Hepimiz bu sözü söyleriz, “ateş düştüğü yeri yakar“ diye…
Yani demek istiyoruz ki; ateş şehit ailelerine, analarına, babalarına, çocuklarına, eşlerine düşüyor. Onların bütün hayatı, gelecekleri kararıyor. Yarınları bitiyor, umutları tükeniyor. 
Biz aslında ne yapsak ne söylesek ne kadar üzülsek, öfkelensek "Onlar gibi olamayız" demek istiyoruz. Peki, ateşin ormana düştüğünün farkında mıyız? Bu orman biziz, bizim toprağımız, bizim vatanımız.
Ve ateş düştüğünde aslında hepimizi yakıyor. Türkiye'mizi yakıyor, hepimizin bugünü yarını yanıyor. Yıllardır alev, alev yanıyoruz,  her defasında daha fazla. Bu yangın sönsün artık. Ne yapılacaksa yapılsın artık. Özlü sözleri, acılarla kararlılıkla dekore edilmiş lafları duymaktan bıktık artık. Zira ateş düştüğü yeri yakıyor.  
Son günlerde ülkemizin üzerini karabulutlar tamamen kaplamış durumdadır. Acı üzerine acılar yaşıyoruz. Seksen üç milyonluk Türkiye’ de anne ve babalar her gün evlat acısı yaşıyor, gözyaşı döküyor, milletçe içimiz ve yüreğimiz yanıyor ama ateş düştüğü yeri yakıyor. 
Son on günde önce on altı sonra helikopter kazasında on bir askerimiz şehit oldular. Şehit evleri yangın yerine döndü, ocaklar kül oldu, ışıklar söndü, gözyaşları sel olup aktı. 
Bizler Kırşehir’deki evimizde televizyonlar karşısında seyrediyor, ahlar vahlar deyip üzülüyor, sonrasında her şeyi unutup,  yemeye, içmeye, gülmeye, eğlenmeye devam ediyoruz ama şehit evleri yangın yerine dönüyor, kadınlar eşsiz, çocuklar babasız, anneler, babalar evlatsız kalıyor,  ocaklar sönüyor, ateş kor olup, yükseliyor. Çünkü ateş düştüğü yeri yakıyor.  
Şehit olan askerimiz belki annesinin ve babasının tek umuduydu. Yokluklar içerisinde yetiştirdiği oğlu onlara ekmek parası gönderiyor ve oğulları sayesinde evlerinde yoksul bir hayattan kurtuluyorlardı. 
Anne ve babası oğullarını evlendirerek mutlu bir yuva kurmasını, torunlarının olmasını hayal ediyordu. Torunlarını büyüteceklerdi, bağırlarına basarak seveceklerdi, yanağını öperek, başını okşayacak, koklayarak büyüteceklerdi. Ama nafile hayalleri gerçek olmadı. Çünkü evlat acısıyla yanıp tutuştular. 
Belki de şehit olan askerimiz küçük olan kardeşlerini okutarak onların ekmek sahibi olmalarını sağlayacaktı. Ama istekleri gerçekleşmedi, hayalleri su gibi akıp gitti. Çünkü evladımız şehit oldu. 
Şehit eşinin karnındaki yavrusu daha dünyaya gelmeden babasız kaldı, körpe bir yavrunun babasız doğmasını veya doğduktan sonra etrafında bulunanların sürekli “Senin baban öldü mü?” şeklindeki soruları veya çocuk büyüyüp, okula başladığında her öğretmenin; “Baban ne iş yapıyor?” dediğinde o çocuğun içine düştüğü durumu düşünebiliyor muyuz?
Arkadaşlarının babaları her akşam evlerine gelirken, “Babam geliyor” deyip koşarak babalarını karşılarken, “Baba bugün evimize ne getirdin, bana ne aldın?”  dediğinde veya bayramda babasının elinden tutarak bayramlık elbise alıp, geldiği durumlarda o şehit çocuğunun psikolojisinin ne olduğunu, babasız kalmanın, babasız yaşamanın ne demek olduğunu düşünebilir misiniz?  
Hayır düşünemiyoruz, bilmiyoruz. Çünkü ateş düştüğü yeri yakıyor. Bizler Kırşehir’de televizyon karşısında şehit haberlerini öğrendiğimizde ahlayıp, vaklıyoruz. Ama bir taraftan da “hayat devam ediyor” diyerek yiyip, içip, gülüp oynuyoruz. Peki şehit annesi, şehit babası, şehit bacısı, şehit kardeşi, şehit eşi ve de annesinin karnındayken babasının şehit edilmesi neticesinde dünyaya babasız gelen o şehit çocuğu hiç aklımıza geliyor mu? İşte onlar ömür boyu bu acıyla yaşıyorlar.  
Maalesef hiçbiri aklımıza gelmiyor, ateş düştüğü yeri yakıyor, herkes kaderiyle baş başa kalarak kendi hayatını yaşıyor, kimsenin kimseden haberi de olmuyor, kimseye faydası da olmuyor, olan genç yaşta şehit olan ve onların birinci derecede yakınlarına oluyor. 
Sadece şehit cenazelerin de ve haberlerinde değil, başka cenazelerde de ateş düştüğü yeri yakıyor. Örneğin Kırşehir Aşıkpaşa Mezarlığı’nda bir cenazeyi toprağa verirken dahi orada bulunanlar kendi havasında, mezarlıktayken çıktıktan sonra neler yapacağını, ne yemek yiyeceğini, akşam nereye gideceğini konuşuyor. Önceden Kur’an okunurken sessizce dinleyip, hep birlikte Fatiha okurken, şimdi okunan Kuran’ı dahi dinlemiyor, konuşmaya devam ediyoruz.
Bir de cep telefonu çılgınlığı ile karşı karşıya olduğumuzdan bir insan mı ölmüş, mezara cenaze mi konuyor, Kuran mı okunuyor hiç önemli değil! Birileri kendi havasında, konuşmaya, sosyal medyaya girmeye devam ediyor, ortada cenaze mi var, birilerinin ocağı mı sönmüş; anneler, babalar evlatsız kalmış, evlatlar babasız kalmış, eşler dul kalmış kimsenin umurunda değil. Onun için ateş düştüğü yeri yakıyor.