaşlanmış, “yoksa çocukların başında bir hal mi var” diye hanımına demese de kendi kendine bayağı korkmuştu. Şehre gelip koşar adımlarla PTT ye vardı. Yarım saat sonra bir esnafın kefil olmasıyla aldığı marklardan gözleri ışıl ışıldı.

            Odayı yaptıralı neredeyse altı ay olmuştu. Ne gelen vardı ne giden, “misafir bekleyeceğim” diye odada yalnız oturmaktan neredeyse yanları delinecekti. Lafı sözü kimseye dokunmazdı. Çağırdığı bir çocuğa “odama misafir olmayan her kim olursa şöyle şöyle ederim, böyle ederim” diye küfür içeren büyük harflerle ileriden okunacak şekilde bir yazı yazdırıp odanın duvarına yapıştırdı. Yazıyı görenler ister istemez odasına misafir oluyorlardı.

            “Şu insanoğlu ne nankör canım, illaki misafir gelmeleri için küfür itmek mi lazım” diye kendi kendine mırıldanıp hafifçe gülümseyerek sakalını sıvazladı.

             Gelen misafirler oda sahibine düşen görevlerin yanında ayrıca izzet ikram bekliyorlar ama yaşlı olan Sülemen çavuş bunun bahanesine sığınarak hiçbir şeyi kendisine mal etmiyor, ya da oralı olmuyordu. Bu durum karşısında küfüre maruz kalmamak için zoraki misafir olanların gündüzden gelenleri akşam olmadan başka oda ayarlama telaşına düşüyorlardı.

            Günün birisinde akşama yakın bir vakitte köyde boş oda bulamayan bir misafir tarif üzerine Sülemen çavuşun kapısını çaldı. Gelen misafirden dolayı Sülemen çavuşun gözleri ışıl ışıldı. Sakine kadın adamın atını bahçede bir ağaca bağladı, önüne yem su koymadan evine çekildi. Bu işler erkek işiydi. “neme ilazım, bu deli herif bi de oda açtı başga işi yoomuş gibi, sanki gapısında beş hızmatçı çalışıyo, kör mü gendi işini gendi görsün” diye iç geçirerek yaşlı bedenini yastığa dayayıp oturdu.

            Vakit geceyi bulmuştu. Adam odada açlıktan kıvranırken atı da bahçede aynı dertten kişneyip dururken ‘tok açın halinden ne bilir’ misli misafir beni dinliyor zannıyla Sülemen çavuş lafın birisini bitirmeden diğerine başlıyordu.

            Misafirin içi açlıktan iyice ezilmişti, can sıkısıyla aya kalkıp odanın içinde tur atmaya başladığında oda sahibi laflamaya devam ediyordu. Misafir odanın içinde tur atarken Sülemen çavuş ara sıra anlattıklarıyla ilgili “sizde de öyle değil mi İrbaam” gibi ona sorular soruyor az da olsa cevap alıyordu. Az sonra sorduğu sorulara misafirinden cevap alamayınca ona içten içe kızmaya başladı. Yarı öfkeli bir vaziyetle “oğlum İrbaam, bi gusurum mu oldu da odanın içine gidip gidip geliyon?”

                        İbrahim öfkesini gizlemeye çalışarak hafif tebessümle ”estağfurullah ağam ne gusurun ola ki, bana odanı açtın, yatağını serdin, boşuna heç meraklanma, durum düşündüğün gibi daal, nasip olursa ben de köyde bir misafir odası yapdıracaamda odan gaç metre onu ölçüyodum.”

ERDOĞAN ÇALIŞKAN KIRŞEHİR 16 03 2021 GERÇEK YAŞANMIŞ HİKAYELER