Sabahın soğuğu yüzünü yalarken yola düştü İhsan Dede. Gözünden uyku akıyordu. Karanlıkta yolunu bulmaya çalışan bir köstebek gibi yarı ışıklı yollarda ilerledi. Ellerini, gocuğunun ceplerine sokmuş olmasına rağmen ısıtamamıştı. Issız sokaklardan ana caddeye doğru ilerledi. Ana caddeyi hızlıca adımladı ve arka sokağa daldı. Işıksız dükkân camlarına, kapalı kapılara umarsızca bakarak yürümeye devam etti.

Siyah, soluk kapının önünde durdu. Tıpkı İhsan Dede gibi yıllara meydan okumaya kalksa da yine de ne kadar yaşlı olduğu anlaşılıyordu. Kapının üzerine iki senede bir boya atılsa da yine de yaşlanma belirtisi olan çatlaklar kapanmamıştı. “Bismillah” diyerek kapıyı açtı İhsan Dede. Işıkları yaktı, gocuğunu çıkararak önlüğünü giydi. Kollarını sıvadı, morarmış ellerini yıkayarak ekmek teknesinin başına geçti.

Akşamın geç vakti yoğurduğu hamurun mayası gelmişti. Hamurdan bezeler alarak mermer tezgâhın üzerinde hızlı hızlı yuvarlamaya başladı. Hamuru evirdi, çevirdi, simit şeklini verdi. Sonra da susama bulayarak tepsilere dizdi. Peş peşe dolan tepsileri fırının içine yerleştirdi. Alnında biriken boncuk boncuk terleri koluna sildi.

Birkaç saat sonra kurt gibi acıkmış çocuklar gelecekti. ‘Simitçi dede bana bir tane simit… Simitçi dede bana iki tane simit…’ diyerek simitleri kapış kapış alacaklardı.

Torunu Ahmet geldi yaşlı adamın aklına. “Dedeeededeee, dedeciğim ben de yapacağım,” diye ayağının altında dolandığı günler. O minik, tombul elleri ile hamuru mıncıklar dururdu. Bir dedesinin eline bir de hamur yapışmış ellerine bakardı. Parmaklarındaki hamuru çıkarmaya çalışır ama bir türlü başaramazdı. Baldudakları, zeytin gözleri, elma yanakları geldi İhsan Dedenin gözlerinin önüne. ‘Kerata, ne de tatlıydı’

Çalan telefonun sesi ile irkildi İhsan Dede. Ellerini, tezgâhın kenarında asılı havluya hızlıca silerek askıya doğru ilerledi. Gocuğunun cebinden telefonu çıkararak telaşla açtı.

“Aloo!”

“Alooo, Simitçi Dede, simitler hazır mı?”

“Yiğidim, Ahmedim sen misin?”

İhsan Dedenin gözlerine bir anda yaşlar hücum etmişti. Sesi titremeye başladı.

“Pişti torunum, pişmez mi? Simitler hazır...”

“Tamam, o zaman benim payımı ayır.”

“Ayırmaz mıyım kurban olduğum, ayırmaz mıyım!.. Sen nasılsın Ahmedim? Askerlik nasıl gidiyor?”

“İyi dede iyi, bir sıkıntı yok. Sen beni merak etme!”

“Ahmet bırak telefonla konuşmayı “ sesi duyuldu arkadan, korku yüklü, endişeli, gür bir ses.

Mermi sesleri, patlama sesleri sanki İhsan Dedenin yanındaymış gibi geliyordu.

“Çatışma başladı, çabuk bırak şu telefonu!”

“Kapatıyorum dede, dua et!” cümlesi ile ses kesildi.

İhsan Dede, titreyen bacaklarını sürükleyerek birkaç adım attı. Köşedeki tabureye boş bir çuval gibi yığıldı. Şimdi gözlerinden yaşlar sızmıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Dükkânın içini mis gibi bir susam kokusu sarmıştı. İhsan Dedenin titreyen dudaklarından “Ayırırım Ahmedim, tüm simitleri sana ayırırım, yeter ki sen gel!” sözleri süzüldü.

Ahmet geldi gelmesine de al bayrağa sarılı geldi. Arkadaşlarının omuzları üzerinde geldi.

Simitçi Dede o günden sonra ne simit pişirdi ne de bir lokma simit ağzına koydu. Şehitliğe her gidişinde bir poşet simit götürdü.

“Simitini ayırdım torunum, simitini ayırdım!” diyerek gözyaşları döktü, torununun mezar taşını okşadı. Şehitlikten çıkarken de getirdiği simitleri parçalayıp parçalayıp kuşlara attı.

Ya toprak ol

Ya da su

Sakın ateş olma