Cumhuriyetimizin Kurucusu Büyük Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’e dil uzatanlar, onu dinsiz, imansız gösterenler ne yazık ki ülkemizde giderek artmakta, bu da Türk Milleti’ni gerçekten derinden üzmektedir.
Cumhuriyeti kurup bizlere emanet eden, demokrasiyi ve özgürlüğü getiren ve Türk Milleti’ne böyle bir ülke bırakan dünya liderine sahip olduğumuz için bizler ne kadar mutlu olsak, onur duysak azdır.
Kırşehirlilerin Atatürk sevgisi asla tartışılmaz. Çünkü Kırşehirliler biliyoruz ki demokrasi aşığı, Atatürk aşığıdır.
Türkiye’de Diyanet İşleri’ni kuran, din ve siyaseti ayıran, Atatürk’e bugün kurduğu kurum nedense gereken hassasiyeti gösterip sahip çıkmaması da ayrı bir üzüntü kaynağı ayrı verici bir durum olsa da Türk Milleti’nin kalbinde olduğunu herkes çok iyi biliyor.
Kırşehirli ünlü politikacı benim büyüğüm, yakın dostum rahmetli Osman Bölükbaşı hemşehrimiz de vefatından kısa bir süre önce şehrimize gelmiş ve Grand Hotel Terme’de günlerce hemşehrilerine yaşadığı anılarını dile getirmişti.
Söz ne zaman Atatürk’ten söz açılsa heyecanlanır, O’nun büyüklüğünü anlata bitiremez ve “O Allah’ın Türk Milleti’ne bir lütfu” derdi.
Evet, Atatürk’ün namaz kılmadığını, hatta dinsiz olduğunu söyleyecek kadar ileri gidenlere diyecek çok şeyler olabilir. Ama biz onlara Atatürk'ün 7 Şubat 1923 Çarşamba günü Balıkesir Zağanos Paşa Camii'nde Okuduğu Hutbe’yi hatırlatarak en güzel cevabı veririz diye düşünüyorum.
Atatürk'ün Zağanos Paşa Camii'nde okuduğu hutbenin bir bölümü sarı pirinç
levha üzerine yazılıp, aynı caminin dış giriş kapısının sağ tarafındaki duvara monte edilmiştir.
Bu arada eşi Latife Hanım'la birlikte kaldıkları Sâcitzâde Mahmut Bey'in evinde namazını kılması için Gazi Paşa'ya bir seccade ile bir tespih hediye edilmiştir. Bu seccade halen Balıkesir Kuvay-ı Millîye müzesinde bulunuyor.
Esas adı Mehmet olan Zağanos Paşa, Fatih Sultan Mehmet devri paşalarındandır. Yabancı bir isim gibi görünen bu kelime aslında Şahin kuşunun bir cinsi olan Zağanüs Türkçe kelimesidir. Bunun yanında Doğan’a da Türklerde Zağnos denirdi. Tarihte de Zağnos Mehmed Paşa diye anılır. Fatih devrinde Trabzon'un fethinde Donanma Komutanı olarak görev yapmış, Balıkesir'de vefat etmiştir. Türbesi hanımıyla beraber sağlığında yaptırmış olduğu aynı caminin avlusundadır. Türbenin küçük bahçesinde de oğul ve torunları yatmaktadır.
Türbenin kapısındaki kitabede, 'Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin Dâmâdı Gazi Zağnos Muhammed Paşa'nın Türbe-i Şerîfi'dir' diye yazıyor.
İşte tarihî olayın vesikası...
7 Şubat 1923 Çarşamba günü Zağanos Paşa Camii'nde bir mevlit programı tertip edilmişti.
Atatürk camiye geldi. Atasına ulaşabilmek için muazzam kalabalık bir o yana, bir bu yana dalgalanıyordu. Uzun uğraşlardan sonra camiye girebildi. Kur'anlar ve mevlitler okundu, devletimizin dirliği, milletimizin birliği için duâlar edildi.
Cemaatle birlikte öğle namazını kılan Atatürk, namazdan sonra minbere çıktı ve şu tarihî konuşmasını yaptı:
“Ey Millet, Allah birdir, şanı büyüktür. Allah'ın selâmı, âtıfeti, hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimiz Hazretleri Cenâb-ı Hak tarafından insanlara hakâyık ve akâid-i kat'iyyeyi (kesin inançları) telkin etmek için me'mûr olmuştur (görevlendirilmiştir), mersûl olmuştur (gönderilmiştir).
Peygamberimiz Efendimiz Hazretlerinin delâlet-i peygamberânesiyle tesis etmiş olan dînimizin kanûn-i aslîsi cümlenizce mâlumdur ki Kur'an-ı Azîmüşşânın ihtivâ ettiği nusûhtur (öğütlerdir). Bu nusûha istinâden tesis etmiş olan dinimiz 1300 bu kadar seneden beri âlem-i beşere feyz-i rûhânî vermiş son dindir ve dîn-i ekmeldir. Çünkü tabiata, akla, mantığa tamamen muvâfık, mutâbık ahkâmı ihtivâ eder.
Filhakîka böyle olması ve en son din olabilmesi için bu mezâyâyı âliyeyi (yüksek meziyetleri) câmî bulunması (içine alması) icap eder. Çünkü aksi takdirde kavânîn-i ilâhiye (ilâhî kanunlar) beyninde tezat olması lazımdır. Zira bilcümle kavânîn-i dîniyeyi yapan ve kuran Allah Azîmüşşân'dır.
“Biliyorsunuz Cenab-ı Peygamber bütün mesâi-i zâtiyesinde (şahsî çalışmalarında) iki hâneye mâlik bulunuyordu. Birisi kendi evi, diğeri Allah'ın evi idi. Millet işlerini ekseriyâ Allah'ın evinde, camide Eshâb-ı Kirâm ile istişâre ederek yapardı. Biz bu dakikada Allah'ın evinde bulunuyoruz.
“Allah'ın huzurunda, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin ehl-i
imân ile beraber ictimâ ettiği dâr-ı kudsîde bulunuyoruz. Böyle bir sevaba beni muzahhir eden (kavuşturan) Balıkesir'in dindar, çok kıymettâr ve kahraman insanlarının huzûrudur. Bundan dolayı çok memnunum. Çünkü Cenâb-ı Hakk'a karşı en kıymetli bir vazife ifâ ettiğimizden nâşî (dolayı) en büyük sevaba nail olacağım.
“Ey Balıkesir Halkı!
“Camiler yalnız birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için değildir.
Camiler bilhassa din ve dünya için neler yapmak mecburiyetinde olduğumuzu
düşünmek, meşveret etmek (fikir alışverişinde bulunmak) içindir. Her şey ancak meşveretle iyi tarîka (yola) sevk edilir.
“Biliyorsunuz ki Cenâb-ı Peygamber ekseriya rufekâ-i mesâîsiyle (çalışma arkadaşlarıyla) meşveret eder, dünya umûrunda (işlerinde) kendinden kuvvetli, daha zekî arkadaşları olduğunu teslim buyururlardı. Binâenaleyh, sizin de kendi işlerinizde her birerlerinizin dimağları (beyinleri) mutlaka ayrı ayrı hâli faaliyette (çalışma hâlinde) bulunmalıdır.
“Bugün burada memleketimizin mâmûriyeti için, bütün bunların istinâd ettiği
(dayandığı) istiklâli tâmmemiz (tam bağımsızlığımız) bilâ kayd-ı şart (kayıtsız şartsız) hâkimiyetimiz (egemenliğimiz) için neler düşündüğümüzü açıkça söyleyelim, hasbihâl edelim (konuşup dertleşelim).
“Ben size yalnız kendi düşündüklerimi söylemek değil, sizin düşündüklerinizi bilmek istiyorum. Esasen âmâl-i Milliye (millî emeller), irâde-i milliye (millî irâdeler), temâyulât-ı milliye (millî meyiller) demek, halkın içerisinden şu veya bu bir kaç kişinin emelleri değil, bütün bir milletin muhassalası (hülâsâsı, özü) demektir. Bu muhassalanın fevkine (üstüne) çıkmak ve tahtında(altında) kalmak mutlaka yanlıştır. Hakîki yolu bulabilmek için halkın efkârı hissiyâtını (fikrî duygularını) daima bilmek lâzımdır. Buna binâen sizden çok rica edeceğim: Bana ne sormak istiyorsanız sorunuz, dinleyeceğim. Cenâb-ı Hakka tekrar hamd ve senâ ederek burasını terk ve sizi dinlemek üzere aşağıya iniyorum.' Minberden indiklerinde ise hutbe ile ilgili olarak sorulan bir soruya da şu cevabı vermişlerdir:
“Efendiler! Hutbe demek halka hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım kavram ve manalar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi söyleyen Hatip'tir. Yani söz söyleyen demektir.
“Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber hayatta bulunduğu dönemde hutbeyi kendileri
söylerlerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek ilk dört Halîfe'nin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek dört Halîfe'nin söylediği şeyler o günün meseleleridir. O günün askerî, idarî, malî, siyasî ve sosyal konularıdır. Müslümanlar çoğalmaya, İslâm ülkeleri genişlemeye başlayınca, Hazreti Peygamber'in ve dört Halîfe'nin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin söylemelerine imkan kalmadığından, halka söylemek istedikleri şeyleri tebliğe bazı kişileri görevlendirmişlerdir. Bunlar herhalde Müslümanların en büyük reisleri idi. Onlar camii şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatır ve doğru yolu göstermek için ne söylemek lazımsa söylerlerdi.
“Bu usûlün devam edebilmesi için bir şart lazımdı. O da milletin reisi olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması. Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece mühimdir. Çünkü herşey açık söylendiği zaman halkın aklı faaliyet durumunda bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir...
“Hutbeden maksat halkın aydınlatılması ve doğru yolun gösterilmesidir, başka şey değildir. Yüz, ikiyüz hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve tembellik içinde bırakmak demektir. Hatiplerin halkın kullandığı dille konuşması lazımdır.
“Geçen sene Millet Meclisi'nde söylediğim bir nutukta demiştim ki, 'minberler, halkın şuurları ve vicdanları için bir ilim ve nur kaynağı olmuştur. Böyle olabilmesi için minberlerden yankılanacak sözlerin bilinmesi, anlaşılması ve ilmî ve fennî hakîkatlere uygun olması lazımdır. Asil hatiplerimizin siyasî, sosyal ve medenî gelişmeleri her gün takip etmeleri gerekmektedir. Bundan dolayı hutbeler tamamen Türkçe ve zamanımızın ihtiyaçlarına uygun olmalıdır ve olacaktır.”
İşte devlet-millet kaynaşmasının muazzam örneği... Atatürk'ün dinî yönünü
tenkit edenler mesnetsiz tenkitlerini hiç olmadı şu insaf eleğinden geçirmek zorundadırlar.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Cumhurbaşkanları içinde cami minberinden konuşma yapan Tek Cumhurbaşkanıdır. İşin doğru yolundan sapıp, 'şunun için yapmış, bunun için yapmış' patikalarına sapanları ise, kendi körlükleri içinde bırakmaktan başka yapılacak ne vardır ki?
Şunu da hiç kimse unutmamalı, bugün ülkemizde camilerde ezan okunuyorsa, insanlar ibadetlerini gönül rahatlığı ile yapıyorsa bunu Atatürk’e borçluyuz.
Lütfen artık Dünya Lideri Atatürk’e inancı üzerinden dil uzatmaktan vazgeçin. Din ile siyaseti birbirine karıştırmayın.