ANLAMIN RÜYASI VE İÇİNE KONUŞAN HAKİKAT

Bir süredir yazmaya ara vermiştim. Durum böyle olunca ruhumu dinledim. Suyla, toprakla, ölümle, ağaçla, denizle, çocuklukla konuştum. Dertlerini sordum onlara, amaçlarını… Bir mürâca’ gibi söylediler bana. “Derdim “aşmak” dedi su. “Yeryüzünün alçakgönüllü kalbiyim, derdim “saklamak” dedi toprak. “Ecel sırasının bekçisiyim, derdim ulaştırmak.” dedi ölüm. “Derdim yansımak.” dedi deniz. “Derdim nefes.” dedi ağaç...

Oturarak yürüdüm anlamların rüyasına. Kapısını çaldım kelam dergâhının. Dedim:” Çuvalımın içinde bir kilim var.” Dediler ki:’ duyduk, mühim biridir yaygarayı koparan ve demiştir ki ‘ çuvalının içinde yılan var.’ Dedim yılan yoktur, bir kilimdir bu.’

Açtım çuvalı, döktüm kilimi ortaya. İşte dedim. Durdular, baktılar… Desenlerde yılan aramaya başladılar. Dedim:’ bunlar çizgidir yılan değil, geçtiğim yolları temsil eder.’ Dediler: ‘Duyduk, bunlardır yılan.” Dedim: ‘ben görmem yılan. Madem sizin gördüğünüz budur, vurun! Tozu da gitsin yılanları da.” Dediler:’ biz bilmeyiz.’ Dedim:’ madem elinizde niye tokmak var?’ Çuvala geri girdi kilim. Aktı gözyaşı. Dedi:

” Sen iyi bir niyete sahip ol da isteyen doğruya, isteyen duyduğuna inansın.

Sen iyi ol da isteyen hakka, isteyen hakkına girsin.”

Yürüdüm çuval sırtımda. Bir çocuk belirdi karşımda. Dedi: “ Bak bana, kötü davranışların yanlış olduğunu en saf, en masum ve en iyi çocuklar tutar aklında. Bahaneleri doğruluğa değişenler büyüklerdir aslında.”

“ Hadi aç avucunu. Nedir bu? Hurma. Nasıl görünüyor? Gayet güzel, olgun, yenilebilir kıvamda. O zaman al bu hurmayı koy şuradaki adamın avucuna. Avucumda hurma ile yaklaştım adama. Yanında yazıyordu: “Avucuma bırakılan her neyse tanıtsın kendini, konuşsun avucumda.” Bıraktım hurmayı, konuştu hurma: “ Ben hurma. Tatlı, lezzetli ve olgunum. Sizce de iyi isem beni yer misiniz?” Adam dedi: “Ne bilmiş, ne kibirli bir hurma(!) Ne olduğunu biliyorum sen kimsin de bana ne olduğunu anlatırsın be ey hurma! Sen benim kim olduğumu bilmez misin?” Dedi hurma: “Estağfurullah… siz yazmışsınız yanınıza ‘tanıtın diye … ondan… Hem sizi bilmiyorum. Kimsiniz? Tövbe tövbe... Çiftçiyim çiftçi… Anlarım. “ Peki o zaman niye yazdınız ‘tanıtın diye yanınıza…”

Arkadaşlarına baktı. güldü kahkahayla. Bir ısırık aldı ucundan. İçinden dedi: “hımmm… tatlı, olgun ve lezzetli…” Geri kalanını çiğnedi ayağının altında. Yanındaki adamlara dedi: “tatsız, ham ve ukala.” Hurma dedi: “Ben sadece bir hurma değilim. Çekirdeğimin özü bir ağaçtır, onlarca tanesi, gölgesi olan… Ama şu an bir ders, bir sınavım ben. Var git. Çuvalını denize at. Balığın bilmesi nasiptir, bilmeyecekse sınavı. Ama bilirsin bunu kesin olarak halik bilir bir de simsiyah ipi kapkara geceden ayırabilecek olanlar…”

Yaptım dediğini hurmanın. Çuval denizde sürüklenirken dedi: “ Kendine iyi bak, kendini tanı. Ve sona dikkat et. Son ki başa dönmektir. Son, başa döndüğünde tekrar buluşacağız burada.” Gülümsedi çuval, gülümsedim çuvala.

Yürümeye devam ettim. Görmediğim bir şeye tosladım bir anda. Dedi: “ Ben yokluk, boşluk, belki bir ışık… Kainattaki en gerçek, tek doğru. “ Dedim nasıl olur?” Uzattı elini ‘öp’ dedi. Öptüm. Dedi: ”elimi öptüğünü hissettin mi? Dedim: “Evet.” “ Güzel… İşte bu his senin tek kârındır. Peki gerçekten de dudakların dokundu mu elime?” “Evet” Peki bir çocuğun yanağını öptüğünde gerçekten dokunur mu dudağın çocuğun yanağına? Dedim: “Evet.” Yokluk dedi: “Hayır… Hiçbir dudak dokunamadı bir yüze. Aralarında daima mutlak yokluğun boşluğu vardı. Birbirlerini iterek dans etmelerini öptüm sanırsın rüyada hissettiğin gibi.” Dedim: “Ey yokluk, sen benim aklımı karıştırdın. Çamurlu bir su gibi bıraktın ortada.” Dedi: “Bırak karışsın. Çamur dibe çöktüğü vakit anlarsın. Madem Gülşehri- Mantıkuttayr diyarındasın ilk söyleyen Attar’ın dediği gibi: “ Kimin gayb âleminde gizlenmiş bir güneşi varsa nihayet bir gün gelir o güneş bulutlardan sıyrılır. Onun üstüne doğar. Işıklarını da yayar. Kim kendi güneşine ulaşırsa iyice bilsin ki iyiden de kurtulur. Kötüden de…”

İşte böyle. Kendimizi dinlediğimizde, içimizdeki gürültüyü susturduğumuzda anlamaya yaklaşıyoruz galiba asıl ve kalıcı hakikati. Yani yokluğu. O yoklukta var olan ışığı, hissiyatı. Bir elmayı gözle görünemeyecek şekilde parçalara ayırdıklarında geriye kalan ışık sicimi gibi… Yaşadığımız kayıplarla, uğradığımızı düşündüğümüz ya da uğradığımız haksızlıklarla, olumsuzluklarla, yıkımlarla, yalnızlıklarla bir elma gibi ruhsal anlamda parçalanıyoruz ve bu sayede içimizdeki saf ışık sicimine yaklaşıyoruz ve galiba görevimiz içimizdeki o saf ışığı ortaya çıkarmak. Galiba bu sebeple geliyor başımıza bunca fırtına. Bunu fark edince övülme, insanların ne düşündüklerini önemseme, kendini olduğundan farklı gösterme çabalarında, pul kadar değeri olmuyor insanın nazarında. Değerini yitiriyor bir sihir gibi dünyevi şeyler, mal, mülk, para… Nasılsa bunca gürültünün arasında pek çok kimse kimsenin niyetini anlamıyor. Baktığı başkası gördüğü kendisi oluyor. Fark edenler için İnsan ve o saf sevginin duygusunun bağı kalıyorlar baş başa. Bu İster Allah sevgisi olsun. İster ölmüş birine duyulan sevgi olsun ister yaşayan birine duyulan sevgi olsun. Anlaşılıyor ki o hakikat histedir ancak. Şekil değiştirse bile o bağın devam ettiğini anlıyor insan. Hiçbir şeyi sahiplenme cüreti gösteremiyor.

Sevgilerimle…