Nihayet hasret bitti ve Pazartesi Günü akşamüstü Kırşehir’imiz karla buluştu. Genç, yaşlı, çoluk çocuk herkesin gözü aydı… Önceleri hatırlıyorum da daha Kasım ayında başlardı kar yağışları.

Nihayet hasret bitti ve Pazartesi Günü akşamüstü Kırşehir’imiz karla buluştu.
Genç, yaşlı, çoluk çocuk herkesin gözü aydı…
Önceleri hatırlıyorum da daha Kasım ayında başlardı kar yağışları. Şimdi küresel ısınma mı dersiniz, yoksa komple bozulan dünyada mevsimler de bozuldu mu bilemem? Ama gelecek her anlamda endişe verici…
Şu an gereken anın tadını çıkarmak, dünya gözüyle bakmak bembeyaz sokaklara, kara dokunmak, avucumuza alıp çocukluğumuza gitmek, hiç olmazsa birkaç dakika…
Çocukluk dedim de aklıma geldi. Bizim mahallemizde yokuşlar var. Kar yağınca büyük poşetleri kaptığımız gibi çıkardık tepeye. Sırayla otururduk, gittiği yere kadar kayardık. Şu an bunları yazarken bile tebessüm ettiren çocukluğumun en güzel anılarından biri olan bu olayın o zamanlar bizi ne kadar mutlu ettiğini tahmin edemezsiniz…
Tabi biz o zamanlar korkmadan çıkardık sokaklara, gece on ikilere kadar oynardık, kimseye de bir şey olmazdı. Dedim ya dünya bozuldu. Şimdi gündüz gözüne çıkamıyor çocuklar kapılarının önüne. Bırakın çocukları, yetişkinler bile bir saatten sonra çekiniyor dışarı çıkmaya!
Neyse bırakalım şimdi kötü şeyleri, birkaç dakika uzaklaşalım şuan ki olumsuzluklardan. Hadi gidelim anılara…
Yokuştan kayardık demiştim, bizim mahallede üç tane yokuş var. Biri ana yoldan sokağa ilk giriş, oradan çok araba geçer, hayır araba geçiyor diye de korkmuyoruz (O zamanlar çok cesuruz), tekerlekler karları eritiyor, rahat kayamıyoruz.
Diğeri biraz daha alçak bir yokuş orda da istediğimiz randımanı alamıyoruz.
En iyisi Hatice yengelerin evinin olduğu yokuş. Hem yüksek, hem araba geçmiyor.
Evet, karın başladığını görür görmez başlıyoruz “Annee büyük poşetttt”. Eldiven falan şimdiki gibi olmazsa olmaz değil, hem neyimize yetmiyor bir çift çorap, oda aynı işlevi görürdü. Eline çorabı geçiren, poşeti kapan koşuyor Hatice yengelerin bayırına, telefonsuz mesajsız…
Bayırın tepesine önce çıkmak için koşuyoruz, “Bir benim” “İki ben” “Üç ben”…
Sırayla oturuyoruz poşetimize, bırakıyoruz kendimizi bayır aşağı. Sonra “En uzağa ben kayacağım” yarışı başlıyor.
Saatlerce kayıyoruz, kayıyoruz… Ne yoruluyoruz, ne acıkıyoruz, ne üşüyoruz… Tabi eve gidene kadar. Eve girince fark ediyoruz, yorulduğumuzu, kurtlar gibi acıktığımızı, soğuktan donduğumuzu. Sobanın dibine kıvrılıyoruz buzlarımız çözülene kadar…
Ertesi gün tatilse ne âlâ, az önce yazdıklarım tekerrür ediyor. Tabi kapısının önünü buz pistine çevirdiğimiz Hatice yenge eline bir tas tuz alıp kayak merkezimizi yok etmediyse. Nasıl üzülüyoruz, nasıl kızıyoruz.
Şimdi yok Hatice yenge, vefat etti, Allah rahmet eylesin.
Şimdi, kar da yok eskisi gibi, çocukluk ta yok, şimdinin çocuklarının ilerde anlatacağı böyle anılar da…
Şimdi telefon var, tablet var. Sokağa çıkamayan yeni nesil için üzgünüm, hem de çok…
Ve şanslıyım, şuan hâlâ hatırlarken gözlerimi dolduran, yüzümü güldüren böyle güzel anılarım olduğu için, insanların gerçekten katıksız mutlu olduğu zamanlara bir nebze tanıklık ettiğim için…
Evet, ben çok özlüyorum ve hep özleyeceğim biliyorum…