Dünyada hava kirliliği ile güya mücadele adı altında bir komedi oynanıyor. Bunu da bizlere yutturmaya kalkılması ayrı bir komedi. Önce dizel motorlu arabaları hedef gösterdiler, sonra kömür ve kömürle çalışan tesisleri hedef gösterdiler.
Hava kirliliği konusunda her konuşulan sözler, her hangi bir şekilde doğrudur. Çünkü dünyamızın temiz tutulması için mücadele demeyelim de tedbir almak çok önemli, gidecek başka bir yerimiz ve yaşanacak başka bir dünya yok, şimdilik yok belki gelecek zamanlarda yeni bir gezegen keşfedilirse gelecek nesillerimiz oraya taşınır ve bu problemde ortadan kalkar!
Dizel arabaların gündeme gelmesinin sebebi, araba endüstrisinin devamı, yani kapitalizmin bir oyunu olarak düşünülebilir. Ayrıca halktan ekstra vergi toplama politikası.
Peki dev motorlu nakliye kamyonlarının durumu nasıl olacak. Bilhassa Türkiye gibi ülkelerde, raylı sistemin henüz gelişmediği ülkelerin nakliye sorunu nasıl çözülecek?
Bunların düşünülmesi ve konuşulması elbette elzem, fakat çözüm biraz karışık ve politik.
Türkiye’nin kömürle çalışan termik santrallerinin nasıl bir zehir yaydığını anlatmaya, veya şikâyete gerek yok. Git yanına otur, yanına gitmeye de gerek yok bak internet üzerinde uydu yayınlarına tehlikenin boyutunu görürsün.
Gelişen Türkiye’nin elektrik enerjisine ihtiyacı var her geçen gün artarak devam edecek. Enerji ihtiyacının büyük bir kısmını kömürle çalışan termik santrallerinde karşılaşmaya çalışıyor. Nükleer enerji belki daha kârlı olarak düşünülebilir. Fakat o da daha fazla dışa bağlılık ve aynı zamanda teknik alt yapı isteyen tesis.
Güneş veya rüzgârla üretilen enerji yine maddiyata dayalı. Su barajları da öyle ucuz bir enerji yatırımı olmadığı gibi, ekolojik yapıyı bozma tehlikesiyle beraber öyle fazla bir su kaynağımızda yok. Türkiye’de çalışan ve halkın parasıyla kurulan termik santralleri, özelleştirme talanıyla bazı şahıslara hediye edildi.
Bu santrallerin kullandığı kömürün kalitesi nasıl ve ne derecede kontrollü belirsiz. İşletme ihalesini alan kuruluş, her hangi bir iyileştirme yapmadığı gibi, başka bir kuruluşa devretmiş. Bu nasıl oluyor? İkinci bir firmaya devretmek!
Yalnız bu ihaleler yapılırken, ihaleyi alan firma başka birine devredebilir mi? Bunda bir Ali-Cengiz oyunu olduğu kesin. Fakat devlet böyüklerimiz bunun takibini yapar ve de yapıyordur, bu türlü dalavereleri düşünmeye bizlerin akli ermez oyunlar.
Bu işletmelerin bacasından çıkan dumanın halkın sağlığını tehdit eder duruma gelince ve o bölgede yasayan halkın şikâyeti üzerine yüce meclisimiz hemencecik harekete geçer ve oturup tartışırlar.(tartışılacak bir konu yok ya böyüklerimiz iş olsun diye kendilerince bir şeyler konuşmuşlar)
Kanun hazırlanır yüce meclisimiz karar alır, işletici firmaya iki sene zaman tanınır, zaten 6 seneye iki daha ekle. Buraya kadar normalmiş gibi görünüyor ama pek de tatmin edici değil deniyor. Kanunu hemencecik, kanunu hazırlayan meclis çoğunluğunu elinde bulunduran partinin başkanı ve aynı zamanda T.C. Reisicumhuru olan sayın Recep Tayyip Erdoğan’a onay için sunarlar. Sayın Reisicumhur kanunu veto eder ve bir fırça niteliğinde yüce meclise geri gönderir. Gayet normalmiş gibi görünüyor.
Kanunu onaylayan AKP’li mebusları bir sevinç, bir sevinç sarar ki evlere şenlik. Aman bir memnun oldular ki, zil takip oynamadıkları kaldı. “Aman biz yanlış karar almışız iyi ki başımızda Recep Tayyip Erdoğan gibi bir lider var, bizleri doğru yola getirdi” sözleri…
Koca koca doktor diplomalı ve halkın sağlığını düşünmesi gereken ve en iyisini kendilerinin bildiği düşünülür ama öyle değilmiş, çünkü kendileri söylüyorlar bu nasıl doktorluksa. Doğrunun aksini iddia eden varsa ve senin tezin geçersizse bas istifayı ve menfi çıkarlarını düşünmeden onurunu yerine oturt. Neyse bu konu psikolojik bir konu gibi, bu işe bari burnumuzu sokmayalım.
Şimdi aklımızı bir çeke tutalım, demokratik sistemin nasıl çalıştığını bilen veya bilmeyen ne yapsın ve nasıl düşünsün. Dörtyüz seçmen kişinin oy birliği ile aldığı karar mı doğruydu, yoksa bir kişinin aldığı karar mı doğru?
Bu nasıl bir seçkin insan topluluğu ve halkı temsil yetkisi olan mebusluk?
Önce şunu önereyim sayın okuyuculara. Osmanlının son perişan durumunu anlatan ve bizzat 1820’li yıllardan birinci ve ikinci cihan harbinin içinde bulunduğu siyasi ortamı anlattığı Ahmet İzzet Paşa’nın Feryadım isimli eserini okumalarını tavsiye ederim, tabi bulabilirlerse.
Haddim olmayarak bir hikâye nakledeceğim, tabi sabredebilirseniz.
Eski imparatorların moralini yüksek tutsun diye yanlarında fazla ayrılmayan, nükteli ve ağzı laf yapan kimseler görevlendirilirmiş. Bunlara “dalkavuk” denirmiş.
Mesela bunlardan çok meşhur olan İncili Çavuş. Bu adamın yaşayıp yaşamadığını bilmiyorum, fakat bazı tarihlerde ismi geçiyor. Padişah patlıcan yemeğini sevmezmiş. Bir gün saray mutfağının yanında geçerken bu leziz yemeğin kokusunu alınca başlamış patlıcanı yermeye. “Bu mübarek mendeburu hiç sevmem, bunun ekimini yasaklayacağım” falan gibi laflar etmeye başlamış.
Bizim dalkavuk İncili almış sazı eline patlıcanı kötülemiş te kötülemiş.
Biraz gittikten sonra padişah başlamış patlıcanı methetmeye. İncili hemen sözü almış bir methiyeler düzmüş ki patlıcana padişahın ağzı ayrıla kalmış.
Padişah dönmüş geriye, “Ulan mendebur biraz önce hani kötülüyordun, şimdi ne oldu ki methiyeler düzüyorsun!” deyince, İncilli, “Hürmetkârım ben patlıcanın dalkavuğu değil sizin dalkavuğunuzum” der.
İkincisi… İncili bir gün öyle bir suç işlemiş ki padişah celallenip, emir vermiş, “Vurun bu hainin kellesini!” Etraftan hatırlı kişiler devreye girip İncili’yi affettirmişler.
İncili’nin akıbeti bilinmez ama, hikaye ibret alıcı bir olaydır.
Yorum ve değerlendirmek sayın okuyuculara kalmış, herkes istediği gibi yorumlar.