Ülkemizin bugün en çok demokrasi ve milli iradeye, birlik ve beraberliğe ihtiyacı vardır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra demokrasiye ve çok partili siyasal hayatı geliştirmek için ne mücadeleler verdik.

Ülkemizin bugün en çok demokrasi ve milli iradeye, birlik ve beraberliğe ihtiyacı vardır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra demokrasiye ve çok partili siyasal hayatı geliştirmek için ne mücadeleler verdik. Her alanda büyümek adına…
Zaman zaman darbe karşıtı olanları gördük. Demokrasimizi inkıtaya uğratmak isteyenleri gördük. Ama bu yüce millet o hainlere karşı her zaman dimdik durdu.
İşte bugün 12 Eylül…
Bu gün bizlere neleri hatırlatmıyor ki?
“Kırşehir Çiğdem”i yayınlamaya başladığımız 1977 yılının hemen ardından üç yıl sonra bugün, yani 12 Eylül 1980’de devrin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve kuvvet komutanları gece sabaha karşı milli iradenin seçtiği hükümete darbe yaparak yönetime el koymuştu.
O günleri daha dün gibi hatırlıyorum. Kırşehir’de bir binbaşı Kırşehirlilere ne eziyetler çektirmişti. Neyse o günleri tekrar hatırlamak ve hatırlatmak istemiyorum.
İşte son örneği 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi.
Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti demokrasiden, çok partili siyasi hayattan koparmak isteyenler de maalesef her devirde olmuştur. Ama karşısında birlik ve beraberlikle def etmiştir.
En tehlikelisi de kalleşçe Türk insanına saldıran, Atatürk’ün açtığı Gazi Meclisi’ni bombalayacak kadar gözü dönmüş olanlardı.
FETÖ denen hainler güruhu darbe yapmaya kalktılar, fakat başaramadılar. Karşılarında 80 milyon insan, demokrasiden ve milli iradeden yana olan Türk Milleti’ni buldular. Yani bu millet demokrasiye ve milli iradeye sonsuzu kadar bağlı bir millettir.
Milli iradeyle ilgili Mustafa Kemal Atatürk’ün görüş ve düşüncelerini Cevat Dursunoğlu şöyle anlatıyor:
“Atatürk gibi büyük adamları tam kavramak için her yönlerinden görülmeleri gerekmektedir. Halbuki biz Mustafa Kemal’i çok defa yalnız bir yönünden görürüz. Onda her şeyden önce büyük bir irade adamı görmeye alışmışızdır. Hakikate bu onun ilk göze çarpan vasfıdır. Onda bu vasfı o kadar kuvvetlidir ki; pek çoğumuz onun bu vasfı, yani iradesinin kuvveti karşısında milli iradenin ikinci plana düşmüş olduğunu sanırız. Bu görüşte büyük bir aldanma payı vardır. Bu da onu tek cepheden cephesiyle görmek alışkanlığından doğmaktadır.
Halbuki o bütün ömründe her şeyden ziyade milli iradeye boyun eğmiş ve umumi efkârı gözetmiştir. Onun bu tarafını göremediğimizin başlıca sebebi çok defa küçük bir zümrenin isteğini kamuoyunun bir belirtisi sanmamıza karşı, onun bu iki kavramı birbirinden ayırabilmesindeki derin sezişidir…
Ben, Atatürk’ün derin sezişine ve bu kavram üzerindeki şiddetli ısrarına Müdafaa-i Hukuk’un ilk Erzurum Kongresinde iki defa yakından şahit olmuştum…
Bunlardan birincisi, sonradan “Milli Misak”ımıza temel olan Müdafaa-i Hukuk Nizamnamesi’nin tartışmalarında ileri sürülen bir önerge, ikincisi de bu kongrenin yayınladığı beyannamenin sekizinci maddesi tespit olunurken yapılan tartışmadır.
Bu önerge kurulacak olan Müdafaa-i Hukuk teşkilatında vilayetlerde valilerin, kazalarda kaymakamların başkan, askerlik dairesi işlerinin ikinci başkan olmalarını ve bu hükümlerin nizamnameye böylece korunmasını istiyordu. Böyle bir önergenin bir halk toplantısı olan bu kongreden çıkmasına imkan olmamakla beraber bazı arkadaşlar bunun Mustafa Kemal Paşa’nın telkiniyle yapılmış olduğunu tahmin ederek karşılamayı ve bu önergeyi daha Nizamname Komisyonunda reddetmeyi kararlaştırmışlardı. Bu önergeden haberdar edilen Mustafa Kemal Paşa derhal komisyona koştu. Önerge sahibi fikrini müdafaa ediyordu. İlk karşı sözü Mustafa Kemal Paşa aldı. Kurulması istenilen teşkilatın bir halk işi olduğunu ve bu önergenin memlekette milli iradeyi ilk hedef olarak kabul etmiş olan Müdafaa-i Hukuk’un daha şimdiden temelini yıkmak olduğunu ve bizim tek dayanağımızın memleket halkı bulunduğunu açıkladı.
Mustafa Kemal’in karşılarında olmayıp yanlarında bulunduğunu gören arkadaşlar ferahlamışlar ve teşkilat, halkın malı olarak kalmıştı.
İkinci tartışma beyannamenin “Milletin kendi mukadderatını bizzat tayin ettiği bu tarihi devirdi…” diye başlayan sekizinci maddesinin tespitinde yapılmış ve padişahtan derhal Meclis-i Mebusan’ı toplamayı isteyen hükmü bir kısım arkadaşlarımız ağır görmüşlerdi. Bu itirazlara ilk karşı koyan gene Mustafa Kemal Paşa oldu. Uzun bir konuşmadan sonra bu maddenin yazılmasını kendi üstüne aldı ve beş on dakika sonra şu metni verdi:
“Milletlerin kendi mukadderatını bizzat tayin ettiği bu tarihi devirde, merkezi hükümetimizin de milli iradeye bağlı olması zaruridir. Çünkü iradeyi milliyeye dayanmayan her hangi bir hükümet kurulunun kendine göre ve şahsi kararları milletçe uyulmadıktan başka haricen de geçerli olmadığı ve olmayacağı şimdiye kadar gelişen olaylar ve sonuçlar ile sabit olmuştur. Bu sebeple milletin içinde bulunduğu sıkıntı ve endişeden kurtulmak çarelerine bizzat başvurmasına hacet kalmadan merkezi hükümetimizin Meclis-i Milli’yi hemen ve zaman kaybetmeksizin toplaması ve bu suretle mukadderatı milli ve memleket hakkında ittihaz edilecek bütün kararları Meclis-i Millinin denetimine arz etmesi mecburidir.”
Bu defa eski metin daha şiddetlendirilmiş, üstelik “milletin içinde bulunduğu sıkıntı ve endişeden kurtulmak çarelerine bizzat başvuracağı” ilave edilerek Saray milli bir ihtilalle tehdit olunmuştu. Bu, onun Türk milletine ve onun iradesine inancını ve güvenini kesin olarak ifade ediyordu.”
Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran, bizleri hür ve bağımsız yaşamamızı sağlayan, milli iradeden yana, demokrasiden yana olduğumuzu ta o zaman ilân etmişti.
Bu demokrasimizin ve milli iradenin yanında olduğumuzu herkesin bilmesi ve görmesi gerekir.
Allah bu ülkeye bir daha darbeler yaşatmasın.
12 Eylül 2017