Kasım geldi, tası tarağı toplayıp, yola düşmek gerekiyor. Nereye mi? “Bağ evinden şâr evine…” Kırşehir’de eskiler öyle derdi.

Kasım geldi, tası tarağı toplayıp, yola düşmek gerekiyor.
Nereye mi?
“Bağ evinden şâr evine…” Kırşehir’de eskiler öyle derdi.
Her yıl Hıdırellez’de şâr evinden bağ evine göçmek, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda bağ evinden şâr evine göçülürdü. Bahçede topladıkları meyveleri, kaynattıkları salçaları, yaptıkları yufka ekmekleri, turşuları taşırlardı şâr evine…
Sevgili okurlarım söz taşınmaktan açılınca, şâr evinden bağ evine şöyle göçülürdü:
Hali vakti iyi olan aileler fayton kiralardı. Durumu biraz zayıf olan aileler lastik tekerlekli, çitli at arabası, durumu çok daha zayıf olan aileler ise eşek kiralardı.
Fayton kiralayanlar ailece binerler ve giderken bazı ihtiyaçlarını da götürürlerdi.
At arabası ile göçenlerde öyle yaparlardı.
Eşek kiralayanlar ise iki-üç sefer yaparlardı. Bunlar eşeğin üzerine ağaç bir semer ve üzerine büyük bir habe koyarlardı. Habenin iki gözüne götürecekleri bazı ihtiyaçlarını koyarlardı. Kendileri de eşeğin üzerine binerlerdi ve böylece taşınırlardı bağ evine, şâr evine.
Tabi bütün bunlar 60-70 yıl önce Kırşehir’de yaşanıyordu. İşleri fayton ve at arabacıları yapardı. Eşeklere bağa, tarlaya giderken binilirdi.
İşte o günlerden bugünlere, hepsi unutuldu, anılarda kaldı…
Eh biz biraz uzattık.
İşte böyle bir ortamı düşlerken, kuzuneli sobam da yanıyor ya…
Bu yazımı yazarken havalar soğudu ve yağmur çiseliyor. Yağmurlu havaları da, ıslanmayı da severim hani.
Gökyüzü yine siyaha büründü. Yağmur mu yağıyor dışarıda, yoksa kar mı, fırtına mı var, gökyüzü maviye mi kuşanmış bilmiyorum. Yazın yakıcı sıcak günleri geride kaldı.
Ağustos’tu, Eylül’dü, Ekim’di derken Kasım ayına da girdik. Yeni yıla şunun şurasında ne kaldı? Eskisi gibi olmasa da Kırşehir’de sobalar yine yanacak, nasıl yanacak bilinmez…
Son yıllarda, geçip giden yıllar ülkemizden neler götürdü. Hepimizden neler alıp götürdü? Kimimiz yorulduk. Geçip giden yıllar yordu hepimizi. Ne problemli, ne meşakkatli yıllardı.
Bilirim sonbaharları ayrılık zamanıdır.
Kırlangıçlar gitti, meydanlar kürem kürem inip kalkan kara kargalara, kumrulara kaldı.
Dün baktım da bahçemdeki güller boynunu bükmüş.
Menekşeler solmuş. Bir tek kasımpatılarım açtı mor, sarı, beyaz renklerde.
Üzgünüm, serçeler ilk kez dün gece üşüdüler. Dün nerelere tünediler bilmiyorum.
Ben bu sonbaharları sevmiyorum oldum olası gülüm…
Minarelerin hoparlörlerinde salâ seslerini hep bu sonbaharlarda dinlemiştim bir cami avlusunda. Mesela Kırşehir’deki Cacabey Camiinde, Uzun Çarşı’daki Ali Çam Cami’nde…
Hep bu sonbaharlarda kaybettim sevdiklerimi.
Daha birkaç gün önce kayınbiraderim sevgili Mustafa’yı 55 yaşında, hayatının en verimli çağında toprağa verirken aklıma hep bunlar geldi.
İşte bunun için sevmiyorum sonbaharları…
Dün yine baktım da bahçemdeki sarmaşıklar, hanımeliler, kiraz, dut, ceviz, kayısı, leylak, ıhlamurlarımın yaprakları dökülüyordu. Her taraf al yeşil olmuş, tam bir renk cümbüşüydü. Seyrettim uzun uzun. Üzüldüm tabi.
Aklıma neler geldi. Anılarım beni nerelere götürdü.
Bir sonbahar ayında dünyaya gelmişim.
Babamın, anamın ilk evladı, ilk oğlu olarak…
Babam bir sonbaharda kulağıma söylemiştir:
“Şevket… Şevket…” adını Şevket koydum oğlum demiştir.
Aradan zor yıllar geçmiş… Hatırlıyorum o yılları, daha dün gibi. Babamın, anamın yeni ev bark sahibi oldukları yokluk ve yoksulluk, benim çocukluk yıllarım…
Babamın “Muhanet var oğlum” dediği, yağmurda, güneşte, ezilerek yorgun argın çalışıp bitap düştüğü yıllar… Unutmam mümkün mü benim için.
Ah bugün hayatta olabilseydiler…
Bir yerde okumuştum, şair ve yazar birisine sormuşlar. Babana niye bu kadar şiirler, yazılar yazıyorsun?” diye. O da “Anamı anlatacak kelime bulamıyorum” demiş. Benimkisi de o hesap.
Ve bugün ben 65 yaşımı devirip 66’ya merdiven dayamış birisiyim.
Adım olan Şevket, babaannemin amcasının adı. Sarıkamış’ta Allah’u Ekber Dağları’na askere gitmiş, dönmeyi düşünmemiş. Yiğit ve cesur bir adammış. Yatağının başucunda Kur’an-ı Kerim’i ve mavzeri asılı kalmış. Vatanını çok seven inançlı birisiymiş. Tipili karlı kış günü yalınayak Enver Paşa komutasındaki yüzlerce vatan evlâdı gibi o da donarak şehit olmuşlar. Ondan dolayı dedem, babaannem ve babam beni çok severlerdi.
Vatan için, bayrak için, Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Doğu’da, Güneydoğu’da şehit olan bütün şehitlerimize rahmetler diliyorum.
Yine sonbahar…
Akşamın mahsunluğu, hüznü çöktü yine üzerime…
Bahçemdeki ağaçların yaprakları tek tek düşüyor. Her taraf kızıla boyandı tam bir renk cümbüşü oluşturuyor. Bu da Sonbahar’ın güzellikleri olsa gerek.
Üzülüyorum, seyrediyorum onları… Gözlerim doluyor.
Düşen her yaprağı yerden alıp, yeniden dalına koymak isterim.
Hadi desem ki sonbahar… Severiz, Sonbaharları da severiz!
İyi ya işte sonbaharlar ayrılık zamanıdır.
Tanımlayamadığımız bir sızı kaplar içimizi… Düşünürüz, kafa yorarız, hüzünleniriz, elem duyarız. Heyhat zaman ne çabuk gelip geçiyor.
Duymadığımız bir hüzünlü şarkı çalıp durur, kulaklarımızda…
Mevsim artık sonbahar, sonbaharın son demleri…
Sonbahar benim için hüzündür. Elemdir, acıdır…
Kırşehirli büyük, eşsiz, şair, yazar, hukukçu, Türkçü Celâl Tekiner’in dizelerinde olduğu gibi severim Kırşehir’i… Toprağını okşar, koklar, öperim tarih ve kültür şehri, Türkolog Prof. Dr. Erol Güngör’ün, Prof. Dr. İlhan Kılıçözlü’nün, ustam, bu mesleğe bizleri hazırlayan Gazeteci-Yazar ağabeyim Dursun Yastıman’ın doğduğu, benim yaşam kentim diyerek severim seni Kırşehir…
“Kutsal kentim, toprağım, Aşık Paşam” demez miydi Celâl Tekiner?
Başka söze ne hacet, yazımı Rahmi Duman’ın şu sevdiğim dizeleriyle noktalayalım.

“Beklerim her gün bu sâhillerde mahzûn böyle ben
Gün batar kuşlar döner dönmez bu yoldan beklenen
En nihâyet anladım yokmuş gören hattâ bilen
Gün batar kuşlar döner; dönmez bu yoldan beklenen.”