Hilft mir!
Hilft mir!
Schwester... Bitte, hilft mir!
Herr Doktor, hilft mir bitte!
Önceleri rica minnet başlayan, daha sonra tehdit boyutuna ulaşan bu yakarışlar hasta kayıt gişesinin ön kısmında tekerlekli yatak üstünde yatan, saçı başı dağılmış, üstündeki hasta gömleği kaymış, tombul olduğu kadar da bodur bacakları hasta gömleğinin altından sıyrılarak açığa çıkmış, tek ayağı terlikli, kilolu olduğu kadar da iri bir kadından yükseliyordu.
Aralıklarla "Bana yardım edin! Bana yardım edin lütfen! Hemşire, doktor bey, yardım edin bana lütfen!" diye sayıklıyordu.
Görevliler sanırım hastayı tanıyor olduklarından, ya da bu gibi durumlara alışık olduklarından bir makina duyarlılığı ve tepkisiyle rutin işlerine devam ediyorlardı.
Ambulanslar hasta getirmeye devam etmekte, hasta kabul bürosuyla hasta getiren görevliler arasında zaman zaman tartışmalar yaşanıyor, tartışmayı yatıştırmak da gene nöbetçi doktora düşüyordu.
Karşı sandalyede oturan, burnu sargı bezi başından dolandırılarak sanki acemice sarılmış gibi yaşlı bir kadın kolunda serumla kendi kendine konuşuyor, bazen kendi kendine konuşmayı kesip yanında oturana bir şeyler anlatıyor, yeni gelip yanına oturan, bu kadını tanımıyorsa da yardım severlik duygularıyla sorduklarına cevap veriyor, tanıdıktan sonra da bu saçma sorulara cevap vermemek için oradan uzaklaşıyordu.
Koskoca hastanede yer bulamamışlar gibi âcil servisin bürolarını getirip merdiven boşluğunun altına yapmışlar. Bu da hastalara moral bozukluğu ile ruh sıkıntısı veriyor, oraya yolu düşen bir an önce kurtulmak istiyordu oradan sanki...
Aslında âcil servisteki hasta sayısı kalabalık gibi gözükse de bekleyenlerin çoğunu refakatçılar oluşturuyor, bizim gibi başka ülkelerden gelenler yanlarında en az üç-beş kişi refakatçıyla geliyor, bu refakatçı sayısının bu fazlalığı getirdikleri hastaya moral verirken ambulanslarda yapayalnız gelen yerlilerin yalnızlıklarının nedenini de sorgulamalarına neden oluyordu. Bunu size imrenerek bakışlarından okumak mümkündü.
Hasta düştüm, bir odada yatırın
Sağıma soluma yastık getirin
Ben ölüyom, beni anama götürün
Sızılar garibin taşı toprağı
Anam yok ki saçıma da saç öre
Bacım yok ki susadıkça su vere
Gardaş yok ki mezarıma taş dike
Bir çalıdır mezar taşı garibin
Coştu deli gönül yine, durulmaz
Hasta düştüm, garip halim sorulmaz
Garibin mezarı nerde bilinmez
Bir çalıdır mezar taşı garibin
(Anonim - Orta Anadolu'dan bir ağıt)
Ölümü hiç düşündünüz mü? O bir an meselesini... "Bir varmış, bir yokmuş" olmayı... Daha öncekiler gibi... Baban, annen, kardeşlerin, çevren, arkadaşların gibi...
Ya da Mevlâna'nın dediği gibi: "Bir kuş bir dala konar, sonra da kalkar, o dala tekrar baktığınızda sanki o kuş o dala hiç konmamış, hiç kalkmamış gibidir."
Yaşanmamış hayatlar, özlemler, alınmamış muratlar... O durumda bile hâlâ çoluk çocuğunu, geride bıraktıklarının geleceğini düşünürsünüz. Saç-sakal traşınız, hattâ hattâ çamaşırınızın temiz olup olmadığı kafanıza takılır küçük oğlunuzun sizden "boks kursu" istemleri...
Dayanamayıp "Oğlum, babaannem böyle durumlarda 'Seninki de asılmaya gidene tarak ısmarlamak' derdi. O hesap, şurdan kurtulalım, bakarız" dersiniz. Ah kalbim, neden mızıkçılık yaparsın bilmem ki...
Böyle miydi kavlimiz? Hani seksenli, doksanlı yaşlara kadar beraber olacaktık! Hani yaz tatilinde arkadaşlarla benim köydeki evde buluşup rakı içecektik! Hani saz çalıp türkü söyleyecektik! Memleket türküleri söylerken hüzünlenip belki de arkadaşlara göstermeden ağlayacaktık! Hiçbir neden yokken ağladığımızı belli etmemek için "Yav, bu günlerde benim gözlerim fazla sulanıyor, yoksa yaşlılığımızın belirtisi mi?" diyecektik!
Dur, daha nereye? Yok öyle bırakıp gitmek. Ne yaşadık ki şunun şurasında? Ne gün gördük ki?
Daha emekli bile olamadık. Dur bakalım, daha emekli parası bile yiyemedik. Dur hele, daha torun bile sevemedik. Evlenmedi eşşek sıpaları bir türlü...
Sen de haklısın, hayatımız hep mücadeleyle geçti. Seni de fazla yorduk. Heyecanlar, stresler, kötü haberler, olumsuzluklar seni de boğdu, biliyorum. Fazla yıprandın, hep gerildin, hep kasıldın, hep ezildin...
Gençtik, başımızda kavak yelleri esiyordu. Karşılıksız aşkların heyecanıyla, olumsuz beklentilerle üzdük, yıprattık seni... Memleket meseleleriyle karakollarda, hapishanelerde, yaşam mücadelesinde, ekmek kavgasında, bir lokma tatlı ekmek için acıları, zehirleri senin içine attık, seni üzüp çok yıprattık.
Yok öyle bırakıp gitmek, yok öyle pes etmek...
Daha yazılmamış öykülerim, basılmamış romanlarım var.
Görülmemiş mutluluklarımız, yaşanmamış hayatlarımız var.
Ülkemiz var, ülkemizin geleceği var. Yeşermemiş umutlarımız beklemekte, ülkemiz için, ülkemizin geleceği çocuklarımız, torunlarımız için...
Zalimlere, ülkemin birliğinde, bütünlüğünde gözü olanlara, yalancılara, ikiyüzlülere, satılmışlara, hırsızlara, hainlere inat
Daha yaşayacağız birlikte
Seksenli, doksanlı yaşlara kadar...
Güzel günler inşa edip güzel günler görene kadar...
Göğsünüzün sol üst tarafında, sol kol bitişiğine yakın yerdedir kalp... Herkesin kendi yumruğu büyüklüğündedir. Vücudun motorudur. Tüm canlılarda vardır. Akciğer tarafından temizlenip oksijenlenen kanı aort kanalıyla tüm vücuda pompalar. Vücutta görevini yaparak geri dönen kan toplar damarlar vasıtasıyla temizlenip oksijenlenmesi için tekrar akciğere gönderilir.
Kan tahlileri ile EKG'nin sonuçlarını bekliyoruz. İsminiz okununca sevinerek koşarcasına gidiyorsunuz, tekrar kan alıp beklemenizi söylüyorlar.
Evinizde olmayı düşünüyorsunuz. Ya bir de hastanede yatmanız gerektiğini söylerlerse! Tekrar çağrılıyorsunuz. Uzun boylu, kel kafalı, Ramses suratlı bir doktor hiç de iyi şeyler söylemiyor. Ancak şu an için hastanede kalmamızı gerektirecek bir şeyin olmadığını belirterek tekrar kalp doktorumuza gönderiyor.
2016 yılında anjiyoyu yapan doktorun "Kalbinizin fonksiyonu çok güzel" demesi her ne kadar sizi teselli etmiş olsa da cesaret vermiyor. Bu doktorun söyledikleriyle kendi aralarında çelişiyorlar. Kendi kalp doktorunuz sizi yeniden tepeden tırnağa muayene edip ultrasona sokuyor. Yiyeceklerinize dikkat etmeniz gerektiğini söylüyor, ilâçlarınızı değiştiriyor. Yüksek tansiyonun kalbin yapısını bozup aşağı düşürdüğünü, stresten, üzüntüden, elemden uzak durmanız gerektiğini belirterek bilhassa sanatçı ruh yapısına sahip kişilerde bu tür sorunların çok daha belirgin olduğunu da anlattıktan sonra sizi eve gönderiyor.
Geçen yaz teyzem kırılan ayağını Kırşehir Devlet Hastanesi'nde alçıya aldırıp eve dönünce "Aman Cemal, gurban olduğum! Kırşehir'de de na gadar ayağı kırık adam var imiş... Amaniiin, sanki hepsi oraya toplanmışlar!" demişti.
Yakınımızdaki hastanelerde neler olduğunu, kimlerin ne dertlerle oralarda bulunduğunu ancak kendimiz hastaneye düştüğümüzde anlıyoruz. Başkasının ızdırabının bizi düşündürmediği bir insan, bir toplum olduk.
Çoktan rahmetli olmuş Mariye ebem (babaannem) dört sene askerlik yaptıktan sonra köye dönen Şevket emmiyi birden karşısında görünce "Amanin kele bacım, bu Şevket askere ne zaman gidip geldi ki!" demiş. Demek ki bu tür yaklaşımlar insanlık tarihi kadar eski...
Aydın insanı, daha doğrusu insanım diyen herkesi kendi yaşadığımız ülke insanından, ülke sorunundan, ülkeden tutun da tüm dünya, tüm üke insanları, tüm dünya sorunları ilgilendirmelidir.

Cemal Kayı